“Zihinsel Hicret’e İhtiyacımız Var”

İslam
"Fiziksel hicret bir defaya mahsustu, oldu, bitti. Bugün yapacağımız hicret, zihinsel olandır. İçtenlikle, ‘Ben buyum ve yaşantım bunu gerektirir’ mülahazasıyla yapacaksın" diyen...
EMOJİLE

"Fiziksel hicret bir defaya mahsustu, oldu, bitti. Bugün yapacağımız hicret, zihinsel olandır. İçtenlikle, ‘Ben buyum ve yaşantım bunu gerektirir’ mülahazasıyla yapacaksın" diyen Özdenören, her Müslüman’ın bu anlayışa talip olması gerektiğini belirtti.

Röportajın dün yayınladığımız bölümünde ‘Mavera’, ‘Diriliş’ ve ‘Edebiyat’ gibi ‘efsane’ dergilerin serüvenini anlatan ünlü yazar Rasim Özdenören, bugün ise ‘öykü’ ve ‘hikaye’ ile örülü hayatındaki ilginç anıları paylaşıyor.

Başbakan Erdoğan’ın ‘dindar nesil yetiştirme projesi’ konusunda ne düşünüyorsunuz?

Genelde muhalifler tepkiyle karşıladılar ama tepki verecek bir şey değil bu. Mesela bir sosyalist parti, "Biz Sosyalist bir gençlik yetiştirmek istiyoruz" deseydi tepki duyacaklar mıydı buna? Partinin programı bu. Tepki duyacak bir şey yok. Orada üzerinde durulacak nokta, ‘yetiştirme’ kelimesi…

Yetiştirilemez mi? 

Burada, belki bu ‘yetiştirme’ kelimesi sakıncalı duruyor. Şu andaki problem; adına laik dediğimiz fakat aslında laik olmayan, seküler de olmayan, adını koymamızın çok zor olduğu bir siyasal, toplumsal düzlemin üzerinde bulunmamız. İki arada bir derede kalmışız. Böyle bir düzlemde bir siyasî partinin yetiştireceği dindar nesil acaba nasıl bir ürün verir? Bakın, ‘ürün’ diyoruz, sebze gibi… Her neyse, içinde bulunduğumuz düzlemi kökten değiştirmedikçe sonuç vermeyecektir. Konuyu temelden ele almak istediğimizde neresinden tutacağımız belli değil. Diyelim ki yetiştirmeye kalktık. Bu adam hangi bilgi ile beslenecek, sokakta bir tür bilgiyle, evinde başka tür bilgiyle beslenecek. Yaşayacağı ahlak da aldığı fikriyata uygun olacaktır.

"Elhamdülillah Müslüman’ım" diyen fakat İslam’dan uzaklaşmış, seküler düzenin bütün müesseselerini, alışkanlıklarını benimsemiş toplumumuza eleştirileriniz var, fakat ‘bu insanla yola devam edeceğiz’ diyorsunuz. Nasıl devam edeceğiz? 

Bu insan kendisini laik olarak kabul ediyor fakat laik değil. Çünkü Türkiye’de laiklik yok. Bunu eleştiri için söylemiyorum. Laiklik eğer kilise otoritesi ile devlet otoritesinin birbirinin işine karışmaması hususunda bir uzlaşmanın adıysa, bu anlamda bir laiklik yok Türkiye’de. Elimizdeki insan Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ortamında yaşadığını sanıyor, laiklik hakkındaki telakkileri yanlış. Ama iyi kötü mektepte laik olduğu benimsetilmiş; o benimsediği istikamette kendi fikriyatına ters gelen şeyleri düşündüğü zaman bunu laiklik karşıtlığı olarak algılaması gerekiyor. Bunda da haksızlık ediyor. Müslüman olduğunu söylüyor ama İslam hakkındaki bilinci de olgunlaşmış değil. "Elhamdülillah Müslüman’ım" diyor, biz haliyle onu Müslüman olarak kabul etmek durumundayız. Ama bu insan şayet Müslüman’sa İslam’ın gereklerine göre bir hayat tarzı sürmesi beklenir. Böyle bir hayat tarzı da yok yaşadığı düzlemde.

Nasıl kurulabilir bu hayat tarzı? 

Keşke bunun pratik bir reçetesi olsaydı da verseydim! Böyle İslam dışı bir toplumda yaşayan fakat kendini Müslüman olarak tanımlayan bir bireyin karşısına çıkacak handikaplar var. Faiz yiyecek mi, yemeyecek mi? Taksitli alışveriş yapacak mı, yapmayacak mı? Bunlar gündelik hayatta karşısına çıkan problemler. Bunların cevabını Hayrettin Karaman hocamıza sorup cevabını alabilirler. Ama biz taksitli satışı içimize sindiremiyorsak, faizle iştigal etmeyi sindiremiyorsak, o zaman faizsiz bir düzene talip olacağız. O düzenin gereğini yerine getireceğiz. İslam dışı bir toplumda yaşayıp arkasından da İslam dışı toplumun getirdiği problemlere İslam’dan cevap almaya kalkışırsan bu yanlış olur. Bir açmaza saplanırız. Gerçekten faizden kurtulmak istiyorsan, kapitalist sistemin handikaplarından kurtulmak istiyorsan, işi temelinden halletmen lazım. Ayağını İslam’ın yürürlükte olduğu zemine basman lazım.

 Öyle bir zemini nereden bulacağız? 

Ona sen bireysel olarak talip olacaksın. Bireysel olarak talip olmanda da evvela kafandaki bu pürüzleri ortadan kaldırabilmen için ‘zihinsel hicret’ yapacaksın. Fiziksel hicret bir defaya mahsustu, oldu, bitti; ama bugün yapacağımız hicret, zihinsel olandır.

Zihinsel hicret nedir? 

Zihnine İslam dışı girmiş olan kavramları, bilgileri İslam’ın öngörüsüyle, hükümleriyle değiştirmek. İslam dışı bilgileri, yanlışlıkları arkada bırakıp kendini İslam’a göre yeniden biçimlendirmen, bunu yaparken de kerhen yapmaman gerekiyor. İçten, isteyerek "Ben buyum ve yaşantım bunu gerektirir" mülahazasıyla yapacaksın. O zaman örnek olarak Asr-ı Saadet Müslüman’ı gelir akla. Hiç kimse birden ‘devr-i cahiliye’den devr-i İslam’a geçmiş değil. İslam’a geçmiş olmakla beraber sahabeler arasında bile devr-i cahiliye âdetini kafasında farkında olmaksızın taşıyan insanlar var. Kolay bir şey değil zihinsel hicret. Ama buna talip olmamız lazım.

Hikâyede başarılıyken neden roman yazayım

Gül Yetiştiren Adam’dan sonra neden yeni roman yazmadınız?

Roman ayrı bir şey. Ayrı bir zihin yapısı, ayrı bir hazırlık gerektiriyor. Faulkner "Ben ilkin şiir yazarak başladım. Yazamayacağımı gördüm, öykü yazmaya heveslendim. Öyküyü de beceremeyeceğimi gördüm. Sonra roman yazmaya başladım. Roman kolay, yazabiliyorum" der. Ben başarılı sayıldığım bir yerde neden direnmeyeyim ki?

Hiç yazmayı düşünmediniz mi? 

Bir teşebbüsüm vardı aslında Kefaret adını taşıyan. Kayboldu. Askerken 1 ay kadar yazmıştım, 100 sayfa kadar olmuştu. Sonra bir taşınma esnasında kayboldu. Ankara’da bir kilim arasında çıktı. Bulduk ama ben o havadan çıkmıştım. O tekrar kayboldu, tekrar bulundu, şu anda tekrar kayıp. Bu arada bilgisayar ortamına ham haliyle aktardım, o halde duruyor.

 Belki tamamlarsınız? 

Fakat dosyanın kendisi kayıp. O dosyada hangi bölümde ne işlenecek, o notlar vardı. Entrikayı dayandırdığımız bir doküman vardı. O dosya şimdi tamamiyle kayıp. En azından benim indimde. Evde bir yerlerdedir muhtemelen. Bulursam da kolay kolay ele alabileceğimi sanmıyorum. Meğer ki birisi talip ola. Bir yayınevi talip olmuştu fakat benim başka bir yayıneviyle bağlantım olduğundan bu iki yayınevi anlaşamadı. Böylece ben de o yükten kurtulmuş oldum. Gül Yetiştiren Adam da roman mıdır, değil midir, tür üzerinde ısrarım yok. Benim esas söylemek istediğim, romancılara neden öykü yazmıyorsunuz sorusu sorulmuyor da öykü yazanlara roman yazmıyorsunuz sorusu soruluyor. Romancılar denesin bakalım, kaçı esaslı bir öykü yazabilecek?

Beni kışkırtanı obur gibi okurum

Bugünkü hikayeyi nasıl buluyorsunuz? İyi öykücüler var mı? 

İyi öykücü dediğim çok arkadaşlar var. Özellikle de hanımlar arasında. Unuttuğumuz varsa alınganlık olmasın, Cihan Aktaş, Fatma Barbarosoğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Halime Toros, Sibel Eraslan, Selvigül Kandoğmuş, Mihriban İnan Karatepe, Melek Paşalı, Murat Yalçın, Cemal Şakar, Ömer Faruk Dönmez, Necip Tosun, Faruk Duman, elbet Hüseyin Su, Ali Haydar Haksal… bunların hepsi güzel hikayeler yazıyor. Gökkubbenin altı hiçbir zaman boş kalmaz. Öyküye ihtiyaç varsa öykü yazılıyordur ve iyi olanları vardır. Ama benim beğendiğim öykücülerle beni kışkırtanlar farklı yazarlar. Bu söylediklerimin hepsi takdir ettiğim yazarlar. Bunların arasında beni yazmaya kışkırtanlar farklı.

Hangi özelliğiyle kışkırtıyorlar sizi? 

Üslubu bana yakın olanlar. "Ben de olsam böyle yazardım" dediğim, hatta "Ben niye böyle yazamıyorum" dediğim yazarlar vardır. Dostoyevski, Faulkner, Virginia Woolf, Joyce, Dos Passos gibi…

Gönderdim, unuttum, kayboldular

Öykü anlayışınız geçmişten bugüne nasıl bir seyir takip etti?

Ben her kitapta farklı bir tarz denemek istedim. İlk öykülerimden abartmasız 100’ün üstündeki kayboldu. Muhtelif dergilere göndermiştim. Onlardan çok azı elimde kaldı. Her hafta bir ya da iki öykü yazardım, bazen her gün yazdığım oluyordu. O zaman daktilom yok. Öyküleri yazıp, temize çekip, dergilere gönderiyordum tek nüsha halinde. "Yayınlanırsa zaten elimde olacak, yayınlanmazsa zaten beğenilmemiştir saklamaya gerek yok" diyordum. Onların çoğu yayınlanmadı. Sonra bir bakkal defteri satın aldım. Boyutları hoşuma gitmişti. O deftere yazmaya başladım. Yıllar sonra kitapların arasından o defter ortaya çıktı. Biz uzun yıllar kiracı olarak yaşadık, oradan oraya taşınırken kaybolanlar bardak çanaktan çok yazılarım oldu.

Evinizi karıştırsak epey yazı buluruz galiba…

Çıkabilir, evet. Hiç yayınlanmamış eski öykülerimi bilgisayara aktarırken bakıyorum, "Bunlar ustaca öyküler. Niye yayınlamamışlar ki" diye düşünüyorum. İlk yazmaya başladığımda da ustaca öyküler yazmışım. Bunu da yazmasaymışım dediğim bir şey yok. Bugün ne yazmışsam benzerlerini o dönemde de yazmışım. Hatta bazı teknikleri denemişim. Sonradan bilinç akışı denildiğini öğrendiğim tekniği ben o zaman renkli kalemler kullanarak kendi kendime denemişim.

Bundan sonra ne yapacaksınız? 

En son yayınlanan İmkansız Öyküler, imkânsız olanı anlatmaya çalışıyordu. İnsan imkânlı bir varlık ama illa ve illa bir saplantısı olan birinin hali nicedir, bu, bana sorgulamaya değer bir sorun olarak görünüyor. Bazıları bunlar öykü değil deneme olmuş dedi. Deneme değil onlar. Ben onlara deneme deseydim öykü diyeceklerdi. Tür konusunda ısrarım yok. Şu anda ‘mekânsız’ olanı deniyorum. İnsan mekânsız olmaz ama diyelim ki yalıtmışız insanı, kendisiyle baş başa kalmış, salt kendi beniyle… Şimdi bunu denemeye gayret ediyorum…

İbadet hakkı hâlâ amirin iznine bağlı

İslamî bir yaşam oluşturmaya çalışırken finans kurumları gibi bazı müesseselerden faydalanıyoruz. Nasıl görmek lazım bu müesseseleri?

Bunlar kafa karıştırıcı müesseseler. Eski başbakanlardan cumhurbaşkanlığı da yapan zat "Namaz kıldınız da karışan mı var? Oruç tuttunuz da karışan mı var?" dedi yıllar boyu. Aslında o hep yüksek makamlarda olduğu için karışıldığının farkında değil. Sıradan bir memur ibadetini yapmaya kalktığında ancak amirinin göz yummasıyla namaz kılabilir. Amiri ona "Hayır gitmeyeceksin" dediğinde ya gitmeyecek ya da memuriyetten ayrılacak. İftar vakti mesai saatine denk gelse ‘bu ne hâl’ deseler yemek yiyemezsin. Bu finans kurumları da kafa karıştırıcı bir müessese olarak ortaya çıktı. Bu kurumlar İslam’ın bütün rükünleriyle uygulandığı siyasal, toplumsal bir ortamda faydalı ve güzel bir buluş. Pakistan’da bulundu. İslam’ın hükümlerinin eksiği, fazlası, yanlışı, doğrusuyla yürürlükte olduğu ülkelerdeki finans kurumlarının fonksiyonuyla, Türkiye’deki fonksiyonu farklı. Türkiye’de bu çeşit kurumlar bahsettiğimiz siyasetçi tipine şu fırsatı veriyor. "Biz size finans kurumları da kurduk ister bankaya gidersin, ister finans kurumuna. Sana bunu da sağlıyoruz" demenin yolunu açar. Kurulu düzeni şirin göstermenin yolunu… Yanlış bir temel üzerine doğru bina inşa edemezsin.

Bütün bunlardan bir kavram kargaşası doğmuyor mu? 

Tabiî. Hürriyet kavramı, demokrasi, liberalizm, sosyalizm kavramı, bunların her biri Müslümanların zihnini iğva etmiş, karıştırmış. Az buz insanlar değil. Nurettin Topçu gibi ciddi bir kafa İslam Sosyalizmi diyebiliyor. Sosyalizmin olumlu noktalarına bakıyor, "Bunlar İslam’da da var" diyor. Halbuki İslam’la sosyalizme ya da liberalizme arasında nispet kurulamaz. Bir başka yazar, Orhan Hançerlioğlu, kitabında ilk liberal düşünür İbn-i Haldun’dur diyor. Çünkü İbn-i Haldun bir Hadis-i Şerif’e atfen "Mal pazara gelmeden ona fiyat biçmeyin" diyor. Mal piyasaya gelecek, orada, arzla talebin buluştuğu yerde fiyat ortaya çıkacak. Bunu söyledi diye dünyada ilk liberal düşünürü İbn-i Haldun oluyor. Halbuki İbn-i Haldun’un liberal olması için aynı zamanda faizli ekonomiyi savunması gerekir.

Galiba İslam her şeye benzetiliyor!

Evet. Komünistler özel mülkiyeti tanımadığı için faizi yasakladılar. Faiz, mülkiyetin fonksiyonudur. Bu nedenle faiz alıp vermeyi idamla cezasıyla yargılıyorlar. İslam’da faizin haram edilmesinin sebebi mülkiyete dayanmıyor. İslam’da özel mülkiyet serbestîsine karşın faiz yasağı var. İslam’ı kimi liberalizme, kimi demokrasiye, kimi sosyalizme benzetiyor. İslam’da demokrasi vardır diyorlar. Bu iddiayı savununlar demokrasiyi esas kabul ediyor. Yönetenlerin yönetilenler tarafından seçilmesi İslam’da var mı? Var. Demokraside var mı? Var. İnsan haklarına riayet var. O halde İslam’a demokrasi mi diyeceğiz? Bu zahiri benzerlikler yetmez. Meselenin özü, yasa yaparken referans noktası olarak kabul ettiğin ilkede ortaya çıkar. İşte o noktada referansın vahiy mi, yoksa beşeri iradenin çıkar saydığı odak mı? Bu durumda İslam’ın demokrasiyle özdeş olduğu söylenebilir mi?

YeniŞafak