“Sadece kendi toprağımı kazacağım”

Kitap
Cündioğlu adını vermese de Mustafa İslamoğlu’nu örnek gösteriyor, "Dindarlar acziyet duygusunu kaybetti, siyasallaşma özümüzü değiştirdi" diyor. AYÇA ÖRER/Radikal Dindarların politik k...
EMOJİLE

Cündioğlu adını vermese de Mustafa İslamoğlu’nu örnek gösteriyor, "Dindarlar acziyet duygusunu kaybetti, siyasallaşma özümüzü değiştirdi" diyor.

AYÇA ÖRER/Radikal

Dindarların politik kulvarda yer almasının ne gibi mahsurları olabilir?

Sorun, dindarların kendilerini politik olarak ifade etmelerinde değil, aksine, ‘sadece’ politik olarak ifade etmelerinde. Günümüzde dindarlık, siyaset ve ticaret dışında yok. Ne düşünsel derinlik, ne sanatsal duyarlılık… Sözümona siyaseten haklılık bütün yetersizlikleri örtüyor. Din elden gitmek üzere çünkü. Neden düşünelim ki? İnanalım yeter! Dindarlığı iki asır içerisinde bir kurtuluş ideolojisi haline getiren işbu haletiruhiyedir.

Bu noktaya nasıl gelindi?

Kaybedilen iktidar duygusunu yeniden kazanabilmek için, dindarlık, 19. yüzyıldan itibaren süratle hem ilkelerini, hem de niteliklerini siyasallaştırmak zorunda kaldı. Bu ‘kurtarıcılık’ psikozu zamanla güçlendi ve çağdaş dindarlığın kendini meşrulaştırma aracı haline geldi.

Bu sürecin hâlâ devam ettiğini düşünüyor musunuz?

Hem de nasıl! Maksadımı açık kılmak bakımından basit bir örneğin yeterli olacağını sanıyorum. Dileyen herkesin kolaylıkla ulaşabileceği bir kayıt. Beyefendinin kendisi tanınmış bir İslamcı, kitapları filan olan bir aydın, bir hoca… Bir film münasebetiyle sözü Kemalistlere, ulusalcılara getirip şöyle diyor: “Bu Allahsız azınlık, bu memleketin imanına düşmanlar. Allah’ı ellerine geçirseler ona meydan dayağı çekecekler.” Sırf kendisini değerli ve önemli hissedebilmek adına, inandığı Tanrı’yı birkaç serseri tarafından meydan dayağı çekilecek zavallı bir ihtiyar gibi tasavvur eden hastalıklı bir bilinç bu. İmam Gazali insanın sînesinde saklı bu ortak koşuculuğa işaret eder ve “En yüce rabbiniz benim!” diyen Firavun’un kibrinin aslında her insanın nefsinin bir köşesinde saklandığını söyler. İktidar duygusuyla kendinden geçen bilinçlerin bu fısıltıya “Hadi oradan!” demeleri çok zordur.

Çaresi ne?

Dindarlar ne yazık ki ancak politik ve ticari iktidarı kaybettikleri takdirde Tanrı’ya muhtaç olduklarını hatırlayacaklar. Çünkü dindarlığın özü her halükârda kişinin O’na muhtaç olduğunu idrak etmesinden ibarettir. Çaresiz, Tanrı’yı şehre çağırmak zorundayız. Ara sokaklara. Miting alanlarında hüznün ne işi var? Galebe çalanların hüznü mü olurmuş? Kendinden mahrum olanların ödülüdür o. Mülkiyetin değil, özgürlüğün armağanı.

Yaşamsal hırslardan arınmayı da gerektiriyor işaret ettiğiniz durum.

Elbette. Peygamber Efendimiz iki türlü cihaddan söz eder: “en büyük cihad” ve “en küçük cihad”. Küçük cihad toplumsal olanı, büyük cihad ise bireysel olanı simgeler. Mücadelenin hası ise kişinin kendisiyle uğraşmasıdır. Sözün özü şu: İnsanı asıl terbiye eden kıyametin küçüğü, cihadın ise büyüğüdür

Günümüz dindarlığı için çok yüksek hedefler değil mi bunlar?

Pek tabii. Birey olmayı denemeden bu hakikat tecrübe edilemez. Oysa hem dilini, hem ruhunu tamamen siyasallaştırmış olan çağdaş dindarlık, bu bireyselliğin önemini idrak edemiyor. Dini, Tanrı’yı, cenneti elde var bir görüyor. Hal böyleyken, dindar bilinçlerin kendileriyle baş başa kalması mümkün mü? Hani acziyet, hani muhtaçlık, hani hüzün? Kendimizi kandırmayalım, kibir ve tekebbürün hükümferma olduğu meydanlarda kimse Hira’nın girişini aramaz.

Sol cenahın 80 darbesinin ardından yaşadığı bireyselleşme sıkıntısını dindarlar ne zaman yaşayacak?

İktidara doyduklarında. İlk fetihler sayesinde toplumsal yaşamda zenginlikler artınca bu gidişatı protesto etmek amacıyla üzerlerine çuval (suf) geçirip dolaşan dervişler ortaya çıkmıştı tarihte. İnsanın iki sıkıntısı vardır. Biri geçim sıkıntısı, diğeri can sıkıntısı. Dindarlar şimdilik geçim sıkıntısıyla meşguller. Geçim sıkıntısını atlattıklarında can sıkıntısı baş gösterecek. İşte o zaman ilk iniltileri duymaya başlayacağız.

Bu açıdan bakılınca bir cemaat içinde varolmayı seçmek rahatlatıcı.

Bir toplum (cemiyet) içinde olduğu kadar bir topluluk (cemaat) içinde güvenlik arayanlar da en çok imanlarını korurlar. Buna mukabil, sürtüne sürtüne yaşamanın bedelini ödemek suretiyle belki topluluğa ve inançlarına sadakatlerini muhafaza etmeyi başarabilirler ama umumiyetle yüksek düşünce ve sanat vadisine adım atamazlar.

“Hür Adam” filmi hakkında yazdığınız eleştiride, onu “Mustafa” ve “Veda” filmleriyle aynı kefeye koymuştunuz.

İdeolojik telkin gerçekte bir teknik, bir zenaattir, sanat değil. İyi yapılır, kötü yapılır, orası ayrı. Ancak ben yine de bu filmlerin bu haliyle bile sahici ideolojik niyetler taşıdığından emin değilim. Yeteneksizliğin güdülediği, maliyetleri birkaç milyon dolarla ifade edilebilecek böylesi yapımların ideolojik vurgusunu pek önemsememek gerek. Battal Gazi, Malkoçoğlu, Kara Murat filmlerinin sanat değeri ne kadarsa, nezdimde bu filmlerin sanat değeri de ancak o kadar!

Köşe yazarlığını niçin bıraktınız?

İlk günden itibaren hep bir mecburiyet, bir mahkumiyet duygusu eşliğinde köşe yazarlığı yaptım. Kahrolası hanede evlad u iyal vardı. Sırf bu yüzden çarşıya inmek zorunda kalmıştım. Oysa yapacak işlerim vardı, kendimce okumak ve yazmak… Okurun beklentilerini, düzeyini, isteklerini umursamadan kalbimin beni götürdüğü yere kadar gitmek… Kendi hayallerimde erimek… Ne kadar mümkünse o kadar zirveye çıkmak… Yıllar geçti. Beceremedim. Frank Sinatra, Edith Piaf için “Her şarkı söyleyişinde biraz daha ölüyor” demişti. Sanki ben de her yazdığımda biraz daha ölüyordum. İç dünyamla dış dünyam arasındaki gerilim dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Bir anda “hadi bana eyvallah” demek geldi içimden. Ben de kalbimin sesine kulak verdim.

Bundan sonra ne yapacaksınız?

Sadece kendi toprağımı kazacağım. Önce bir “Kibir Risalesi” yazacağım. Sonra da bir “Hased Risalesi”…