Korkunç ‘His Kayıpları’

Kitap
A. Esra Yalazan Ben sadece canlıların değil nesnelerin de kaderlerine tabiatın değişmez kurallarıyla sahip çıktığına inanırım. Sevdiğim kitapların doğum öncesine dair tefekküre dalarım bazen. Ne vakit...
EMOJİLE

A. Esra Yalazan

Ben sadece canlıların değil nesnelerin de kaderlerine tabiatın değişmez kurallarıyla sahip çıktığına inanırım. Sevdiğim kitapların doğum öncesine dair tefekküre dalarım bazen. Ne vakit yeşereceğinin yazarın bile bilmediği tohumun onu büyütecek olan ruh iklimiyle nasıl buluştuğunu merak ederim. Dilsiz düşünceler, sakin akan zihin ırmağında duygu parçacıklarına, niyete, eyleme, yok olma ihtimalinin kasvetine, hazza, tatmine, mutluluğa bazen pişmanlığa dönüşürken kimbilir bilincin hangi sıkıntılı dönemeçlerinden geçiyorlar. Henüz gün ışığına çıkmamış yazıların garip serüvenleri de bu cevapsız sorular yüzünden cezbeder beni. Daha birkaç gün evvel bu sayfada yayımlanacak olan yazımın asi sözcükleri, basit bir hata neticesinde kâinatın sonsuzluğuna karıştı. Zifiri bir boşlukta kopuk kuş tüyleri gibi başkalarının hayallerine doğru uçuşuyorlar muhtemelen. Zihnimde oluşturdukları anlam bütünlüğü de parçalandı. Şimdi yenisini yakalayabilmek için başka çağrışımlara sığınıyorum. Bu da yazının bilinmeyen, tarifi neredeyse imkânsız müphem serüveni bence.

Kimsenin dokunamadığı loş bir yer daha var; bilincimizin dürtüleri, bastırılmış arzuları, korkuları, kısık çığlıkları karanlıkta bırakan kısmı. Yaşadığımız sürece bize eşlik eden buğulu bir ses, huzursuz bir sevgili gibi her tereddüt ânında, kendimizden emin olduğumuz tekinsiz zamanlarda kulağımıza bir şeyler fısıldıyor. Bilgiden, inançtan, ahlaktan, alışkanlıklardan, karakterimizden bağımsız ne yapmamız gerektiğini değil ne yaparsak kendi doğrumuzu bulacağımızı sinsice tekrarlıyor sanki.

Cesaret gösterisi ümitsizliktir!

Bilirim, duyguların hırpalayan karmaşasından ziyade aklın çekiciliğine kapılanlar onu pek işitmez. Anlamak zor değil. Sağlam ve güvenli bir duruşla hayatta kalma çabası basit bir tepkidir. Sıradan bir ego bunu buyurur zaten. Kendisi gibi davranamayan ‘gayretkeşlere’ biraz üzülürüm ama yine de samimiyetle merak ederim, kendilerini duymamak için ağızlarını sıkıca kapattıkları o ‘canavarla’ savaşırken yorulmuyorlar mı acaba? Ya da bir gün hayatın acısına çarpıp yırtılan yabancı hislerle yüzleşmekten hiç mi ürkmüyorlar? Bazılarının hayali sadece gerçekten hayalperest olabilmeyi ümit etmek oluyor mesela, değil mi? Mutsuzluğu göze alamadıkları için daha koyu bir mutsuzluğa saplanıyorlar. İç cızırtılarıyla sürüklenen bir hayatın içinde yaşama taklidi yapmak çok zor olsa gerek. Böyle bir cesaret gösterisinin aslında bir tür ümitsizlik olduğunu göremiyorlar mı? Biliyorum böyle keskin tesbitlerle yapılan genellemeler biraz ürkütücü ama okuduğum kitaptan bilincimde tortulaşan düşünceler ancak böyle dile geliyor puslu bir yazıyı diriltirken. Tuhaf bir şekilde ben de şaşırıyorum, yazının her defasında benden bağımsız gelişen buyurganlığına, değişen kaderine.

Kayıp yazıda, Sandor Marai’yi neden sevdiğimi, baharda bütün dünyayla flörte hazırlanan taze bir genç kız misali her yeni kitabıyla karşılaştığımda ruhumu titretişindeki sadeliği anlatmaya çalışmıştım. Üzerinden uğultulu rüzgârlarla dağılan sayıklamalar, gök kubbeden kayıp geçen birkaç üzgün yıldız, şafak vakti belli belirsiz işitilen ezan seslerine karışan dalgın bakışlar geçince duygularımla birlikte cümlelerim de değişti. Hayatın kendisi gibi yenilendiler ya da belki biraz daha eskidiler, kim bilir?

Öteki yanımız başka bir dünyada…

Sandor Marai, Türkçeye çevrilen son romanı Buda’nın Boşanması’nda, ‘his kayıplarını’ ve o kaybı iradesine rağmen yaşayan insanın çaresizliğini anlatmak istemiş esas itibarıyla. Ve her zamanki gibi bunu hırpalayan edebî anlatımıyla yapmış. O ‘derin bilincinin’ kendisine kurduğu tuzaklar yüzünden ansızın sevmekten vazgeçenlerin düştüğü boşluğu okuduğum hiçbir yazarın cümlelerine benzemeyen dürüst bir çıplaklıkla tarif ediyor. Karakterlerindeki eksikliği aşkla tamamlayan insanın uyanış ânında hissettiği sarsıntıyı tarif ediyor. Bizi hayatın köklerine bağlayan aşkın nihayetinde bir düşman gibi hayattan büsbütün koparttığını acımasızca hatırlatması biraz incitiyor ama tam da bu yüzden ona okudukça daha çok bağlanıyorsunuz. Kuşkucu bakışlarını aklınızdan geçenlerden ayırmadan diyor ki, hemen önünüzde duran, çok iyi bildiğiniz bir dünya var ama o kadar kibirli olmayın belki de tanımadığınız öteki yanınız bilmediğiniz bir dünyada soluk almak için can atıyordur ve sizin bundan ödünüz kopuyor.

Bu kitapta da muhafazakâr, inançlı, ahlakçı, sorumluluklarına düşkün, disiplinli bir yargıcın karşına koyduğu ihtiraslı, saplantılı doktor karakteri ve onları bir kadının hayaliyle birbirlerine bağlayan incelikli sorular beni hiç şaşırtmadı. Marai hikâyelerinde aklın oyunlarına tenezzül etmeden incelikli keşiflerle hiç acele etmeden dolaşmayı seviyor. Neredeyse sıkıcı diye tarif edilecek bir erkeğin geçmişine, ailesine, gündelik hayatına dair ayrıntılarla okuru kuşatması da sürpriz olmadı. Onca sarsıntıdan sonra gergin sevgilisinin rahatlamasını bekleyen tedirgin kadınlar gibi sabırla okumasını öğrendim. Her seferinde geleneklerine bağlı yanıyla düzene isyan eden huzursuz ruhunu derinlikli romanlarla buluşturabilmesini hayranlıkla izliyorum.

Israrla sadece Macarca yazdı

Ömrünün çoğunu ülkesinden uzakta, ülkesini işgal eden faşistlere ve komünistlere kızdığı için Avrupa’da ve Amerika’da gönüllü bir sürgün olarak geçiren yazar, elliden fazla romanını Macarca yazdı. Bunu tercih etmesinin sebebi vatanseverlikten ziyade sevdiği dile, dağılan bir imparatorluktan süzülen kadim kültüre olan bağlılığıydı sanırım. 48 yaşına kadar 39 cilt tutan yazılarını ısrarla Macarca yazdığı için kimse onu edebî kimliğiyle tanımamış. İşte ben onun bu deli inadını da çok seviyorum. Böylesine tutkulu bir dil sevdasına, sözcüklerin karın boşluğunu gıdıklayan, kışkırtan, hüzünlendiren tınısı seven, tutkulu bir âşık gibi onu koruyan biri düşebilir. Ve bir yazar ancak böyle sağlam bir köprüyle yaşamayı sevdiği toprakların kokusuna, iklimine, şiirinin tınısına bağlanıp sıradan biri olmayı tevazula kabullenebilir bence.

Marai mesafeli bir tonla her türden sevginin bir sırrından bahsederken bildiğimiz sınırların içinde bütünleşmenin mümkün olmadığını söylüyor sanki. Doktor Grienier, gençlik arkadaşı yargıca yıllarca âşık olduğu karısından boşanmadan bir gece evvel hissettiği hiçleşmeyi itiraf ediyordu: “Ne kadar mümkündür tanımak? Yabancı bir ruhun izini sürebilir misin? Nereye kadar? Uykuya dalıncaya kadar mı, mesela? Peki, ya sonra? Organların kendi içsel işleyişlerine kadar onu izleyebilir misin? Gözlerini kapatması bile gerekmiyor, seninle vedalaşıp, gecenin o diğer boyutuna geçtiği andan itibaren. Evet, farklı boyutları var bizim hayatımızın. Kimbilir belki de o diğer boyutta, zamanın ve mekânın dışında insan daha bir gerçek yaşıyor. Şimdi artık bu boyutun var olduğuna kesinlikle inanıyorum. Orası sadece bizim yani kendine özgü, farklı bir boyut…”

O kırılgan ânını fotoğrafı çekilir mi?

Marai her fırsatta mızırdanarak travmalarına boyun eğen erkeklerin acınası hallerini de incelmiş bir mizah algısıyla tarif ediyor. Sevdiği kadının muğlâklaşmış çocukluk anılarını, sırlarını, bedenini, kalbini, akciğerini her şeyini isteyen bir adamın kendi ruh çarpıklığıyla karşılaştığı anda söyledikleri iç burkucuydu: “İki insanın arasında bir şeylerin kırılıverdiği o ânın fotoğrafını kim çekebilir? Kim o ânı dondurabilir? Kim elle tutulur hale getirebilir? Ne zaman olmuştu bu? Gece herkes uykudayken mi? Ya da bugün öğle yemeğine oturduğumuzda mı? Yoksa eskiden çok eskiden olmuştu da şimdi mi algılıyordum? Ve biz buna rağmen yaşamaya devam mı etmiştik? Zembereği kırıldığı halde, yayı boşalıncaya kadar hareket eden kuklalar gibi bir süre daha var olmaya devam mı etmiştik? İki insanın arasında bir şeyin sona erdiği o ânın binde biri kadar kısa süreyi yakalayabilmek için, bu alacakaranlığı neyle aydınlatmalıyım?”

Sandor Marai, karısıyla birlikte 89 yaşında intihar etti. Lola’dan başka bir kadının varlığına dair bildiğimiz ‘boyutta’ herhangi bir bilgi yok ama onu her okuduğumda sadece ikisinin bildiği, bütün romanlarındaki üçgen yapıya benzeyen acayip bir hikâyeleri olduğunu düşünüyorum. Doğrusu bunu pek merak etmiyorum. Birlikte itinayla mezarlarına götürdükleri ‘mahrem masal’, kimsenin dokunmasına müsaade etmedikleri bağlılıklarında saklıydı muhtemelen. Yıllarca tuttuğu günlüklere, otobiyografik romanına bakılırsa kendini somut ayrıntılarla anlatarak ‘ölümsüzleştirmeyi’ sevdiği anlaşılıyor. Ama onu fanilerden ayıran önemli bir farkla; O acılarını çürümüş bahanelerle örtmeden birbirlerine hiç benzemeyen karakterlere kendinden farklı özellikler katarak yazı sanatını zenginleştirmeyi seçmiş. Edebiyatının gerçekliği usulca oluşuyordu iç âleminde. Aynı şiiri her defasında başka imgelerle yazan bir şair gibi usulca kendi hakikatini keşfediyordu sanırım. Onu gerçekten hissedene kadar…

Tek bir hamle!

Neredeyse bir asır yaşadıktan sonra ölüme kendi isteğiyle giderken zihninden, kimsenin dokunamadığı bilincinin derinliklerinden neler geçiyordu acaba? Yası tutulmamış üzüntünün zamana ihtiyaç duyduğuna inanıyordu belki. Karısına dair kuşkularını anlatıyordu romandaki doktor: “İnsan bir şeyleri bilirdi ve bu bilincindeki şey, onun düşüncelerinde, duygularında, rüyalarında kökler salardı. Sürekli o düşünce olurdu insanın kafasında, hayır, hayır düşünce olarak değil, düşünmezdi belki ama tüm benliğinde olurdu. Sonra bir gün ansızın o şey insanın bilincinde adını koyduğu şeye dönüşüverirdi. O andan sonra bir şey elden gelmiyordu. Sanki satranç oyunundaki gibi, artık tek bir hamlemiz kalıyordu, tek bir hamle. Eğer istersen oyunu terk edebilirdin bu da mümkündü. Tek bir hamle! Hayat bu kadarına izin veriyordu”.

Keşke hayat ona onlarca dile çevrilip milyonlarca insan tarafından okunduğunu, çok sevildiğini, Macaristan’ın en saygın ödülünü aldığını gösterseydi ama belki o kendince doğru bir karar verdi, haklı kimseye yardım edemeyiz. Dediği gibi, kim bilebilir, belki dışarıdan ‘onun çıkarına aykırı’ gibi görünen şey ona lazımdır! Bir insanın ‘çıkarından’ daha gizemli bir şey yoktur şu hayatta!

Evet, ne de olsa insan yalnızdır. Uçuruma tutunan kayalardan kopup yuvarlanırken son bir çatırtıyla toprakta dağılan bir taştan bile daha yalnız. [Taraf]