‘Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’

Kitap
Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, Mahir Ünsal Eriş’in ilk öykü kitabı. Temmuz ayında İletişim Yayınları’ndan çıktı ve sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla bu kısa süre içerisinde okuyuc...
EMOJİLE

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, Mahir Ünsal Eriş’in ilk öykü kitabı. Temmuz ayında İletişim Yayınları’ndan çıktı ve sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla bu kısa süre içerisinde okuyucusunu yakalamayı başardı.

İlk bakışta ismi çarpıcı geldi bana. Bizim kuşağın arabeski anlatışı dışarıdan ve biraz da aşağılayarak gerçekleştiği için genelde, nasıl bir dünya acaba bu kitaptaki diye merak ettim. Matrak birşeyler bekledim ama çok daha fazlasıydı okuduğumda içimde kalan. Matrak bir taraftan ama bir o kadar da gerçek. “Yok artık bu kadar da olmaz” dedirtecek hikayeler yok içinde. Gerçek yani; her an herkesin başına gelebilir, çok sıradan hikâyeler o kadar sade ve akıcı betimlenmiş ki, hikâye kahramanları birdenbire bir tanıdığınızın yerine geçiyor daha ilk öyküden itibaren. İlk hikâyedeki Serkan, insanın vicdanına öyle bir yerleşiyor ki, kitabın devamını Serkan’ı, çocukluğun en yakın arkadaşını, kaybetmenin kederiyle okumaya devam ediyorsunuz. Serkan’ı kaybetmiş olmak zamansız büyütüyor da sanki okuyucuyu, hüzünlü bir çocuk yazıyor kitabın devamını.

Âşık bile olmadan, öyleymiş gibi, biraz ilgi ve sevgi için ona yaklaşan adamları beklemeye alışmış Gülderen bile çok umursamıyor çocukluğundan beri yaşadığı kaderi bir kere daha yaşadığında. Kâğıt helvasını alıp, martılara sövüp yürüyüp gidiyor. Gülderen acındırmıyor kendine hiç. O zaten bunu yaşıyor, dertlenmeye gerek yok. Arkadaşını kaybeden çocuğun, akşam ezanına kadar nasıl oyalanacağına dertlendiği kadar dertleniyor en fazla. Hiç kimse baştan kaybedilmiş hayatları dolayısıyla, kahrolmuyor. Onu aldatan kocasının kredi kartını alıp boşanma öncesi son bir maddi tahribat yaratmak motivasyonuyla check-up yaptıran kadının, kanser olduğunu öğrenmesinin trajedisini kadın diri memelerinin derdine düşmesiyle unutuyor, bu talihsizliğine içiniz burkuluyor sadece, o kadar. Çünkü o, sayıp sövdüğü doktorun muayenehanesinden kaçmış çorabına dertlenerek çıkıyor.
Hayatının hatasını telafi etmek için eski sevgilisiyle Erdek’te bir çay bahçesinde buluşan adamın sonu, olabilecek en absürd şekilde sonuçlanıyor. Eve giren hırsız, iç acısıyla yazılan bir mektubu çalıp çıkıyor evden. Bu naif, sıradan insanların başına gelebilecek, talihsiz tesadüfler anlatılıyor bize. Acıyla değil ama ince bir gülümsemeyle okunuyor bu küçük kıyametler.

TALİHSİZ SERÜVENLER TOPLAMI

Mahir Ünsal Eriş, hep en talihsizleri anlatmış. Bir binaya tuvaletini yapmak için giren adamın örgüt üyeliğinden yıllarca hapis yatmasını mesela. Çocuk aklıyla sevdiği adamların uyuşturucu kaçakçısı ya da “Kahrolsun Oligarşi!” diyen bağıran bir “terörist” çıkmasının çok önemi kalmıyor öykülerde. Önemli olan Ringo’nun getirdiği kremalı bisküvi ve meyve suyunun tadı ve Bilye Hikmet’in akşamları çaldığı kulaklara zarar udun tadının okuyucunun ağzında bıraktığı lezzet oluveriyor. Çok güzel hikâyeler kaleme almış Mahir Ünsal Eriş, ama daha önemlisi çok güzel adamları çok güzel bir akıldan ve dilden anlatıyor.

Kahramanlar vicdanlarıyla hem çok iç içeler hem de sanki başlarına gelen hiçbir şey onları çok da hırpalamazmış gibi. Zamanında, bir öğrenci evinde, bir çantadan çaldığı paranın diyetini sokaktaki yoksullara dolarlarla ödemeye çalışan adamın ezikliği öyle mesela. Hem vicdan azabı içinde hem de ödeyip kurtuluyor ama sonuçta. Boşanmanın yarattığı ezikliği anlamaya, anlatmaya çalışan adamın “ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum” demesi ve ruh karışıklığını bir midyecinin yanına gittiği an atlatmış olması hem çok sıradan, hem çok sıra dışı yapıyor bu insanları. İlk âşık olduğu, annesi hasta kızla geçirdiği karpuzlu, denizli şahane yaz anlatısında akılda kalan ilk aşkın çocukça aklı ve o yılki dünya şampiyonasında Almanya’nın Arjantin’i kupadan etmesi oluyor. Sonunda küçük kızın yazık hayatına, çocuğun ilk aşkını yitirişine değil de o çocuk aklın savruluşu ve çabuk avunmanın hafifliği kalıyor.

Hikâyelerin sonu hep birdenbire, bıçakla kesilmiş gibi. Açık kapı bırakıyor okuyucuya acaba Gülderen’e, Fidan’a, Erdek’teki âşık adama ne oldu diye düşünmek için. Kimse başına gelenlerin acısıyla kahrolmuyor, kahroluyorsa da bunu gerçek hayattaki gibi yapıyor olmalı ki, önemli olan kısmı bu olmuyor hikâyelerin. Bir öyküden diğerine geçerken bir an durup ne olmuştur ki acaba dedirtiyor. Çarpıcı sonlar yazmayı iyi biliyor Eriş.
Bir şey daha var bana çarpıcı gelen. Her şey çok çabuk oluveriyor hikâyelerde. Çünkü birinin başına gelmiş olan hikâyeyi sohbet sırasında ballandıra ballandıra bir arkadaşına anlatıyormuş gibi bir üslubu var Eriş’in. “Bak ne duydum, sana da anlatayım” der gibi.

Kalabalık bir edebiyat değil, sohbeti güzel bir arkadaşı sabaha kadar dinlemek gibi. O günden sonra da sokakta, yolda, evde aklına gelivermesi gibi hikâyesi anlatılan kişilerin.
Memleketin zaten yoksul olduğu, ama çocukluğu o yoksulluk sayesinde zengin geçmiş çocukların hikâyelerini bu kadar insanî, bu kadar sade anlatmış bir kalemden okumak büyük keyif. Baştan kaybetmiş çocukların, yoksulluktan yırtsa bile dünyaya bakan güzlerinin hep o Bandırma sahilinde kalan kafasını sevdim. Yazık olmuş ablalarının hayatları için üzülen o küçük çocukların hep o sahilde ağladığını hayal ettim. Hiç kimse büyümemiş. Aslında hâlâ aynı mahallede, birbiriyle kesişen küçük kıyametlerini birlikte yaşamışlar gibi. Ben de aslında orada onlarla birlikteymişim gibi.

Kitabın arka kapak yazısı

“Abim Atatürk’ü çok severdi, bense Allah’ı. Babam, annemi ve Galatasaray’ı severdi, annem de Ringo’yu. Babam yorgun bir adamdı. Gündüz vardiyasındayken her gün, çalıştığı taşocağında sanki onca kayayı sırtına vurup ordan oraya sürüklemiş gibi, kalan son canıyla eve gelir, çoğunlukla da tek kanallı televizyonun bitmek bilmeyen ana haber bülteni sona ermeden uyuyakalırdı, akvaryumun karşısındaki ikili koltukta.”

Yaz bitince kalabalığın günbegün seyreldiği, ahalinin biz bize kalıp bıkkınlıkla merabalaşıp mahsunlaştığı, her gürültünün ikindi vakti ağır usul söndüğü bir sahil şehrini düşünün… Boş masaları döven yağmurları, kirlenmiş kıyıları, eprimiş güneş şemsiyelerini… Buna, seksenli yılların sakaletini, iğreti kaygılarını, katıksız korku olan çaresizliğini ekleyin.

Mahir Ünsal Eriş, bir sahilde oturmuş, can sıkıntısından esneyen, kendi çocukluğuna bakıyor; renkli, yuvarlacık, pütür pütür bir çocukluk anlatıyor bize. “Komen! komen!” diye ateş eden oğlan bebelerini, mobiletleri, leblebi tozunu, Kaynanalar Parkı’nı, Kız Meslek’in kızlarını, Klinsmann’ı, Evrenos’u, Allah’ın yanına aldığı iyileri, kale zindanındaki prensesleri resmediyor.

Yoksulluk, hoyratlık, yalnızlık, gamsızlık, kırk mumluk sarı ampulün ışığında belli belirsiz görünüp, kayboluyor. Merhamet, taşraya uğramadan Kaf Dağı’na gidiyor…

Canlı, anlatma iştahıyla dolu yeni bir ses var karşımızda. Eriş, soba boyasıyla boyanmış hikâyeleriyle edebiyat şehrengizinde… Mağlup ama baştan kaybetmişliğini bilen bir hınzırlıkla sırıtıyor okuruna…

Leyla Soysal
Stargazete