İnsanın En Büyük Zaferi Çocukluğudur

Kitap
Şiir, öykü, deneme gibi farklı türlerde eserler veren Ayçil, yazdığı metinlerin hangi türe ait olması gerektiğine kafa yormuyor. Denemelerinde hikâyeye yaklaşan anlatımıyla dikkat çeken Ayçil, &...
EMOJİLE

Şiir, öykü, deneme gibi farklı türlerde eserler veren Ayçil, yazdığı metinlerin hangi türe ait olması gerektiğine kafa yormuyor. Denemelerinde hikâyeye yaklaşan anlatımıyla dikkat çeken Ayçil, "Ben bir şairim, düz yazı metinlerim deneme mi, ondan da kuşkuluyum." diyor.

Yenilgiden Dönerken, denemelerinizi bir araya getiriyor. Fakat kitap daha ilk satırlarda okuru bir hikâyeye dâhil ediyor. Sizin için deneme ile öykünün sınırı nerede başlayıp nerede bitiyor?
 
Denemeyle hikâye arasındaki sınırları muğlaklaştıran, bu metinlerin on yılı aşkın bir geçmişi var. Azımsanmayacak bir zaman bu. Kimi tehlikelerine rağmen düzyazılarımda artık böyle bir tarzın oturduğunu söyleyebilirim. Doğrusu, kurduğum metinlerin teknik yanlarına ya da hangi türe dahil olması gerektiğine hemen hiç kafa yormadım. Başladığım günden bugüne, kendiliğinden bir üslup halini aldı bu. Öyle zannediyorum ki ben, öznel deneyimlerimle başkalarının hayatları arasında bir akrabalık kurmaktan alamıyorum kendimi. Ve denemenin kudretli ağzını hikâyeyle köreltme ihtiyacı hissediyorum.
 
Kitabın genelinde eski olana özlem, değişen şehirler ve insanlar, geçmişe doğru yapılan yolculuklar, özellikle de trenle, hatıralar ağır basıyor. İlk bölümde ‘Ben’ ile olan mücadele var. Don Kişot edası da yok değil fakat bir nevi arayış ya da seyr-ü süluk da diyebilir miyiz buna?
 
Geçmişe özlemim yok hayır; biraz paradoks olacak ama ben bu yazıları geleceğimin kapılarında birer giriş kartı olarak kullanıyorum, moda deyimle birer şifre. Gelenin kim olduğunu tanıtıyorum geleceğime. Metinlerde birer hatıra ya da geçmişin iziymiş gibi görünen cümlelerin neredeyse tamamı, unutmamak için bir geriye ket vurma, sürekli hatırda tutma, kendini hayatın dilimlemesinden koruma çabasıyla kurulmuş cümleler. Doğal olarak hatırlayan değil, unutmayan biri konuşuyor. Ve evet, bir seyr ü süluk muhakkak var.
 
Kimi zaman Peyami Safa, Tanpınar, Puşkin’e uğruyor; Bolano, Yunus Emre, Thomas Bernard’ı misafir ediyorsunuz. Bazen kitap kahramanları ile konuştuğunuz, onların da okurla sohbet ettiği oluyor. Bir yerde ise ‘akşamları bile susmayan tuş sesleri’nden şikâyet ediyorsunuz. Harflere güveninizin kalmayışı neden?
 
Mütevazı bir kütüphanem var; her gün birkaç saatimi burada, bu adamlarla birlikte geçiriyorum. Yazılarımı, onların arasında kaleme alıyorum. Bana hiç bulaşmamaları, işime karışmamaları mümkün mü? Şu da var ki, beni okuyanların, sevdiğim yazarları da okumalarını arzuluyorum. Tuş seslerinden duyduğum şikayet, edebiyata ilişkin bir şikayet değil. Alfabeyi çok az kullanan bir dünyadan, iletişimdeki muazzam dönüşüm sayesinde tuş seslerini kötüye kullanan bir dünyaya geçtik. Geceleri neredeyse bütün evlerden tuş sesleri geliyor artık; milyonlarca parmak milyonlarca klavyeye dokunuyor. Bir Q klavye uygarlığı bu. Edebiyat, en uç örneklerinde bile bizi hayatın böğrüne çeker, kelime aradan çekilmek ister. Oysa bu yeni uygarlıkta, hayat bir artık olarak kullanılıyor. Çok fazla kelime dönüyor ortalıkta; nesnelerin başını döndürecek kadar çok. Doğal olarak söz, temsil kudretini kaybediyor.
 
Kitaba da adını veren son yazınızda bir ‘yenilgi çağı’ndan bahsediyorsunuz. Geçmiş zaman güzellemesi mi daha çok bu? Yoksa geleceğe dair bir karamsarlık mı?
 
Hayır, insanın en büyük zaferi çocukluğudur. Gençlikte bu zafer ağacının meyvelerinin büyük bir kısmını koparıp bitiririz. Orta yaştan sonra meyvesiz ağacımıza meyveler satın almaya başlarız. Yenilgi çağı böyle başlar. Yeryüzü uygarlıkları da yaşlandı artık; en iyi becerdikleri iş, sövelmiş gövdelerinden çıkan yaşlı dallara sürekli meyve bulup iliştirmek. Buna, yaşamın kurgusal ikamesi de diyebiliriz. Şairler, çocukluktan, yani o zafer çağından kopmanın ne demek olduğunu iyi bilirler. Dünya size dokunmaz olur artık. Dervişler de iyi bilirler bunu. Yunus niçin gidip çiçekle konuşuyor? İnsan sürekli yenilmededir. Uygarlıklar sürekli yenilmededir. Yeni doğan çocuklar, şairler ve her türden dervişler hariç. Onlar taze meyvelerle katılırlar aramıza. Hayatı biraz olsun onarırlar, alfabeyi biraz olsun onarırlar, aşkı bile onlar onarırlar.
 
Füsun Akatlı bir yazısında günümüzde ‘her yazılanın deneme sayıldığı’ndan yakınıyordu. Deneme öyle kolay yazılıveren bir tür olarak görülüyor. Nedir deneme olanla olmayanın farkı?
 
Ben bir şairim, düz yazı metinlerim bir deneme mi, ondan da kuşkuluyum. Biraz önce söyledim, yazdıklarımda deneme ve hikâye iç içe. Bunları iç içe geçiren de şair yanım. İnsanlara çok hususi mektuplar yazdığımı düşünüyorum. Ama gerçekten de ‘deneme’ sınırları çok geniş bir tür. Makaleyle bilimsel metin arasında işleyen koca bir alan. Denemeyi kaleme alan kişiye, ilgilerine, hatta uzmanlık alanına göre halden hale girebiliyor. Belki de bunun için deneme diyoruz. Kuşku yok ki, her metin gibi denemenin de onu edebiyatın içinde tutan soyut ama ehli tarafından hemen anlaşılabilecek bağlamları var. Olanla olmayanın farkı, okuyunca, "olmuş" dememizdir. Tıpkı şiir, hikâye ve romanda olduğu gibi.

Denemenin bugününü nasıl görüyorsunuz? Dünya ölçeğinde bir Türk denemeciliğinden söz edilebilir mi?
 
Türk edebiyatının her dalında, dünya ölçeğinde metinler kaleme alınıyor. Çevrilip, dünya okuruyla buluşturulamamasının iki sebebi var: Birincisi, Batı’nın kültürel tercihlerini dayatması, ikincisi, ülkenizin uluslararası prestiji. Bu iki kapı da daha fazla aralanıyor artık. Rusların, Nurdan Gürbilek’in "Mağdurun Dili"nden; İranlıların, Ahmet Hamdi’nin "Beş Şehir"inden öğrenecekleri var.

Zaman