‘Sınıra Yakın’ yabancı

Kitap
Sınır, Yabancı, Yakın, Yazı… Cihan Aktaş’ın bir süredir yazısına, kitabına ad koyarken kullandığı kelimeler. Hal böyle olunca ‘Sınıra Yakın’a bakarak derin bir nefes alıp,&lsq...
EMOJİLE

Sınır, Yabancı, Yakın, Yazı…

Cihan Aktaş’ın bir süredir yazısına, kitabına ad koyarken kullandığı kelimeler. Hal böyle olunca ‘Sınıra Yakın’a bakarak derin bir nefes alıp,‘SınıraYakınYabancı’ diye söyleyeceğimiz özel bir tamlama yapabilir ve ‘Sınır Yazıları’ ile ‘Yakın Yabancı’yı da söze katarak, yazınsal bir bütünlükten bahsedebiliriz sanırım. Aktaş’ın yazınsal serüveninde bu kelimeleri ilişkilendirebileceğimiz ilk işi, Taraf Gazetesi’ndeki ‘Sınır Yazıları’ olmuştu.

Oldukça muhataralı bir dönemden geçilirken yazmaya başladığı bu yazılar dolayısıyla, ‘İslamcı’ camia başta olmak üzere pek çok çevreden bir tartışma ile karşılaşmış, hem ‘Sınır’ın hem de ‘Yazı’nın hakkını vererek, cevabını işiyle ortaya koymaya çalışan bir çaba sergilemişti. Aktaş bu tavrı takınırken bir yandan, çok yıllar öncesinde, haklarında söylenen ‘Neyi istemediklerini oldukça iyi söyleyen İslamcı kadın yazarlar neyi istediklerini söylemeyi bir türlü başaramıyorlar’ şeklindeki sol bakışlı yoruma oldukça naif bir cevap vermiş diğer yandan da derleyip topladığı birikimi, özgün bir üslupla ortaya koymuştu. Denilebilir ki, ‘Sınır Yazıları’ ile hem bir riski hem de bir fırsatı aynı anda yakalayıp anlamlandırma şans ve cesaretini birlikte karşılamıştı Aktaş ve o güne kadar ‘neyi istediklerini söyleyemediklerine…’ yönelik yorumlara da bir biçimde ‘İslamcı, kadın ve yazar’ olarak kendine has bir cevap vermişti.

 BİR DUAYLA GİRİLEN VE BİR DUAYLA ÇIKILAN ŞEHİRLER

‘Yakın Yabancı’da daha kitaba isim verilirken bile yakınlığını inkar edemeyeceğimiz İran’ın içinden içimize kadar uzayan bir hat çizerek oldukça önemli bir yakınlaştırma çabası sergileniyor ve ‘Sınıra Yakın’ da ise bu yakın yabancıya dair bilgimize yeni bir boyut katılıyor ve roman işte bu yüzden bir tesadüf ürünü olmaktan çok anlamlı bir tevafuk’un eseri olarak elimize ulaşıyor .

Sınıra Yakın’ı bir roman olarak okumakla beraber, Aktaş’ın yazıyla büyüttüğü kızlarının sonuncusu Efsane’nin anlatısı olarak okuduğumu söylemeliyim. Bana Uzun Mektuplar Yaz’ın Aslı’sı, Seni Dinleyen Biri’nin Meral’i ve Sınıra Yakın’ın Efsane’si…

Devrimci bir aşkın peşine düşerek Almanya’ya kaçan Mina’nın küçük kardeşi, 9 yaşındayken koluna aldığı bir darbe sonucunda ‘Gazi’ler safına katılan ‘Baran’ gönüllüsü, ciğerleri kimyasal silahların etkisiyle tahrip olmuş, Selman’a aşık, Selman’ın sevdiği Efsane’nin anlatısı. Ayrıldığı ve varmak istediği şehirler için şöyle bir dua öğretmiş Cihan Aktaş Efsane’ ye: ‘..Ayrıldığımız ve vardığımız şehirleri mübarek kılsın Rabbimiz…’

VOLVO’NUN DAR KORİDORUNDA HOMO LUDENS İRAN İNSANI

Garip ve hüzünlü bir hikayesi var Efsane’nin, ve anlatı boyunca daha katmanlı bir hüznün öznesi haline geliyor. Laleli’den yola çıkan, kapı aralıklarından rüzgâr üfleyen mavi beyaz Volvo’nun dar koridorunda yankılanan pek çok tınının yükseldiği bir roman’ın içinde duruyor Efsane. Sınıra kadar uzayıp gelen bir zaman içerisinde değinilen bu müzik ve oyun yorumlaması farklı bir bağlamda yasak olanı ve bastırılmış insan duygularını verişiyle daha düşündürücü bir boyut taşıyor. O kadar ki, insan bir yandan Efsane’nin kuru, kütük gibi sol kolundan gelen hüznü hissederken bir yandan da J. Huizinga’nın ‘Homo Ludens/ Oyuncu İnsan’ının ne bir ırk’a ne bir din’e ne de bir sınıra sığmayan ayniliğini hatırlıyor yeniden.

Öte yandan, bu tınılar eşliğinde Aktaş’ın bizi 30 yıllık İran gerçeğine götürüyor oluşu ise hayli düşündürücü. Bir yandan bu Ludenik/ Oyunsal gerçekliği öte yandan da İran’ın 30 yıldan bu yana hatta Kerbela’ya kadar uzayan bir tarihsel süreç içinde bir ‘Yas Toplumu’ olarak konumlanışını ve İran toprağının 30 yıldan bu yana bir ‘Gaziler ve Şehitler ‘ yurdu haline gelişinin bütün bu müzikli ve oyunlu hallerle birlikte seslendiriliyor oluşuna değinmek gerekiyor.

ELE GEÇMEYEN EFSANE VE ZAMAN VE MEKAN 

Sınıra Yakın hakkında yazarken, Aktaş’ın kurguyla gerçeklik arasında bir yerde durmak üzere çok titiz bir şekilde gerçekleştirdiği bir mesafe bilgisinden de söz etmek gerekiyor. Bu kurgusal akış boyunca görebildiğimiz ilk şey, Aktaş’ın zamanı ve mekânı çok ta titizlenmeden ve her ne olacaksa onu kahramanının eline bırakan zaman ve mekân tasarımındaki başarısı.

Aklımıza R. Girards’ın ‘Romantik Yalan ve Romansal Hakikat’ini de getiren bu tasarım da ilk dikkati çeken şey ise; yazarın tanığı olduğu gerçeklerle kahramanın kendi hikâyesini anlatabilmesi için yazarca sağlanan imkânların sınırıyla birlikte gelen mesafe bilincidir. Kurgu içinde bir anlığına Cihan Aktaş’ın yolculuğunu izlediğimizi düşünürken Efsane’nin sesiyle silkelenip yazarın zamanından romanın zamanına ve hatta roman içinde serpilip genişleyen başka bir zaman varyantına yönelebiliyoruz çünkü.

Kesin bir biçimde bir kadının yazdığı ve bir kadının anlattığını hissettiğimiz kurgu boyunca, bir başka yerde- sözgelimi İran’da- öyle değildir diye düşündüğümüz ve düşündüğümüz gibi yorumlamaya çalıştığımız pek çok şeyin – sözgelimi sanal ortam, sosyal ağlar, msn ve dünyayı etkisine alan 80’li yılların video çılgınlığının- başka yerde de, tıpkı bizdeki gibi olageldiğini, o ülkedeki insanların da aynı zaman içinde aynı toparlanma ya da savrulmaları yaşayabildiğini gözlemleyeceğimiz bir paralel zaman işleyişinin farkına varıyoruz…

Bu paralel anlatım kimi yerde geçmişe kimi yerde ise şimdiye denk düşürülerek Türkiye ve İran arasındaki benzerlik ve farklılıkların vurgulandığı bir alan açıyor romana. Türkiye’nin İran insanı için ifade etmiş olduğu ‘bir nebze özgürlük toplumu’ vurgusu ise iki yönlü bir eleştirel boyut katarak bir yandan İran’da yer yer baskıya varan ‘Molla Rejimi’nin abartılmış yanını ortaya koyarken bir yandan da içine girmiş olduğu tüketim çılgınlığıyla Kürt politikası, terör, bölgesel az gelişmişlik ve çapraşıklaşan bir gündelik hayat düzleminde bir Türkiye eleştirisinin yapılmasına imkân veriyor. Bu satırları okurken 80’li yılların sonuna doğru İran’dan Türkiye’ye gelen öğrenci arkadaşlarımızın anlattıklarıyla, 90’lı yılların başında ciddi bir yönetim eleştirisi geliştiren Abdulkerim Süruş söylemini hatırlamak ise, Sınıra Yakın’ın sadece bir takım folklorik benzerlikler ya da farklılıklar üzerinde ilerleyen bir roman olmadığını gösteriyor. 

DENGELİ BİR ANLATIM VE ÖZEL BİR OKUMA DUYGUSU

Sınıra Yakın’ın, dengede tutmaya çalıştığı bir kişisel serüveni anlatmakla iki ülke arasında bir sosyal, siyasal, kültürel karşılaştırma ve tanıtmayı sağlamak arasındaki duruşuna da değinmek gerekiyor. Öyle ki, kitabı okurken, bazı detaylı anlatımların üzerinde düşünüldüğü zaman daha belirgin biçimde görünecek biçimde Efsane’nin bir karakter özelliğini kazandığını görüyoruz. Bu da hem onu özel kılarken hem de okura herhangi bir kadını değil Efsane isminde, şiirden, romandan, düşünceden, aşktan, özveriden, vicdandan ve mücadeleden haberi olan ve bize hem İranlı bir kadına özel hem de evrensel kadına ilişkin birçok hali anlatabilen bir özel okuma duygusu kazandırıyor. Efsane’nin anlatısı boyunca görülebilecek bir başka boyut ise, özellikle baskıcı ‘Molla’ idaresi anlatılırken üzerinde çokça durulan ‘örtünme’  ve ‘tesettür’ olgusunun dayatılmış boyutunun eleştirisiyle, tesettürün ‘ontolojik’ bir boyutunun da olabileceği ve bu şekilde alınıp anlamlandırılması gerektiğine dair kısa ve güçlü dil kullanımı. Aktaş, Efsane ve arkadaşlarının yaşamış olduğu bu hallerden yola çıkarak, kuru bir özgürlük ve baskı anlatısı uğruna ‘tesettür’ü kullanıp geçmek yerine her ne ise öyle olması gereken ve temelde insana ve inanca dayanması gereken bir düşünme biçimini öneriyor. Bu yönüyle de Efsane’nin anlatısından bir İran eleştirisi çıkarmak için okumakla bir İran övgü ve güzellemesi çıkarmak için okumak yerine düşünmeyi öne süren bir okuma biçimi öneriliyor.

Roksane’nin saçları, Şeriati’nin Kemikleri, Doğmuş olmak …

Sınıra Yakın’ı bütün bu özellikleri bir yana, çok özel bir Cihan Aktaş aktarımı olarak okuduğumuz zaman ise kurguya eklenen kasti mesafenin tam olarak oturabilmesi için girişilmiş çok düşündürücü bir gerçeklik bilgisinin yer aldığını görüyoruz. Öğrenilmiş bilginin kurgu içinde başarıyla eritilişi gerçek bir takdiri hak edecek özellikler taşıyor. Erzurum’da rastlanan bir asker uğurlama töreni, Ağrı’ya doğru yol alırken konuk olunan bir yerel düğün sanki birebir yaşanmış izlenimi verirken, isimsiz bir köyden Çaldıran Ovası’na kadar genişleyen bir kurgusal dökümle, saçlarıyla övünen Roksane’ye ve hatta bir ‘devrim, inanç ve iman adamı Ali Şeriati’nin kemiklerine kadar uzanabilen bu serimleme ise romanın bir başka başarısı. Bu çok katmanlı romanın bir diğer başarısı ise; Cihan Aktaş’ın dengeli, serin ve rahat yazım biçiminin yeni bir örneği olarak; Efsane’nin dilinden, Batılı Modern insanın Cioran’dan öğrenip ezberlediği doğmuş olmaya ve var olmaya ilişkin bilgisine cevap olarak verilircesine, inanmış bir Müslümanın var oluşuna ve var oluşun anlamına dair özgün cevabında aramak gerekiyor. Hani Sınıra Yakın’ın bir yerinde sol koluna bakarak soruyor ve kendi sorusunu cevaplıyor ya Efsane; ‘Allah niye beni yarattı ki?’ diye. Sonra da cevabını kendisi veriyor;  ‘Çolak kolumla ve solgun elimle de olsa var edilmiş olmayı ister, bu yüzden şükretmekten geri durmazdım. Var edilmiştim iyi bir sebeple ve zorluklar çıkıyorsa karşıma, bunlarla baş edecek güç de bağışlanmış olmalıydı bana…’

Sınıra Yakın, Cihan Aktaş, İz Yayıncılık.

Şahin Torun

Star