Abdulhamid kimsenin kuklası olmadı

Kitap
Osmanlı tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan François Georgeon, Sultan Abdülhamid kitabında, Batı’nın her türlü oyununa rağmen toprakları için mücadele veren padişahın portresini çiziyor....
EMOJİLE

Osmanlı tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan François Georgeon, Sultan Abdülhamid kitabında, Batı’nın her türlü oyununa rağmen toprakları için mücadele veren padişahın portresini çiziyor.

Osmanlı İmparatorluğu tarihi ele alınırken üzerinde en çok tartışılan sultanlardan birisi kuşkusuz II. Abdülhamid’dir. "Ulu Hakan" ya da "Kızıl Sultan" olarak sıfatlandırılıp, tarih yazımı ekollerinin kahramanı ya da düşmanı sayılageldi.

François Georgeon İletişim Yayınları’ndan çıkan kapsamlı "Sultan Abdülhamid" adlı biyografisinde, kendi döneminin ve imparatorlukların ulus-devletlere dönüştüğü sürecin bir aktörü olarak Osmanlı padişahını anlatıyor. İktidarını otoriter bir biçimde korumaya çalışan Abdülhamid’le, muhafazakâr modernleşmeci bir padişahın imparatorluğu eski gücüne kavuşturma telaşına eşzamanlı olarak bakıyor.

Georgeon, bu süreçte yaşanan siyasal ve diplomatik gerilimler kadar II. Abdülhamid’in kişiliğini etkileyen faktörleri de inceliyor. İmparatorluğun ihtiyaçları ile padişahın bu ihtiyaçları nasıl karşılamaya çalıştığını işliyor. Klişelere itibar etmeyen bir bakışla, kalıplaşmış sıfatların dışında bir hükümdar portresi çiziyor. İşte o portreden sizler için seçtiğimiz bölümler..
Yetkileri sınırlıydı

Abdülhamid bu geniş imparatorluk üzerinde kadir-i mutlak bir hükümdar olarak saltanat sürmüştür. Hiç kuşkusuz Osmanlı tarihinde onunki kadar geniş bir erki elinde toplamış başka bir padişah yoktur. Batılılar, Osmanlı sultanlarını çoğunlukla mutlak hükümdarlar olarak tarif etseler de, aslında Hünkâr’ın yetkileri yeniçeri, ulema ve 19. yüzyıl başından itibaren de bürokrasi tarafından sınırlanmıştır.(sf.14)

Evinin mutlak hakimi

François Georgeon’un tespitlerine göre iktidarın Sultan Abdülhamid’in şahsında yoğunluşması saltanatın ilk yıllarıyla başlar ve 1890’ların ortalarında bu süreç fiilen tamamlanır. Yazar bu noktada şu açıklamayı yapıyor: "Saray içinde de iktidarı sınırsızdır. Osmanlı hanedanı hiçbir siyasi rol üstlenemez, gerek Valide Sultan gerekse Abdülhamid’in erkek kardeşleri çok sıkı bir gözetim altında tutulurlar. Harem ağaları siyasi nüfuzlarını uzun süredir yitirmişlerdir, sultanı denetleme veya gözetim altında tutma olanakları kalmamıştır. Sultan, ‘evinin’ mutlak hâkimidir."(sf.203)

Taşraya modernliği taşıyanlar

Yazara göre Sultan Abdülhamid’in sürdürdüğü taşra politikasının amaçları şöyle özetlenebilir: Valilerin bölgesel bir özerkliğe yol açabilecek kadar iktidar sahibi olmasını engellemek; yabancı güçlerin vilayetlerin iç işlerine karışmalarını engellemek; vilayetleri mümkün olduğunca sağlam bir biçimde merkeze bağlı tutmak. Valiler ve onlarla birlikte çalışanlar, bulundukları bölgenin ahalisine İstanbul’da onları kollayan bir halife-sultan bulunduğunu bildirmelidirler. Bir görevleri de, biraz sömürge idarecilerini andırır bir tarzda, ilerleme, hijyen ve emniyet götürmeleri gereken vilayetlerde modernleşmenin taşıyıcıları olmaktır.(sf.243)

Dönemin anahtar sözcüğü

Dönemin anahtar sözcüklerinden biri ahlak’tır  Aslında muğlak bir terimdir bu. Ahlâk’tan söz etmek, Batılılaşmanın aşırılıklarını, yeni töreleri, kadının serbestleşmesini, alkol tüketimini, dinsel kurallara uyulmamasını, her türlü sapkınlık biçimini, bunların hepsini bir arada mahkûm etmek anlamına gelir. Ama aynı zamanda dinin ahlâki ve medeni içeriğini, toplumsal ahlâk yönünü, geleneksel değerlere saygıyı, vazife duygusunu, fazileti, yaşlılara ve yönetenlere gösterilmesi gereken itaati iktidar adına ele geçirmeyi sağlar. Abdülhamid’in topluma dayatmaya çalıştığı tüm "manevi ve ahlâki düzen" bu terimin ardında gizlidir.(sf.272)

Osmanlı’nın hayatta kalmasının dört koşulu

Ruhani ve evrensel halife unvanını sahiplenen ye bu makamın "İslâm’ın koruyucusu" niteliği üzerinde ısrarla duran Abdülhamid, Kutsal Yerler’e seleflerinden de fazla önem verir. Buraların iyi korunması, Hicaz’daki Osmanlı egemenliğinin sürdürülmesi, hatta güçlendirilmesi, hacıların hiçbir engelle karşılaşmadan Medine ye Mekke’ye gidebilmeleri, bu kentlerde sağlık kurallarına uyulması onun açısından temel konulardır. Sultan, kendisiyle birlikte mesai yapanlara yönelik bir muhtırada, imparatorluğun hayatta kalabilmesi için yazgeçilmez olarak gördüğü dört koşulu şöyle sıralıyordu: İslâm’ın korunması, hanedanın devamı, İstanbul’un payitaht olarak elde tutulması ve Mekke ile Medine’nin muhafazası.(sf.278)

Avrupalılar’ın iki büyük korkusu

Georgeon kitabında, "Dönemin Avrupalıları açısından İslâm’ın kutsal yerleri, Avrupa düzeni açısından yıkıcı fikirlerin şekillendiği bir odaktır" diyor ve ekliyor: "Çağdaş bir tarihçinin ifadesiyle, Avrupalılar bir ‘Hicaz connection’dan çekinmektedir. Mekke’den sonra Yıldız da Müslüman yıkıcılığın bir diğer odağı olarak belirir."(sf283-284)

Çadırımızı sırtlanların geçiş yerine kurmuşuz

Abdülhamid hatıratında, "Allah bize sulh ve sükûnet nasip etsin!" der ve yakınır: "Fakat büyük devletler, geniş teşkilatlı imparatorluğumuzu inşa edecek ne zaman bıraktılar, ne de sükûnet!" Sonra devam eder: "Bize de hiç olmazsa on senelik bir sulh tanınsa Japonların (Meiji devriminin başlangıcından beri) o kadar methedilen terakkilerini biz de yapabilirdik. Onlar Avrupalıların pençelerinden uzak olduklarından, bize nazaran bahtiyardırlar, emniyet içinde yaşamaktadırlar. Maalesef biz, tam Avrupalı sırtlanların geçiş yerine çadırımızı kurmuşuz."(sf.297)

Yabancı sermaye müdahaleyi önler

Abdülhamid, imparatorluğu modernleştirme işini hayata geçirebilmek için Avrupalıların yardımına, becerisine ve sermayesine ihtiyacı olduğunu bilmektedir. Bu nedenle imparatorluk ekonomisini kalkındırmanın tek yolu olan yabancı sermaye gelişine karşı değildir. 1880’de Nâfıa nazırı Hasan Fehmi Paşa’nın sunduğu geniş bayındırlık işleri lâyihasında, demiryolları yapımı için yabancı şirketlere imtiyazlar tanınmasının tavsiye edilmesi anlamlıdır.  Abdülhamid, eğer Büyük Güçler’in Osmanlı İmparatorluğu’nda çok yönlü çıkarları olursa, "hasta adam"ın işini bitirmekten kaçınacakları kanısındadır.(sf.327)

Mezhepler arası gerilimi artıranlar

Abdülhamid’i en çok endişelendiren, misyonların çoğalması ve yabancı okulların gelişmesidir. Devletin elindekilerden çok daha üstün maddi ve mali olanaklara sahip bu okullar Osmanlı kültüründen kopuk öğrenciler yetiştirmektedir. Vurguyu etnisiteye yapan, Osmanlı toplumu içine mezhepçiliği sokan misyonerler, imparatorluk içindeki etnik ve dinî bölünmeleri derinleştirmek, sadece Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında değil, farklı Hıristiyan mezhepleri arasında, genelde cemaatler arasında gerilimleri artırmak tehlikesini de beraberlerinde getirmişlerdir.(sf.329)

Arapların unuttuğu gerçek

Özellikle Suriye’deki eşraf ve âyana dayanan, çok sayıda Arap gencini İstanbul’daki okullarda öğrenim görmeleri için getirten -birçok milliyetçi Arap önderi bu okullarda yetişti ve Osmanlılığın izlerini taşıdılar-
Abdülhamid, Arap milliyetçiliğinin de gizli kurucularından biri oldu. Günümüzün Arap milliyetçileri bu açıdan ona borçlu olduklarını unuturlar, çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu Abdülhamid’den sonra Jön Türklerin Arap vilayetlerinde yürüttüğü baskı ve Türkleştirme politikasıyla karıştırırlar.

Haber7.com