İpekçi’nin Zamansız Denemeleri

Kitap
Onunla başka bir hayatın mümkün olabilme ihtimaline tutunup ‘rüya alemlerinde’ dolaşmak, merak ettiklerinizin örtüsünü kaldırmak istersiniz. Aynı duanın, ıstırabın, ‘sonsuzluk’...
EMOJİLE

Onunla başka bir hayatın mümkün olabilme ihtimaline tutunup ‘rüya alemlerinde’ dolaşmak, merak ettiklerinizin örtüsünü kaldırmak istersiniz. Aynı duanın, ıstırabın, ‘sonsuzluk’ tasavvurunun içinde olmak maneviyatınızı zenginleştirir. Daha evvel hiç karşılaşmadığınız bir bakışla, papatyaların ılık rüzgârlarla salındığı kırları gösterir size. Bazen tek bir cümlesiyle o ana kadar ‘yabancı’ sandığınız suretinizle ilk kez karşılaşmış gibi ürperirsiniz. Saçlarınızı okşarken zamanın kabuklarını usulca soyup, "Bak der, içinden geçip gittiğimiz bu dünya neye benziyor, bir bak. Onun bir mırıltısı, sessizliği, şiddeti, varlığı rahmetiyle kuşatan yumuşaklığı var. Her gün yanından geçip gittiğin yüzlerde yazılı olan kelimelere, o yüzlerin nuruna bak. Başkalarının acısını kendi acınmış gibi yansıtan kalpleri gör. Şiirin kendisi olabilmek için daha içerden bak." der.
 
Leyla İpekçi’den söz ediyorum. Yıllardır hayatıma, yazılarıma bazen sıkıntılarıma eşlik eden yazar benim arkadaşım. Ama yazıya dair sihirli olan ne biliyor musunuz? O her yazısıyla yeniden keşfettiğim bir yazar benim için. Tanıdığım pek çok usta anlatıcı gibi hislerini, düşüncelerini cümlelere dönüştürürken kendinden taşıyor, değişiyor ve nihayetinde başka birisi oluyor. Ama bu tuhaf değişimi yaşarken her daim kendi kozasında ördüğü ipeksi dokudan besleniyor.
 
‘Gecenin İkinci Rüyası’nı rastgele bir yerinden açıp ortak hafızamıza farklı izdüşümleriyle kazınmış bir yazıyla karşılaşınca, biraz içim burkuluyor ama sonra o harfler sayesinde ‘anı’ yazıyla ebedi kılan sesine bir kez daha hayran oluyorum. Orada masum teslimiyetimizin sebepleri var. ‘Bizi buluşturan dillerde’, başlıklı yazısını okurken kaybettiğimi sandığım saatler, birer birer dökülen güz yapraklarının kanatlanıp semaya yükselmesi gibi canlanıyor yeniden: "Varlıkların adını tek tek… Onları isimlendirmeyi sadece insan bildi. Bu ona ait bir sır. Kalem’in ise insanlığın kaderini yazabilmek için, harfleri bilmesi gerekti. Ezelde. Şimdi, şu ‘anın’ içinde ‘canlı’ olan ezel, insanın iradesi ile kaderini bir’ledi. Aynı anın içinde birbirini gerçekleştiren hakikatlere büründü. Ermenice, Kürtçe, Arapça, Aramice, Latince, İbranice… Tanrısal Söz’ün bize emanet ettiği isimler bize emanet. O’ndan alıp dillendik. O’na en güzel isimleriyle iade edebilmek için.. Önümdeki Ermenice ithafa bir daha bakıyorum Okuyorum onu… Anadilim. İnandığım dil… Aşkın grameri! Ve dallarımda ani bir çiçeklenme".
 
Leyla İpekçi’nin yazılarındaki anlamı bana taşıyan, düzyazıyı genişleten şiirsel tınısı değil sadece. Soruları cesaretle sorabilmenin, durup tefekküre dalmanın, bazen ‘sessizliğin sesiyle’ kaybolmanın, sözü örterek hakikate yaklaşmanın işaretlerini kendi diline tercüme ediyor. Bu kitapta neredeyse her yazının ilk cümlesiyle çıktığım ‘dönüşsüz’ yolculuklarda uzun uzun soluklanmak istedim ve itiraf etmeliyim ki bu coşkulu halime biraz şaşırdım. Daha evvel bir kısmı yayımlanmış olan bu yazıları tekrar okuduğumda ‘zamansız’ olduklarını da keşfettim çünkü.
 
Daha kitabın en başında, "Günlerdir yoldayım. Doğuya gittikçe erken doğuyor güneş. Başka bir zaman mefhumum yok. Bir masalın içindeyim. Geçmişte ya da bugünde. Anlatılmakta olan bir masalda." diyerek başlayan bir yazının peşinde sürüklenirken, anlama ve anlamlandırma çabasının hepimizi ‘insan’ kılan ılık iklimini hissettim. Yazarının söylediği gibi ‘tarihsiz ve isimsiz bir ölü gibi iki taş parçası kalmasın benden geriye’ diye onunla ‘bir’ oldum. Aynı mahallenin cami avlusundaki ulu çınarların gölgeliklerinde oturup onun gibi yalnız ve ‘öteki’ olmanın ne olduğunu düşündüm. Gecenin kötülükleri örten kuytusunda ‘her şey ile her şey’ arasındaki kardeşlik bağını gördüm. Sonra ortak belleğimizin arka bahçelerinde dolaştım bir süre…
 
Ne çok hatıra, kelime, hayal, hüzün biriktiriyormuş meğer insan. Zamanın çemberindeki başlangıç noktasına dönmemizi sağlayan bir iç tutarlılığı var aslında hayatın. Bilginin uğultusundan ziyade kalemini sezgileriyle kullanan yazarlar bunu çok derinden bilir ama kolayca dillendiremez. Ben bu yazıların pek çoğunda manayla genişleyen halkaların içinden geçip kelamın gücüyle çoğaldım. Yazarın kalp gözüyle baktığım her yerde varlıkların ilahi niteliğini görmeye çalıştım. Nihayetinde ‘Gecenin İkinci Rüyası’yla görünendeki ‘görünmeyen’e kavuştum.

Zaman