Ne varsa ‘Bu Ülke’de var

Kitap
CEMİL MERİÇ Kavga, insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Rüyaları o bayraklaştınyor.Yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar. Mukaddeslerin rengine b...
EMOJİLE

CEMİL MERİÇ

Kavga, insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Rüyaları o bayraklaştınyor.Yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar. Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime, semavî kitapların şeytanı. Ve en tehlikelileri, toprağımızda doğmayanlar. Sol’la sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi. Sol, Latincede meş’um, eski Almancada eğri demek… Cehenneme inen merdiven hep sola bükülür. Sağ, kibar ve imtiyazlı; Rabbin sevgili kulları sağında oturacaklar, diyor Tevrat.

Sol’la sağ’ın yeni bir hüviyetle politikaya sıçrayışı, Fransız İhtilali’yle yaşıt. Napolyon orduları ihtilalin ideolojisini dünyanın dört bucağına taşır; ideolojisini, yani kelimelerini.Avrupa, Fransa’nın mirasını muhabbetle benimser… Aynı manevî iklim, aynı içtimaî yapı.Önce burjuvazinin bayrağıdır sol, sonra dördüncü sınıfın.

Hürriyettir, terakkidir, müsavattır. Sağa türbedarlık düşer; türbedarlık, yani ezeh değerlerin bekçiliği. Hangi ezeh değerlerin? İhtilal, istibdadın tasfiyesiydi; müjdeydi, ümitti, gelecekti. Sağ, daima çekingen, daima korkak, daima sevimsizdir. Çekingendir, çünkü maziyi temsil eder; maziyi, yani keyfiliği, kanunsuzluğu. Korkaktır, zira kanlı imtiyazların ve karanlık istismarların mirasçısıdır. Sevimsizdir, hangi mezarlığı ürpermeden seyredebiliriz? Avrupa’nın son iki yüzyıllık tarihi, sol’un zaferleri, sağ’ın hezimetleri tarihidir. Bize gelince… Hudutlarımızdan salgın bir hastalık gibi girer sol, arazı meçhul bir hastalık. Solcu, ithamların en korkuncu olur… Büyüden meş’um, bedduadan netameli bir kelime. Sağ, daha nazlı, daha utangaç bir misafir. Ne zaman gelmiş, bilen yok! Türk adaleti, kimse tarafından benimsenmeyen bu silik ve şahsiyetsiz kelimeyi pek ciddiye almaz. Ve çeyrek asır nebatî bir hayat yaşar sağ. Sol, demokrasilerin zaferinden sonra yeni bir bekâret kazanır Avrupa’da, günâhlarından arınır. Bizde de kasideler döşenilir, nazenine. Avrupa, bütün cinayetlerini sağ’a yükler. Sağ, yakın tarihin "günahkâr teke"sidir: kilisedir, cehalettir, faşizmdir. Batı’nın en "gerici" partileri bu menfur vasıftan kurtulmağa çalışırken, bizde mukaddesatçıların bayrağı olur sağ: Türk’ün âlicenaplığı…

Filhakika bu kirli ve karanlık kelimenin dünyada bizden başka şefaatçisi, bizden başka elinden tutanı kalmamıştır. Sol-sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı. Sol’un halk vicdanında yarattığı tedailer: casusluk, darağaçları, Moskova; sağ’ın, müphem, sevimsiz, sinsi bir iki hayal. Hıristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizikendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu.

* * *
Gerici Kim?

Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. Tanımadığımız bir dünya bu. İthal malı mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. Gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor.

Ne güzel tarif: "Gerici, bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeğe çalışan (kimse)" (Meydan-Larousse). Tarifin tek kusuru bu ucubenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını söylememesi. Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.

IV Murat’a, Süleyman devrine dön(!) diye haykıran Koçi Bey’den Reşit Paşa’ya kadar Osmanlı Devleti’nin bütün ıslahatçıları gerici. Dante, yaşadığı çağdan iğrenir.

Balzac eserini iki ezeh hakikatin ışığında yazar: kilise ve krallık. Dostoyevski maziye âşık. Dante gerici, Balzac gerici, Dostoyevski gerici! Gerici, ilerici… Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.

* * *
Kelâm, bütünüyle haysiyettir. İlk kitap: hafıza. Şaman veya rahip, yazının icadından sonra da imtiyazlarını titizce korur,fetihlerini uzun zaman yazıya dökmez, nesildennesilden nesile sözle aktarır; sözle, yani nazımla. Sırlar, harflere tevdi edildiği zaman bile sokağın dili kullanılmaz. İlâhiler manzum, büyüler manzum, destanlar manzum. Şairler yoğurmuş dili, düşünceyi şairler uysallaştırmış. Beşiğinde Tanrıların dilini konuşmuş insan. Nazım en olgun meyvelerini verdikten sonra nesir doğmuş. Hantal, ürkek, acemi bir nesir. Nazım, imkânlarını araştıran düşünce: hatalarını bağışlatmak için musikinin yardımına muhtaç; musikinin, yani veznin, kafiyenin. Nazım, ifadenin çocukluğu: sevimli ve serkeş. Nesir, bütün nazımları kucaklayan bir orkestra: girift ve kâmil. Kur’an mensurdur: Şairlerini secdeye kapandıran bir nesir. Büyük nâzımların çoğu, nesirde de büyüktürler:

Namık Kemal ve Hâşim gibi. Ama istisnası bol bir kaide bu: hecenin en usta şairi Rıza Tevfik, nesirlerinde ne kadar derbeder, ne kadar yavan. Genç şairler, nazmın tekzibinden geçseler şüphesiz ki üslupları daha derli toplu, daha tanınan,daha ölçülü olurdu. Heyhat ki, nazım perdazlıgın tiryakilik gibi tehlikeleri de var. Bazen, bütün dikkatini, bütün hünerini nazımda tüketiyor sanatçı; mısra "haysiyet"i oluyor, cümle "haysiyet"sizliği. Oysa kelâm bütünüyle haysiyettir. Bugünkü "düz yazı"nın ne edebiyatla münasebeti var, ne haysiyetle: bed, cıvık, yüzsüz. Kelimeler, ibarenin içinde, tımarhaneden fırlayan akıl hastaları gibi koşuyor. Hepsinin sırtında aynı urba, bakışlarında aynı manasızlık. Nesir yok artık. Nazım var mı ki?…

Argo kanundan kaçanların dili. Uydurma dil, tarihten kaçanların… Argo, korkunun ördüğü duvar; uydurma dil şuursuzluğun. Biri günâhları gizleyen peçe, öteki irfanı boğan kement. Argo, yaralı bir vicdanın sesi; uydurma dil, hafızasını kaybeden bir neslin. Argo her ülkenin; uydurma dil ülkesizlerin…

* * *
Her Kemal yeni. Edebiyatta "yenilik" ne demek? Her kemal yeni, her bayağı fersude. Şiirden şuuru kovan ve nesri, bir saralı "tümceler" tımarhanesine çeviren bu yeni, ne bir cüceler edebiyatı, ne bir mikro-edebiyat: rüştünü idrak etmeden kocayan nesillerin kendi kendini tahrip insiyakı.

Yobazlık, Şark’ın nefis müdafaası. Yobaz, samimiyet, yobaz kendini bir nass’a hapseden idrak; bir nass’a, yani sonsuza.Yobaza düşmanlık, tarihe düşmanlık. Yobaz biziz, en güzel taraflarımızla biz.

İzm’ler Izm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı.

* * *
Karanlıkta kavga olmaz. İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız. Kaosu kos-mos yapan insan zekâsı, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş.İdeolojiye düşmanlık, tek izm’e teslimiyettir: obsküran-tizme. İdeolojiler siyaset dünyasınınharitaları. Haritasız denize açılmır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz.Pusulaya da ihtiyaç var. Pusula: şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar. Gemi ya kayalara çarptı, ya batağa saplandı. İdeolojilerinışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttıgı çılgın sürülerinsavaş çığlığıdır, slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideoloji-sidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabani bağırır, medenî insan konuşur.

* * *
Toprak sarsılıyor!.. Hep birden esfel-i sâfiline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız. İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte, en doğru yol.Bu firar Bir Kabil kompleksi.

Her dudakta aynı rezil şikâyet: yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lâğım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’ninin sanından şikâyetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını "yaşanmaz"laştıranlardır.Türk aydını, Kitâb-ı Mukaddes’in Serseri Yahudisi… Hangi Türk aydını? Kaçanlar ne Türk, ne aydın. Bu firar bir Kabil kompleksi. Sen Bir Az-Gelişmişsin Kıt’alan ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar… Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu.Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, "Ben Avrupalıyım" demeğe başladı, "Asya bir cüzzamlılar diyarıdır." Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: "Hayır delikanlı", diye fısıldadılar,"sen bir az-gelişmişsin."Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir "nişân-ı zîşân" gibi gururla benimsedi aydınlarımız.

* * *
Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asaletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. Genç kuşaklar, Batı’nın bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca Öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.