Ömer Erdem’in ‘Kör’ Kesikleri

Kitap
Puslu resimler, kristal çağrışımlar, toprağın altından gök kubbeye doğru çınlayan sesler, tabiatın içindeki ‘kör insan’, yırtılmış duygular, öfkelerimiz, biz, hepimiz, hikâyelerimiz ...
EMOJİLE

Puslu resimler, kristal çağrışımlar, toprağın altından gök kubbeye doğru çınlayan sesler, tabiatın içindeki ‘kör insan’, yırtılmış duygular, öfkelerimiz, biz, hepimiz, hikâyelerimiz Erdem’in zamanı esneten şiir dünyasının varlıklarıyız.Kitabın ismini duyduğumda önce irkildim. ‘Kör’ tenha haliyle yankılandığında sesi içerden sertleşiyordu. Birkaç kez içime doğru mırıldandığımda çağrıştırdıkları durgun bir göle atılan taşın büyüttüğü halkalar gibi usulca genişledi. İnsanın dünyaya körlüğü, hayatın kendine körlüğü, varlığın kalbine körlüğü, boşlukta birbirine çarpıp dağılan seslerin körlüğü, birbirine değmeyen bakışların körlüğü… Daha okumadan üç harflik bir rüyayla döndü başım.

Doğrusu Ömer Erdem’in şiirini pek tanımıyordum. Usta bir sesle tanışıp marifetlerine, tasavvurlarına, hayallerine, düşüncelerinden, duygularından damıttıklarına sondan başa doğru eşlik edecektim. ‘Kör’ü (Everest Yayınları) elime alıp rastgele bir yerden açıp okumaya başladığımda bir süre hiç kıpırdamadan durmak istediğimi anladım. Daha önceki yıllarda okuruyla buluşan ‘Kireç’ ve ‘Evvel’ başka bir macera olmalıydı. Açtığım sayfada bulduğum mısralar bana telaşsız, isyankâr, masum ama bir o kadar ‘vahşi’ bir yolculuğun izlerini kelimelerin diziliş kaderiyle gösterdi: "Bu sabah ışık kesti ellerimi/yüzümü duvara döndüm/dünyayı son günden bu yana saydım/kan değil su değil neydi kesen/tırnaklı kara kelebek ateş böceği/kim bilir hangisi senin uykunla büyülendi/ kaçış hikâyeleri balkonda asılı zaman/çamaşır kokuları uzak anılardan/bu kesik elleri nereye götüreyim kime ne diyeyim/bir çamlık bulsam bir katran ağacı/bir oyun ipi bulsam bir çay sarnıcında saklansam/kemiğimi sevsem onu senin adınla avutsam/dökülüyor bir kırbacın avuttuğu omuzdan/dökülüyor yarım şişelerden/bir anlamı olmalı bir şairi rüyada görmenin/bir erik dişlemenin bir anlamı olmalı…".

Şairin ‘ışık kesiği’ bakanların yüzünü kanatıyorsa, sonra yeniden taze çiziklerle iyileştirebiliyorsa eğer, orada kalıp hakikatin ruhuyla soluklanmak lazım. ‘Körlüğün’ kara kuyusunu merhametle aydınlatan bir dünya haritasının üzerinde yürümenin insanı sağalttığını kim bilmez? Ne çok şeyi geçici sanıp ıskalar ‘kör’ bakışlarımız: "Mutfak penceresindeki kumrular, tavandaki körpe örümcek ağları, kırık kaldırımlar, tavandaki yaş, ballanmış incir, çatlamış nar, kırık bir pirinç tanesi, elmadaki bıçak eziği, bol ve arsız akasya dalları, bir genç ve güzel kadın bileği, bakkalın şeker küreği, yer çiğdemi, hışırtılı kavaklar, yeni pantolon ütüsü, duvara yapışmış salyangoz izi, yarı buğulu ayna, karınca izleri…". Ne çok ‘bilinç kaybı’ var bu dünyada… Puslu resimler, kristal çağrışımlar, toprağın altından gök kubbeye doğru çınlayan sesler, tabiatın içindeki ‘kör insan’, yırtılmış duygular, biz, hepimiz, hikâyelerimiz Erdem’in zamanı esneten şiir dünyasının varlıklarıyız. Ama bundan korkmuyoruz. O inançları ve hiçliğiyle ısrarı mümkün bir hayat gösteriyor bizlere.

Şairin dermanını kendi gölgesinde arayan dertleri var. O da farkında pekala. Bilebildiği için diyor ki, "bir kere kendini boğmayan söz/oturabilir mi başkasının göğsüne." Şairler bunu sezer sezmesine de böyle göğsü incecik kâğıt kesiğiyle çizerek söyleyebilmek herkese nasip olmaz. Çok eskilerden bir dostun yardım isteyen sesi gibi tınlayan ‘Kör’ şiirlerinin kendi üstüne kapanan utancını, sitemini, acıtan isyanını sevdim. Ben sevdikçe harfler, mısralar fısıldayarak mana denizimde çoğaldı sanki. O sordukça ben titreyerek sarsıldım: "inanmadığın yalan nasıl yeşerecek sesinde/inanmadığın yalan nasıl gülecek yüzünde/yalan soruyor böyle bir yalan hiç hakikat olmasa bile/kime saklıyorsun bu bitimli ömrü/kime saklıyorsun daha kimselere saklamadığını kime."

Sonra ben ona sordum. Ademin özür dileyişini, ‘şiirsiz şairi’, kışı, korkmayı, beklemeyi, son vermeyi, insanın imkânını, iktidarın zehrini, aşkı, acemiliği, dünyanın körlüğünü… Her mısrada durarak, anlama çabasının kıymetini hiç unutturmadan ama salt duygunun ılık rehavetiyle yumuşamadan hayatı kendi dilinin kesiğine tercüme etti Ömer Erdem. Belki sanatını merak edenler ‘poetikasını’ anlatmamı isterdi. Onu uzmanlar yapsın. Ben yapamam, o diri, kırçıllı sesi kör bir bıçakla öldüremem. "Unuttu beni gölgem, gölgem beni unuttu" diyen inatçı dilini ben çözemem. Belki sadece şiiriyle hemhal olanların onun loş mağarasına sığınıp kendilerinin kuytusuna inmelerini isterim.

Erdem ‘Kör’ için yaptığı bir söyleşide şiir algısını şiirinin sesine benzeyen bir ‘çığlıkla’ tarif etmiş: "Şiir aynı zamanda yüksek cüret sanatıdır. Eğer duyuşunuza inanıyorsanız dilinizi kim sınayabilir, kim gölgeleyebilir sizi?" Şairin kendisinden başka hiç kimse, çünkü dediği gibi, "hep bir kişiydim çok gözüktüm söylemedim/leylak ormanında yanmıştım söylemedim." İnsan susarak söylerken kendi derinliğine batmış bir kökten başka nedir ki?

Zaman