Usulü fıkıh, ideolojik İslam ve selefi tasavvuf

İslam
Prof.Dr.Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı… Bugün tefsir ve tevil konusunda biraz daha somut örnekler vereceğimizi söylemiştik. Ama bir kaç noktaya daha işaret etmeden konunun e...
EMOJİLE

Prof.Dr.Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı…

Bugün tefsir ve tevil konusunda biraz daha somut örnekler vereceğimizi söylemiştik. Ama bir kaç noktaya daha işaret etmeden konunun eksik kalacağını anladım ve onu bir sonraki yazıya bıraktım.

Önce şunu tekrar bilelim: İslam dediğimiz şey aklımız ve duygularımızla oluşturacağımız bir sistem değildir. Önümüzde Allah’ın gönderdiği bir vahiy ve bir de onun doğru uygulaması olan Sünnet örneği var. Her ikisi de söylediklerini bize birer metin olarak söyler. İslam’ı doğru anlayabilmek için bizim yapacağımız tek şey bu iki metni doğru anlamak olacaktır. Buna da onların beyanı denir. Cabirî, Beyanî Bilgi ile bunu kasteder. Ancak hiçbir anlamanın yaşamadan tam olmayacağını da buna eklememiz gerekir. Usulü fıkıh bu anlamanın ya da beyanın nasıl olması gerektiğini anlatan ilmdir ve İslam’da sadece fıkhın değil, bütün ilimlerin metodu ve ölçüsüdür. Yani usulü fıkıh kısaca anlamanın esasları ve İslam’ın bilgi nazariyesidir.

Lisani birer metin olarak Kur’an-ı Kerim’le Sünnet’i anlama aynı şey olsa da, bütün olarak bu ikisini anlama aynı şey değildir. Çünkü Sünnet aynıyla Kur’an değildir.

Ama usul açısından bu iki metnin dil olarak ne dediklerini anlamanın yolu tefsirdir. Tefsire muhalif tevil meşru olamaz. Ehli Sünnet ile Batınîlik arasındaki en önemli ayraç, birinin zahir manayı yani tefsiri, diğerinin ise batın manayı, yani tevili esas alıp öncelemesidir. Tefsiri öncelemeyip tevil üzerinden giden tarikatlar da Sünni tasavvuf olmaktan çıkmış batıni yollardır. Bunların eleştirisinin önce kendi içlerinden yapılması gerektiğini düşünüyorum. Son yıllarda bazı tarikatların ilmi kurumlar ve heyetler oluşturmaları ümit verici bir gelişmedir.

Ancak burada da gözlemlediğim olumsuz bir husus vardır, ya da bendeniz öyle sanıyorum. O da şudur: Âlimler yetiştirelim ki, onlar bize doğruyu yanlışı göstersinler de hata yapmayalım diye düşünme yerine, çoğu kez yetiştirdiğimiz âlimlerimiz bizim haklı olduğumuzu ortaya koysunlar diye düşünülüyor gibidir. Böyle bir ilmin ideolojik çerçeveyi aşamayacağı açıktır. Çünkü ilim yönlendirilmez, yönlendirir. Bunu sonraya bırakalım…

Fıkıh nasların söylemediklerini, söylediklerine kıyasla anlamaya çalışır. Kelam gaibi şahide kıyaslayarak anlamaya çalışır. Sünni tasavvuf ise tevil yoluyla naslardan işari manalar çıkarır ki, bu da bir kıyastır. Bundan başka çareleri de yoktur. Bu çıkarsamaların hepsi hatalı da isabetli de olabilir. Bunun sağlaması ancak usulü fıkıhla yapılabilir. Çünkü usulü fıkıh, bugün sanıldığı gibi sadece fıkıh disiplininin metodu değildir.

Ne var ki fıkıh, usul yoluyla kıyası kullanırken çok katı ve objektif kurallar ve şartlar koymuştur. Ehlinin elinde hata ihtimali çok azdır. Kelam’da ise, gayb konularını anlatırken bu ihtimal biraz daha fazlalaşır. Çünkü Kelam, fıkıh gibi iki objektif şeyi birbirine kıyaslamaz. Tasavvufa gelince; eğer zahir sürekli esas alınmazsa asıl temel kaymaların yaşandığı yer de işte burasıdır. İbadeti, zühdü, verâyı, takvayı, nefis tezkiyesini/ahlak eğitimini esas alan Sünni-Selefi tasavvuftan sonra ortaya çıkan felsefi tasavvufun avamı saptırmaması mümkün olamaz.

Bununla birlikte âlim sûfiler de bâtının zahire uygun olması gereğine vurgu yaparlar. Mesela hem H. III. Asırda sufilerin önderi sayılan Ebu Said el-Harrâz, hem XI. Asrın âlim sufisi İmam Rabbani zahire muhalif olan bâtın bilginin hiç bir işe yaramayacağını söylerler. Ama ne ilginçtir ki, bugün meşruiyetlerini İmam Rabbanî’den almaya çalışanlar onun bu konularda söylediklerini kâle almazlar.

Tıpkı Said Nursî’nin (Hepsinden Allah razı olsun) Kur’an-ı Kerim’i anlama konusunda söylediklerini….

yazının devamını okumak için…