Dost Meclisi Kendi Hikayemde

Kitap
Bahar Çuhadar Akıllardaki yeri ‘Hatırla Sevgili’ ve ‘Barda’dan. Şu sıra TRT’deki ‘Sen de Gitme’de rol kesmekte. Zaytung takipçileri, ‘Haberler’in ...
EMOJİLE

Bahar Çuhadar

Akıllardaki yeri ‘Hatırla Sevgili’ ve ‘Barda’dan. Şu sıra TRT’deki ‘Sen de Gitme’de rol kesmekte. Zaytung takipçileri, ‘Haberler’in sunucusu olarak biliyor onu.

Sizi oyuncu olarak tanıyorduk. Yazı ne zamandan beri hayatınızda?

Düzenli yazmaya altı yıl önce başladım. Psikoloji formasyonundan geliyorum. New York’ta psikoloji master’ı yapmıştım ve dönüp çalışmam gerekiyordu. Ne yapacağıma karar veremediğim bir dönemdi. Zihnimde bir dünya oluşmasıyla bir şeyleri yazma ihtiyacı hissettim ve bunu ful time iş gibi yapmaya başladım.

İstanbul Üniversitesi’nde psikoloji okurken Studio Oyuncuları’na devam ediyordum. Lisede okulun tiyatrosundaydım. New York’ta da küçük bir oyunculuk stüdyosuna devam ediyordum. Woodstock Festivali’nde ‘Romeo Juliet’te, Juliet’i oynadım. Bunlar motivasyon kaynağı oldu. Galiba hep istediğim, oyuncu olmaktı ama psikolojiyi de çok severek okudum. Yazmaya başladım bu arada. Tabii profesyonel olarak oyunculuk yapmaya başlamak çok kolay olmuyor her zaman. Ruh sağlığımı korumak açısından çok iyi geldi yazmak. Bir anlamda zaman da kazandırdı. Çünkü ailem sormaya başlamıştı, “Ne yapacaksın kızım?” diye…

‘Şaşaalı Şehir’ nasıl çıktı?

Başka şeyler yazmaya başlamıştım ama ilk neticelendirdiğim bu oldu. Altı yıl öncesinde gerçekten çok düzenli bir şekilde bunu mesai haline getirip, içimde oluşanları aktarmak istedim. Romandaki sahneler oluştukça, onları yazıya döktükçe tuhaf bir heyecan aldı beni. Sıkıntılı da bir süreç… Her zaman “Aman ne güzel, kafamdakileri döküyorum” şeklinde olmuyor.

“Büyük şehirde tutunmaya çalışan kızla oğlanın hikâyesini anlatayım” diye mi başladı?

Büyük bir şehirde tutunmaya çalışan ama bu gayret esnasında da çok da fazla oradaki olanaklardan istifade edemeyen, bununla bir tür mücadele içerisinde olan kişilerin hikâyesini anlatmak istemiştim. Ama bunu da okuyucuyu, şehir insanının yalnızlığı gibi bir takım klişelerle karşı karşıya bırakmadan, eğlenceli bir halde anlatmak istedim. Oluşturduğum karakterler de işimi kolaylaştırdı. Bir süre sonra absürt olaylar gelişmeye başladı. Her şeyi tam kafamda planlamamıştım. Üçlünün arasındaki ilişkiler birazcık olayların gelişmesine yardımcı oldu.

Genç kadın karakteriniz oyunculuk yapma çabasında. İnsan yazarın oyuncu olduğunu bilince, onun da oyunculuk serüvenine de dokunan bir hikâye beklentisine giriyor…

Öyle bir düşüncenin oluştuğunu tahmin ediyorum. Olmasına da biraz izin verdim, ismini ‘Şaşaalı Şehir’ koyarak. İlk cümleler de o şekilde: “Size çok güzel bir hikâye anlatacağım. Size fena olmayan bir hikâye anlatacağım. Peki tamam, size eften püften bir hikâye anlatacağım” diye. Hani böyle, “Aman neler olacak burada?” izlenimi vermek istedim, adıyla. Küçük, naif bir hikâye anlatıyorum. Kitabın içinde ne var ne yok diye bakmaya başladığı anda, çok da öyle kitabın adındaki gibi bir şey çıkmayacağını, daha naif bir şeyle karşılaşacaklarını sezdirmek istedim.

Mizahi bir dili var romanın. Dalgacı, vurdumduymaz bir üslup… Zaytung’da ‘Haberler’i sunan ekiptesiniz bir yandan. Oradaki rolünüzün de romandaki mizah durumuna etkisi olmuş mudur?

Orada haber sunuyorum. Belki de mizah yapımız çok uyuştuğu için ekiple bir aradayız. Hayatı kolaylaştıran bir yanı da var mizahın. Bu kitabın dili böyle oldu. Olayların gelişimi ve karakter yapısı açısından da yerli yerinde oldu. Ama diğer işlerde ne yapacağımı bilmiyorum. Mizah, bu oranda olmayabilir.

Siz kimleri okursunuz?

Orhan Pamuk’u çok severek okuyorum. Dostoyevski’leri… Salinger önemli yazarlardan biridir. Hatice Meryem’i çok severim. ‘Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun’ çok özel bir kitaptır benim için. İnsanın canını yakan bir dili var. David Lodge’u severim.

Hiç duymamış birine nasıl anlatırsınız romanı?

Yakın olduğum birisiyse, “En alasından kitap yazdım, almadın mı daha!” diye çemkiriyorum (gülüyor). Çok iyi tanımadığım birisiyse, mevzu geçerse “Böyle böyle bir kitabım var, eğlenceli bir dili olduğunu söylüyorlar. Tavsiye ederim” diyorum.

Şu çok hoşuma gidiyor. Tebessüm ederek yazdığım bölümler vardı. Oralarla ilgili okuyanların da gülüp eğlendiğini duyduğumda acayip keyifleniyorum. Kendi uydurduğum bir şey gerçek olmuş da bir dost meclisi olarak, hep beraber onun içinde dolanıp duruyoruz gibi hissediyorum. Tanımadığım insanlarla bir iletişim varmış gibi… Bu herhalde her yazar kişinin hissedeceği türden bir şey. Ama bu benim için yeni olduğundan çok heyecan verici.

Naif ve eğlenceli bir öykü…

Nisan, Selçuk ve Efe. Fırıncıda çalışan bir oyuncu adayı, vücut geliştirme şampiyonasından alacağı ödülle iş kurma hayalleri kuran bir erkek ve kızlarla ilişkisi hafiften arızalı, hayranı bol, genç bir çizer. Üçünün yollarını kesiştiren, yazarın ismini açık etmediği, İstanbul olduğunu kuvvetle tahmin ettiğimiz ‘şaşaalı bir şehir’. Meltem Parlak ilk romanında ufak, naif, tatlı bir öykü anlatıyor. Evliler dünyasına katılalı üç, beş gün olmuş genç çift Nisan ve Selçuk’un daha baştan ‘tükenişe geçermiş gibi görünen’ ilişkisine, küçük ve kırık bir aşk öyküsüne, gelecek endişelerine, şehir hayatındaki sıkışmalara davet ediyor okuru. Sürprizi sona saklayarak… Beklenmedik bir atakla her şeyi tersine çevirerek… Kendisiyle de karakterleriyle de inceden dalga geçerek… Genç yazarın kurduğu dünyaya girmek, bilhassa herhangi bir fiyakalı şehrin ‘yenilerine’ iyi gelecektir… [Radikal]