Türkiye bir İslam toplumu değil, Avrupa ülkesi

İslam
ENGİN DİNÇ’İN RÖPORTAJI Günümüz dünyası Müslümanların kendileri için önemli olan fıkhi hükümleri pek bilmedikleri, bilseler bile çoğu zaman uygulamakta sıkıntı çektikleri bir zaman dilimi. Dolay...
EMOJİLE

ENGİN DİNÇ’İN RÖPORTAJI

Günümüz dünyası Müslümanların kendileri için önemli olan fıkhi hükümleri pek bilmedikleri, bilseler bile çoğu zaman uygulamakta sıkıntı çektikleri bir zaman dilimi. Dolayısıyla kendileri için önemli konularda kafa karışıklığı yaşıyorlar. Fıkhi konularda yaşanan bu kafa karışıklığının sebeplerini ve günlük hayatta önem arz eden bazı fıkhi konuları Prof. Dr. Faruk Beşer’le konuştuk. Prof. Dr. Faruk Beşer, bizi pek çok konuda aydınlatırken, ilginç noktalara değindi ve önemli yorumlarda bulundu.

BUGÜN İSLAM HUKUKU YÜRÜRLÜKTE DEĞİL

Öncelikle modern dünyada, pozitif hukukun uygulandığı günümüzde fıkhın Müslümanlar için önemi nedir? Müslümanlar, karşı karşıya kaldıkları bu ikili hukuk sisteminde nasıl bir tavır sergilemeliler? Ayrıca günümüz fıkhı modern dünyanın ihtiyaçlarını karşılamak için kendisini nasıl revize etti? Yine bu anlamda günümüz fıkıh eğitimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle bir noktayı düzeltmemiz gerekiyor. Pozitif hukuk dediğimiz şey mer’î hukuktur. Yani yürürlükte olan her hukuk pozitif hukuktur, ne olursa olsun… Yarın öbür gün siz şeriatı uygulasanız pozitif hukukunuz şeriat olmuş olur. Yani pozitif hukuk demek pozitivizmin dayattığı hukuk demek değil, önce buna işaret etmiş olalım.

İkinci olarak, elbette her düşünce sistemi önce kendi ahlak anlayışını, sonra da o ahlak anlayışı üzerine kurulu hukuk sistemini kurmaya çalışır. Dolayısıyla bir Müslümana düşen şey de önce İslam ahlakını yerleştirmedir. Çünkü ahlak altyapısı olmadıktan sonra bunun üzerine hukuk kurulmaz. Önce ahlak alt yapısı oluşturulur, belli bir insan tipi yetiştirilir, sonra da istiyorsan onun üzerine kendi hukukunu kurarsın. Bu tabiidir, yani hukukunuz kendi ahlakınızdan doğarsa bu hukuka karşı çıkılmaz. Aksi halde hukuki düzenlemeler tepkiyle karşılanır ve hukuk delinir.

Dediğiniz gibi bugün İslam hukuku yürürlükte değildir. Yani İslam hukuku pozitif hukuk değil bu gün. Dolayısıyla İslam hukukunu ya da fıkhı öğrenebilmemiz ve işlerimizi ne ölçüde görebileceğini bilebilmemiz zordur. Çünkü İslam hukukunda da bugün doktrin tabir edilen pek çok mezhep, pek çok içtihat vardır. Biz onları fıkıhçılar olarak ezberlerken ya da söylerken, aslında onların hangisinin ne ölçüde işe yarayacağını bilmeden söyleriz. Oysa İslam hukuku mer’î hukuk olmuş olsaydı o zaman bir içtihat işe yaramadığı zaman ya da bir içtihatla meselemizi halledemediğimiz zaman bir başka içtihadı devreye sokardık, onu uygulardık ve en iyi verimi hangi içtihatla alıyorsak o içtihadı norm kabul ederdik. Şimdi böyle bir şansımız yok.

Bugünkü hukukun yerine İslam hukukundan şu maddeyi koyarsanız çıkmazlarınız hallolur diyebilmemiz de zordur. Yerine koyacağınız şey hangi içtihat olacak, bu belli değildir. Yani Şafii içtihadı mı olacak, Hanefi içtihadı mı olacak, Maliki içtihadı mı olacak, Hanbeli mi, diğerleri mi?.. Bunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de, bugün birtakım hukuki tıkanıklıklara teklifte bulunduğumuzda teklifimiz gerçekçi olmayabiliyor. En iyi bir teklif olmayabiliyor. Çünkü bu teklif ettiğimiz maddenin, normun işe yarayıp yaramayacağını bilmiyoruz. Önce bunu bilmemiz lazım. Kaldı ki eklektik bir hukuk da olmaz. Her hukuk sistemi kendi bütünü içinde iş görür. Kendi insan tipiyle çalışır.

FIKIH İSLAM HUKUKU DEMEK DEĞİLDİR

Belki bu noktada başka bir şeye de işaret etmemiz lazımdır ki o da şudur:

Aslında fıkıh dediğimiz şey tamı tamına İslam hukuku demek değil. Yani İslam hukuku o fıkhın sadece bir bölümü. İslam hukuku tabiri modern bir tabir. Müslüman ülkelerin batıyla temasa geçmesi, onlardan pek çok kurumu, pek çok hukuki düzenlemeyi almalarından sonra kullandıkları bir tabir. Bu tabir fıkhı tam karşılamıyor. İslam hukuku eşittir fıkıh demek değil yani. Fıkıh çok daha geniş bir kavram. Fıkıh daha çok muradı ilahiyi anlamayı, daha çok insanın hakikati, işin esprisini kavramış olmasını anlatan bir kavram. Fıkıh bilen insana da fakih diyoruz. Fakih olan insan aynı zamanda İslam’ı yaşayan, böylece dini tecrübeyi kendisinde barındıran insan demek. Dini tecrübesi olan insan demek. Dolayısıyla ne İslam hukukçusu fakih demek, ne İslam hukuku fıkıh demek. Bunlar farklı şeyler, fakat elbette fıkhın da hukuka tekabül eden bölümleri, tarafları var. Onları kastederek İslam hukuku diyecek olursak bunu söylemek mümkün.

O zaman da dediğimiz gibi karşımıza çıkacak problem bizim İslam hukukuyla bugünkü problemleri ne ölçüde, nasıl halledeceğimizi bilememe problemizdir. Bunun olabilmesi için İslam hukukunun bir yerde mer’î hukuk olması lazım. Bu olmadan böyle bir şey söyleyebilmemiz mümkün değil. Yani fıkhın modern dünyanın ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamama meselesine gelince, bu tatbikatla anlaşılacak bir şeydir. Elbette bir Müslüman inancı gereği der ki: İslam hukuku bütün ihtiyaçları karşılar. İslam hukuku esnek bir hukuktur, zamana ve zemine göre teklifleri vardır, içtihatları vardır vs. Hatta “ezmanın tağayyürü ile ahkâmın tağayyürü inkar olunamaz” diye bir Mecelle kuralımız vardır. Yani zamanların değişmesiyle hükümlerin değişeceği bir gerçektir; fakat burada değişecek olan hükümler elbette naslar değildir. Yani nasların dışında zamana ve zemine göre yapılan içtihatlarla verilen hükümlerdir. İçtihatla verilen hükümler her zaman zannî hükümlerdir, kesin hükümler değildir. Dolayısıyla zamanlar değiştikçe, o ihtiyaçlar isabetsiz oldukları ya da iş görmez oldukları anlaşıldığında başka içtihatlar devreye girer. Biz diyoruz ki bu açıdan İslam hukuku bugün zannedildiği gibi dogmatik değildir ve esnektir. Yani halledemeyeceği bir mesele yoktur, diyoruz ama bunu ispat etmemiz gerekiyor. İspat etmek için de bunun yürürlükte olması lazım.

FIKIH EĞİTİMİN EN BÜYÜK HANDİKAPI BUGÜN FIKHIN HAYATTA OLMAYIŞIDIR

Fıkıh eğitiminin de en büyük handikapı bugün fıkhın hayatta olmayışıdır. Çünkü siz bugünkü pozitif hukuk adına aslında farkına varmadan çok şeyler bilirsiniz. Yasak olanlar, olmayanlar, yapabilecekleriniz, yapamayacaklarınız, haklarınız sorumluluklarınız… Belki yüzlerce madde bilirsiniz. Bildiğinizi de bilmeden bilirsiniz. Çünkü bunlar hayatta, bunlar uygulanıyor. Dolayısıyla siz bugünkü hukuk adına bir şey öğrenmeye kalksanız onu belli sistem dahilinde öğrenmeniz yeterli olur ve hukuk adına çok şey bilmiş olursunuz. Oysa İslam hukuku için, fıkıh için böyle bir şey söylemeniz mümkün değil. Tamamen hayali, yürürlükte olmayan, günlük hayatınızda olmayan bir şeyi öğrenmeye kalkacaksınız, yapacağınız şey mecburen sadece mezheplerin içtihatlarını ezberlemekten, bir de onların o içtihatlara vardıkları usulü bilmekten ibaret olacak. Bu da sizi İslam hukukçusu ya da fakih yapmaz. Dolayısıyla İslam hukukunun öğrenilmesinin önündeki en büyük zorluk budur bugün.

Mesela Gazali, kendisine kadar değişen kavramları sayarken bunlardan birisinin de fıkıh olduğunu söylüyor. Fıkıh kavramının değiştiğini, içinin boşaltıldığını söylüyor. Gazali, fıkıh denen şeyi aslında insanın İslam ahlakı ile yetişmesi, tezkiye-i nefis sahibi olup Allah’a giden yolu kavraması, Allah’ın iyi bir kulu olması züht ve takva ile yaşaması olarak gösteriyor. Bu açıdan büyük fakihleri, dört büyük imamı ele alıyor ve onların böyle olduklarını söylüyor. Fıkhın asıl anlamının bu olduğunu söylüyor. Sonradan bunun değiştirilip bugün hukuk dediğimizde karşımıza çıkan salt hukuki normlar, kurallar, kaideler, bunların ezberlenmesi zannedildiğini, bunun bir hata olduğunu söylüyor.

Dolayısıyla herhalde fıkhı anlayabilmek için önce fıkhu’l-batın’dan başlamak gerekiyor, Gazali böyle söylüyor. Fıkhu’l-batın dediğimiz şey, insanın kendi içinde Allah’ın söylediklerine, peygamberin söylediklerine, yani dine karşı teslimiyetini ispat etmiş olması ve kendisini yetiştirmiş olmasıdır. O ahlakla yetişmiş olması lazım ki, o dünyayı tanıyabilsin. Aksi takdirde onu anlayamaz. Ama bütün bunlar böyle diye, bugün fıkıh adına hiçbir şey yapılamaz demek istemiyoruz elbette. İlahiyat fakültelerinde fıkıh dersleri var. İslam hukuku ana bilim dalı var. Buralarda hocalar var, güzel insanlar var. Öyle ya da böyle, biz fakih olmaktan önce akademisyen olsak da, bir açıdan hakiki anlamda fıkhı kavramaya çalışıyoruz ve görebildiğim kadarıyla güzel yetişen hocalar, meseleyi iyi kavrayan arkadaşlar ortaya çıkıyor. Böyle bir gelişme var.

Burada belki söyleyeceğimiz şeylerden biri de şu: Bugünkü topluma alternatif sunabilecek olan insanların başında, dini alanda, fıkıhçıların gelmesi lazım. Şimdiye kadar bunu çok iyi yaptığımızı söyleyemiyoruz. Ama bakıyoruz ki, fıkıhçılar gerek kanunların yapılmasında, gerek anayasanın yapılmasında, gerekse diğer hukuki düzenlemelerde artık medyada kendilerini gösterip birtakım tekliflerde bulunabiliyorlar. Bu belli bir noktaya ulaştığı zaman kaale alınacak, nazar-i itibara alınacak. O zaman İslam fıkhı da belki yararlanılması gereken bir referans olarak kabul edilecek. Ondan sonra da belki doğrudan doğruya iyi bir hukuk sistemi olduğu anlaşılır, belki bütünüyle tatbik edilir.

BUGÜNKÜ TARTIŞMALARIN PEK ÇOĞU GELENEKTEN KOPMAMIZDAN KAYNAKLANIYOR

Sizin çeşitli fıkhi konularda kaleme aldığınız kitaplarınız var. Ben bunlarla ilgili bazı sorular sormak istiyorum. Kadınlarla ilgili olan konulardan başlamak istiyorum. Size kadınlardan gelen en sık gelen sorular neler?
Tabii önce şunu söyleyelim: Kadınlarla ilgili dört, beş tane kitap yazdım. Yani kadınları anladığımı zannediyordum, anlamadığımı anlayınca bu alanda yazmayı bıraktım. O başka bir dünya, espriyle karışık olarak bunu söyleyelim önce…

Dindar kadınların daha çok sordukları şey; sormamaları gerekir ama ne yazık ki sordukları şey, adetliyken namaz kılınabilir mi, adetliyken oruç tutulur mu, adetliyken Kur’an-ı Kerim okunabilir mi, tavaf yapılabilir mi, camiye girilebilir mi gibi şeylerdir. Bunlar üzerinde yoğunlaşılıyor, bunun dışındakileri anlamak ya da anlatmak çok zor değildir. Ama bunları anlamak ya da anlatmak epeyce zor olduğu için bunlarla uğraşıyoruz. Bir de bu konularda kafa karıştıran medya hocaları çok. Allah onlara da bize de doğruyu ilham etsin.

Tesettürle ilgili de çokça soru sorarlar. Pantolon giymek caiz midir, kaş aldırmak caiz midir filan gibi şeyler sorarlar. Bunlara bakıldığında hepsinin modern hayatın bizlere dayattığı şeyler olduğunu görürüz. Yani bizler hem moderniz, hem Müslümanız, böyle bir hayatı yaşamak zorundayız. Modern olma kadına delikanlı gibi pantolon giymeyi dayatır, öyle bir şey ister ondan. Müslüman olma tesettürü talep eder. Yarı modern, yarı Müslüman olmuş oluruz. Öbür taraftan kadın makyaj yapma durumuyla karşı karşıya kalır, kaşlarını alır. Ondan sonra ona fetva bulmaya çalışır buna. Çünkü modern hayatta o da erkekler gibi hayatın tam içindedir. Bazı medya hocaları diyorlarmış ki, “kocanız istiyorsa, onun hoşuna gidiyorsa kaşlarınızı alabilirsiniz”. Bu cevapların doğru olup olmadığını sorarlar bize.

Son zamanlarda hakikaten ihtiyaçtan kaynaklanan sorulardan birisi de, kadınlardan gelen normal beyaz akıntı abdesti bozar mı bozmaz mı meselesidir. Bu soru Diyanet’e de çokça gelmiş olacak ki, Afyon’da geçen hafta bir sempozyum yaptık. Orada tartışılan konulardan birisi buydu. Orada gördük ki, kadınlardan normal hallerde gelen beyaz akıntı pek çok fakihe göre, fıkıhçıya göre temizdir. Temiz olan bir şeyin vücuttan çıkması da abdesti bozmaz. Dolayısıyla buna abdesti bozmaz diyebiliriz. Çünkü bununla ilgili bir nas yoktur. Nas yoksa önemli olan işin kolayını bulmaktır. Yani kadınlardan da erkeklerden de zorluğu kaldırmaktır. Dolayısıyla bunun abdesti bozmayacağı söylenir.

Ama bunun dışındaki o söylediğimiz konularda uzun tartışmalar vardır ve o tartışmaların pek çoğunun bizim geleneğimizden, İslam’ı yaşamamızdan, yaşanır İslam’dan hareketle konuşmaktan kopmamızdan kaynaklanır. Yani böyle bir gelenek üzerine oturmamamızdan kaynaklanır. Mesela İslam ümmeti başından itibaren kadının adetli iken oruç tutamayacağında, namaz kılamayacağında, camiye giremeyeceğinde, tavaf yapamayacağında ittifak etmişlerdir. Ama cazip olduğu için medya hocaları bu konularda konuşur.

GÜNÜMÜZDE “ŞAZZ FETVALAR” MERKEZE GETİRİLİYOR

Sanırım Abdülaziz Bayındır Hoca’nın böyle bir çıkışı vardı…
Biz o tür çıkışlara, “kopuk çıkışlar” diyoruz. Nasıl kopuk? Yani gelenekten kopuk çıkışlar. Sadece kenarda bir fetva olarak kadınların adetliyken, o da eğer bir zaruret varsa Kur’an-ı Kerim okuyabileceğine dairdir. Maliki mezhebinde böyle bir fetva vardır. Dediğim gibi onlar da zaruret varsa kaydını koyarlar. Hatta derler ki, âdeti bitmiş, yıkanması lazım; ama yıkanmamışsa işte orada Kur’an-ı Kerim okuyamaz. Çünkü orada bir zaruret yoktur. Yıkansın ondan sonra okusun derler. Orada bir zaruret yoktur çünkü. Böyle kenarda bir fetva vardır. İşte bu kenardaki fetvalara, biz “şaz fetvalar” diyoruz. Günümüzde böyle şaz, yani istisnai fetvalar alınıyor, gelenekten kopuk olduğumuz için merkeze getiriliyor. Yani esas olan bırakılıyor, son derece kenarda olan bir fetva alınıyor, merkeze getiriliyor ve İslam yeniden onun üzerine bina ediliyor, merkez o yapılıyor. İşte bu yeni bina edilen İslam anlayışının biz sakat olduğunu söylüyoruz. Bu sakat bir İslam anlayışıdır diyoruz. Eğer işin içine girmiş olsak, eğer o müçtehitlerin, fakihlerin söylediklerini anlamış olsak, “onlar anlamamışlar, biz anlıyoruz” demeyiz. Biz bunu gördük hayatımızda. Biz de ilk zamanlar, “bakın bunu anlamamışlar ama ben anladım. Müçtehitler anlamamışlar, ben anladım” filan derken sonra baktık ki, bizim anladıklarımızı alasıyla anlamış onlar. Önce onların anlayıp anlamadıklarını anlamak, ondan sonra konuşmak lazım. Bu tür çıkışların ben İslam geleneğinden, Ehl-i Sünnet anlayışından uzak olduğunu, kopuk olduğunu, hatalı olduğunu, insanların kafasını karıştırdığını, yoldan çıkardığını iddia ediyorum. Yeri geldiğinde de insanlara bunları anlatmaya çalışıyoruz. Molla Kasımlık yapıyoruz yani.

AYDIN DOĞAN BANA ÖZÜR MEKTUBU YAZDI

Hocam sizin yazdığınız bir yazıda “aldatılan kadın sabretsin” şeklinde bir ifadeniz olmuştu. Bu konuda size çok tepki gelmiş. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Öyle bir şey yok aslında. Konuşmalarıma ve yazdıklarıma bakılırsa meselenin aslı şu: Bir kadın bana soruyor, diyor ki; “Hocam, kocamın beni aldattığını tespit ettim. Çocuklarım da var, ben ne yapayım?” Ben de ona diyorum ki, “Aldatma kadından olsun, erkekten olsun bir boşanma sebebidir. Yani siz hakikaten bundan eminseniz siz kocanızdan ayrılabilirsiniz. Bunu bir ayrılma sebebi sayabilirsiniz, bu meşrudur ve ayrılırsınız, kendi hayatınızı yaşarsınız. Ama eğer ayrılırsam ben kendime bakamam, çocuklarıma bakamam filan diyorsanız bu bir ayrılma sebebi olmakla beraber nikâhı ortadan kaldıran bir şey de değildir. Nikâhı bozan bir şey değildir. Dolayısıyla nikâhınız vardır, sabredebilip devam ederseniz, bunu kendinize yedirebilirseniz, sabreder ve devam edersiniz.” Şimdi o cümle, sanırım benim o zaman bulunduğum üniversitede birileri tarafından kasıtlı olarak medyaya servis edilmiş bir cümle. Belki de birtakım görevlere gelmemin önü kesilmek istenmiş olabilir. Bir konuşmamdan “Kocanız sizi aldatırsa sabredersiniz” cümlesini almışlar.

Ondan sonra da başka bir konuşmada da şöyle bir şey söylemişim: Adam diyor ki, “Eşim namaz kılmıyor, anlatıyorum yine kılmıyor, ne yapayım?” Bize böyle soruyor. Biz de ona diyoruz ki, Türkiye gibi bir ortamda insanların İslam’ı tam bilmedikleri bir yerde, “hanımım namaz kılmıyor, atayım gitsin” demek doğru değil. Ona bunu güzellikle anlatmak lazım, sevgiyle yaklaşmak lazım, kılmasını sağlamak için bazen gönlünü almak lazım filan gibi şeyler söylüyoruz. Ondan sonra da diyoruz ki: “Eğer her şeye rağmen, hayır ben namaz kılmayacağım, namaz kılmak istemiyorum diyorsa bu fıkha göre bir boşama sebebidir, istersen o zaman hanımından boşanabilirsin.” Şimdi bu konuşmadan da burayı almışlar.

Hain olmayanlar böyle yapmazlar, kasıtlı olmayanlar böyle yapmazlar. Bu ikisini birleştirmiş ve demişler ki, hocaya bakın neler diyor: “Namaz kılmayan eşini boşa, aldatan kocana sabret!” Bu ikisini bir başlık haline getirmişler ve böylece bir haber uydurmuşlar. Ahmet Hakan da işin aslını sormadan bununla ilgili ‘Vay be hoca sen neler söylüyormuşsun’ diye bir yazı döşendi. Tabii biz bunu tekzip ettik. Ona da işin aslını anlattım, özür diledi Ahmet Hakan. Bu haberler Aydın Dogan’ın gazetelerinde, medyasında çıktığı için durumun aslını “Aydın Doğan Ne Yapmak İstiyor?” Başlıklı bir yazı ile anlattım. Aydın Doğan da meseleyi anladığı için bana bir özür mektubu gönderdi. O özür mektubu bende var, yani şu anda elimde. Ahmet Hakan’ın yazısı da zaten mevcut. Fakat buna rağmen atı alan Üsküdar’ı geçti. O haber yayıldı her tarafa, insanlar bunu böyle sandılar. Sonra da o haberlere yorum yapanlardan bize söven sövene. “Vay be hoca, sen neymişsin!”, “Efendim aldatan kocaya sabret, namaz kılmayan hanımını boşa, böyle bir hoca mı olur? Bunun Allah cezasını versin” gibi sin’li kef’li ağızlarına ne geldiyse söylemişler. Yani sıradan insanlar bunlar, ne diyebilirsin? Meselenin esası bu.

Medyanın her zaman yaptığı bir şey… Medyadan öte, bazı çevrelerin bazı insanları harcamak istiyorsa belli kurumlara o insan hakkında, ‘bakın bu adam tehlikeli bir adam, buna görev vermeyin ha! bak görev vermeyi düşünüyorsunuz, sakının’ diyerek kullandıkları bir yöntem. O zaman benin Sakarya Üniversitesi’nde dekan olmayı isteyebileceğim sanılıyordu. Arkadaşlar ısrar ediyorlardı dekan olmam için, YÖK Başkanı arkadaşımdı. Ben hiçbir zaman idari görev almadım. Sakarya Baro başkanı da o zaman hukukçuya yaraşmayan bir bildiri dağıttı ve bakalım bu hoca hakkında ne yapacaklar diye tetikçilik yaptı. Yani meselenin organize bir kotarma olduğu açıktı. Birileri bizi tanımadan, “Faruk Beşer hoca dekan olursa işimize gelmez” diye böyle bir haber uydurdular, öyle zannediyorum. Öyle zannediyorum derken fısıltılar aldım, fısıltılara binaen söylüyorum bunu. Böyle haber uydurabilirsiniz. Yani her insanın yazdıklarından, söylediklerinden birer cümle alır, onları böyle bir haber haline getirebilirsiniz, bu mümkün.

HZ. AYŞE’NİN 9 YAŞINDA EVLENMİŞ OLMASI KARALAMA SEBEBİ DEĞİL

Muhammed Emin Yıldırım Hoca, Hz. Ayşe’nin 9 yaşında değil, 18 yaşı civarında evlendiğini delilleriyle gösterdi. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Muhammed Hamidullah hoca bize derse geliyordu bir zamanlar. Onun da bu konuda bir araştırması vardı. Birtakım delilleri vardı. Hz. Aişe’nin Resulullah’la evlenmezden önce bir başkasına nişanlanması söz konusu idi. O nişandan vazgeçilmesi söz konusu idi. Hicret’le alakalı tarihlerin bir araya getirilmesi suretiyle gerçek yaşının dokuz olamayacağı anlatılıyordu. Zaten o zaman insanların doğduğu tarih kaydedilmiyordu. O tarihlere bakılarak Hamidullah hoca da Hz. Ayşe’nin 13-16 yaş arasında olabileceğini, ondan küçük olmayacağını söylüyordu. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse, 9 yaş, 13 yaş meselesini büyütmemek lazım. Çünkü bu bir örf meselesidir, bir sosyolojik meseledir.

Şu anda Amerika’da ve Avustralya’da cinsel beraberlik yaşı 9 yaşa indi. Şimdi onlar bu 9 yaşı normal görmeye başlıyorlar. Yani bu yaşamakla alakalı olan bir şeydir. Hoş İslam hukukunda da reşit olmayan, akıl baliğ olmayan birisinin evliliği caiz değildir. Nikâhlanması caizdir de, birlikte olması caiz değildir. Fakat ben de inanıyorum ki, Hz. Aişe annemiz evlendiğinde en az 13 yaşındaydı. 14, 16 belki 18 yaşında olabilir. Diyelim ki 9 yaşında olduğu ispatlanmış olsa, 9 yaşında böyle bir nikâh yapılmış olduğu ortaya çıkmış olsa, doğrusu bunu da bir eleştiri sebebi, bir garip olay olarak görmemek lazım.

İSLAM’DA FAİZ HER TÜRLÜSÜYLE YASAKTIR

Yine günümüzün en önemli konularının başında ekonomik faaliyetler geliyor. Ekonomik faaliyetlerle ilgili soru işaretleri de çok. Ben burada halktan insanlar için iki konuya değinmek istiyorum. Birincisi kredi kullanımı… Konut kredisi, ihtiyaç kredisi vb. kredilere bakış açısı nasıl olmalıdır?
Şimdi bunları fetva formatında oturup delillere dayandırmak lazım. Bunu şu anda konuşma tarzında yapamayız ama bildiklerimizi söyleriz. Bildiğimiz şeyler şunlardır: İslam’da faiz her türlüsüyle yasaktır. Çünkü Efendimiz, “faizin her türlüsünü ayaklarının altına aldığını” söylüyor. Dolayısıyla faiz; Darul-harb, Darul-İslam, Müslümanla gayrimüslim, Müslümanla devlet, devletle Müslüman arasında olan diye ayrılmaz. Böyle bir ayrım insanların kendi düşünceleridir.

Biz, İslam’ın faiz dediği şeyin haram olduğunu söylüyoruz. Ama tabii burada önemli noktalardan birisi de şudur: Bugünkü kapitalist ekonomide faiz dedikleri bir şeye İslam faiz demeyebilir, aksi de olabilir. Bugün faiz değildir denilen şeye, İslam faiz diyebilir. Yani ilk olarak bunu önce İslam’ın kendi anlayışına göre anlamak lazım.

İkinci olarak; ihtiyaca dayalı konut kredisi almak, araba kredisi almak vs. söz konusu olduğunda eğer faizli bir kredi ise bunun caiz olmadığını söylemekten başka çaremiz yoktur. Birileri bu konuda “Efendim, zaruret var” derlerse, doğrusu biz her zaman bir zaruretin olacağını da sanmıyoruz. Bir insan kira ile dahi başını sokacak bir yeri yoksa insanca yaşayacağı bir imkânı yoksa o zaman zaruretten söz edilebilir. Yoksa bir insanın kendi mülkiyeti yok, kendi evi yok, bu bir zarurettir, ev bir ihtiyaçtır, faizli krediyle ev alabilir fetvasının doğru olmadığı kanaatindeyiz biz. Çünkü ticaretle uğraşanların çoğu zaten kirada oturuyor, eve para bağlamayı düşünmüyorlar. Milyonları var ama mülkiyet olarak evi yok. Dolayısıyla insanın kendi evinin olmayışı bir zaruret doğurmaz.

Araba için de bu böyle. Hakikaten bir zaruret varsa, uzak bir yerde kalıyor, başka kalacak bir yeri yok, oradan araba geçmiyor, otobüs geçmiyor, mutlaka oradan gidip gelmesi gerekiyor gibi nadir olaylarda söz konusu olabilir. O zaman ihtiyaç miktarı kadar, çünkü zaruretler de kendi miktarları ile takdir olunur, ihtiyaç miktarı kadar bir kredi alabilir belki. Hiç evi yoksa çoluk çocuğu dışarıda kalmışsa, bir ev alabilmek için o zaman belki ihtiyacın asgarisi kadar bir faizli kredi alabilir; ama bunun dışında bugün işte kendi mülkü olarak evi yok, ev alabilir, araba alabilir denmesinin doğru olmadığı kanaatindeyim. Alabileceği durumlarda da faizsiz finans kurumlarından bu krediyi alamıyorsa kaydını da koymak lazım.

BİREYSEL EMEKLİLİK FAİZ İÇİN PARA TOPLAMAKTAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL

Son dönemlerde iyice yaygınlaşan konulardan biri de bireysel emeklilik fonları. Bunlar hakkında ne söyleyeceksiniz?
Bireysel emekliliğin şartları her gün değişiyor. Ben bir zamanlar bakmıştım, bireysel emekliliğin aslında faiz için para toplamaktan başka bir şey olmadığı kanaatine varmıştım. O zaman baktığım şartlarda, bireysel emekliliğin bu sosyal sigortalar kurumundan emekli olma gibi olmadığını ve birtakım bankaların vs. hesaplarını yaparak o hesaplara istinaden para toplayıp, faizle onları satıp, o faizin de bir miktarını paraları yatıranlara vermelerinden ibaret olduğunu, dolayısıyla caiz olmadığını görmüştüm. Ama şu anda bunun meşru olmayan özelliklerini gideren yeni bir sistem varsa onu bilmiyorum.

TÜRKİYE BİR İSLAM TOPLUMU DEĞİL, AVRUPA ÜLKESİ

Son yılların en tartışılan konularından biri de helal gıda konusu. Helal gıda nedir? Helal gıda standartları nelerdir?
Bir defa müslümanın yediğinin helal olmasına azami dikkat göstermesi lazım. Çünkü ben kesin inanıyorum ki düşünceler, ahlaki yapı, inanç, anlayış, hak ile batılı ayırabilme konusunda helal yemenin çok büyük önemi vardır. İnananların bu konuda azami dikkati göstermeleri lazım.

İkincisi olarak, mesela büyük marketlerdeki et ürünlerine artık şüphe ile bakmak lazım. Yani uluslararası marketler var, Türkiye’de de kolları var, bunların etlerinin nereden olduğunu biz bilmiyoruz. Şöyle bir kuralımız vardır bizim: Bir yerde zannı galiple hüküm verilebilir. Bunun anlamı şudur: Türkiye şartlarında kasaplardaki, şuradaki, buradaki etler zannı galiple Müslümanca kesilmiştir. “Zannı galip”le demek, büyük ihtimalle demek. Bunları zaten görüyoruz. Kasaplarda koyun etidir, sığır etidir, onları alırız, bismillah der yiyebiliriz. Fakat böyle büyük marketlere, tanımadığımız mekânlara, umumi lokantalara sıra gelince oralarda zannı galip öbür tarafa döner, yani onların sattığı etler büyük ihtimalle helal olmayabilir. Eskiden öyle değildi belki ama bu gün öyle. Duyuyoruz, ülkemizde binlerce domuz kesiliyor ve bunları yiyecek kadar gayrimüslim yok Türkiye’de. Bunlar iç piyasada satılıyor. Sucuğa gidiyor, salama gidiyor, kıymaya vesaireye gidiyor. O halde gıda konusunda da dikkatli olmak artık öncelikli bir hal almıştır.

Dolayısıyla bu tür gıdalarda helal olduğunu bilmediği şeyleri artık alıp yememek lazım. Çünkü Türkiye artık bir Avrupa ülkesi oldu. Türkiye tam bir İslam toplumu değil yani. İslam ahlakı ve İslam hukukunun uygulanması açısından bir İslam toplumu değil. İslam toplumu olmayınca burada zannı galip tersine döndü. Zannı galip bunların helal olmayacağı istikametine döndü. O zaman insanlar, ya bildikleri markalardan, temiz olduğuna inandıkları markalardan ya da temiz olduğunu, helal sattığını bildikleri yerlerden alıp yemeleri lazım. Başkalarından almamaları, yani bu konuya azamı dikkati göstermeleri lazım. Bu açıdan “Helal Gıda Sertifikalamaları” önemli, ama uygulaması ve sürdürülebilir olması henüz çok zor.

AİLE HUKUKUMUZ, AHLAKIMIZ, İKTİSADIMIZ İSLAMİ DEĞİL

“Aslında burası İslam ülkesi, değil Avrupa ülkesi” dediniz. Bu sözünüzü biraz açar mısınız?
Şunu demek istiyorum: Bir toplum ne ile toplumdur? Ahlakıyla toplumdur, kültürüyle toplumdur, davranışlarıyla toplumdur ve hukuku, iktisadıyla toplumdur. Bunlara baktığımız zaman hiçbirinde Müslümanların payı yok. Ne hukuk İslam hukuku, ne iktisat İslam iktisadı. Faizsiz sistem dediğimiz bile, kaldı ki onların bir kısmı da sakat iş yapıyorlar- faizsiz dediğimiz bankaların ya da finans kurumlarının piyasadaki payı sadece yüzde 5’tir. Yüzde 95’ini öbür bankalar götürüyor. O zaman şöyle diyebiliriz rahatlıkla: İktisadi açıdan Türkiye ancak yüzde 5 İslam toplumudur. Yüzde 95 kapitalist bir toplumdur. Dolayısıyla iktisaden İslam toplumu değil, hukuken hiç değil. Ahlaken ise, bugün batı ahlakı hâkimdir, mesela arkadaşlık şeklinde yaşanan zina serbesttir. Artistler, futbolcular bilmem kimler birlikte yaşarlarken üç sene, beş sene, on sene arkadaşlık yaşarlar; henüz evlenmeye karar vermemişlerdir. Yaşadıkları hayat İslam ölçüleriyle zina hayatıdır. Fakat bunlar hoş görülür. Bunun yanında birisinin ikinci bir hanımı olsa, onu da dini nikâhla nikâhlamış olsa, o gayrimeşru, yani legal olmayan bir hayat sayılır. Dolayısıyla aile hukukumuz İslami değil, ahlakımız İslami değil, iktisadımız İslami değil. O zaman bütün bu kadar gayri İslami olan unsur içerisinde İslam ne kadar yer bulmuş olacaktır! Yani İslam bizim yememize, içmemize, evlenmemize, gıdamıza filan ne kadar yansıyacaktır? İnsanlar tek tek, fert fert ‘ben Müslümanım’ diyebilir. Bu yüzde 90’ı bulabilir, ama hiçbir zaman bu onların yaşadığı toplumun bir İslam toplumu olduğu anlamına gelmez.

İNTERNET “UMUMİ BELVA” HALİNİ ALDI

Günümüzde sanal dünya hemen herkesi etkiliyor. İslami Facebooklar, İslami evlilik siteleri açılıyor. Müslümanların sanal dünyaya bakışları ve buradaki davranışları bu anlamda nasıl olmalıdır?
Şimdi internet “umumi belva” halini aldı diyebiliriz. Fıkıhta “umumi belva” diye bir tabir vardır. Yani herkesin müptela olduğu, herkesin yapmak zorunda olduğu, vazgeçemeyeceği bir şey haline geldi. Bu açıdan kredi kartları da umumi belva haline geldi diyoruz. “Umumi belva haline gelen meselelerde” diyor, İbni Abidin, “bir açıdan baktığınızda haram, bir açıdan baktığınızda helal diyebileceğiniz yönleri varsa umumi belva haline gelmesi sebebiyle helal tarafına bakar, helal olduğunu söylersiniz” diyor. Mesela biz kredi kartlarına onun için caizdir diyoruz.

İnternete gelince, tabii internet müthiş bir araç, ister kıyamet alameti, ister Yecüc Mecüc, ister Deccal, ister Dabbetül Arz deyin; ne derseniz deyin, o kıyamet alameti olarak sayılan bu şeylerin işaret ettiği gibi bir şey. Hakikat olarak değilse de birazcık espri olarak bunu söylüyoruz. Dolayısıyla bu selin önünden kurtulmak mümkün değil. O halde bir defa Müslümanlar bunun tahribatına engel olamıyoruz kullanmayalım deme yerine, bunu sonuna kadar kullanmaları, bunun yararını, yararlı olan taraflarını gündeme getirmeleri gerekir. Ancak araştırmalar gösteriyor ki, Türkiye’de internete girişlerin yüzde 70’i, eğlence ve porno için giriyor. Geriye kalan yüzde 30’u sadece birtakım bilgilenmeler için kullanılıyor interneti. Bunun tümüyle önüne geçmek şu anda mümkün değil gibi gözüküyor, gerek de yok zaten. Önüne geçilmesi gereken yönü zararlı yönü. Nasıl önüne geçeceksiniz bunun? Birtakım devletlerin yaptığı gibi siteleri mi yasaklayacaksınız veya internetteki bilgi akışını mı durduracaksınız? Bilmiyorum olabilir mi böyle bir şey? Ama eğer böyle bir şey yapılabilirse, o kadar çok rezillikler olduğundan söz ediliyor ki orada, -çocuk pornosundan hayvan pornosuna, bilmem neye kadar- özgürlükler adına bütün bunlar yasaklanmasın, insanlar bunu görsün demek için, insanın hasta olması lazım. Böyle bir hastalığı da biz kabul etmeyeceğimize göre, evet, bunların yasaklanma imkânı varsa yasaklanmalı diyoruz.

Özgürlüklerin sınırlandırılmasında bütün hukukçular ittifak ederler. Özgürlükler sınırlandırılmazsa hayat olmaz. Herkes her istediğini yapamaz, hiçbir hukuk sisteminde böyle bir şey yoktur. Mesele, özgürlükleri hangi konuda nereye kadar sınırlandıracağımız meselesidir. Herkesin elbette kendine göre uygun gördüğü bir sınır vardır. Bizim de başkalarıyla ilgili olarak İslam açısından mahremiyet dediğimiz bir alan vardır. Gerek bakma, gerek tutma, gerek internet gibi istifade etmek açısından… Dolayısıyla eğer imkânımız varsa, evet bu hiçbir yarar sağlamayan, safi zarar olan, insanları af buyurun “seks manyağı” haline getiren bilgileri, objeleri biz yasaklarız. Şahsen ben öyle düşünüyorum. Bunlar yasaklanır, fakat şu anda bunların imkânı gözükmüyor. O zaman yapacağımız şey, olabildiğince çoluğumuzu, çocuğumuzu, etrafımızı, insanları korumanın yollarını aramak olacaktır…

Zaten Efendimizin verdiği haberlerde, “Öyle zamanlar gelecek ki, fitne-fesat ortalığı öyle saracak ki, onlardan hiç kimse kurtulamayacak. Ancak Allah’ın özel olarak, bir sebebe binaen kurtardıkları hariç, herkes bu girdaba düşmüş olacak” diyor. Ümit ederiz ki, internetin olumsuz taraflarının bir çaresi bulunur. Çünkü bakıyoruz, bundan Batı ülkeleri de rahatsız. Yani Müslümanlar olarak sadece biz rahatsız değiliz. Aklı başında olan Hristiyanlar da rahatsız, Yahudiler de rahatsız, hatta Hristiyan ve Yahudi olmadığı halde fıtratı bozulmamış insanlar da rahatsız. O zaman, sağlam karakterli, tabiatı bozulmamış olan insanların hâkim olduğu bir dünyada anlaşılabilir ve bunlara bir son verilebilir diye düşünüyorum. Allahu alem…

GÜNÜMÜZDE MÜSLÜMAN OLARAK KALMAK ÇOK ZOR

Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir? Gençlere neler söylemek istersiniz?
Benim gördüğüm manzara şu, günümüzde Müslüman olmak kolay. Yani bir insan ‘Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed onun kulu ve resulüdür’ dediği zaman Müslüman olmuş olur. Fakat Müslüman olarak yaşamak çok zor. Müslüman olarak kalmak çok zor.

Allah buyuruyor ki: ‘Allah’tan hakkıyla korkun ve sakın ha Müslüman olmaktan başka bir vasıfla ölmeyin (Müslüman olarak ölmeye çalışın)’ Peki nasıl olacak bu? Elmalılı diyor ki: Arkasından gelen ayet aslında buna cevap veriyor. ‘Allah’ın ipine cemaat olarak sarılın.’ Yani cemaat derken herhangi bir cemaati kastetmiyoruz. İnsanların tek başına kalmamalarını kastediyoruz. Efendimiz diyor ki: ‘Bir yolcu bir şeytan, iki yolcu iki şeytan, üç kişi olurlarsa cemaat olurlar’. Dolayısıyla özellikle gençlerin belli ahlak ve ilim oluşumları şeklinde gruplar oluşturmaları, bir araya gelmeleri, haftada birden çok kez toplanmaları, böyle meseleleri tartışmaları; bu tartışmaların yapılacağı mekânların bulunması, derneklerin bulunması, toplanma yerlerinin olması gerekir ki; insanlar internet kafeler yerine, diğer kafeler yerine, başka eğlence yerleri yerine, böyle yerlere gitmiş olsunlar. İnsanlar orada gruplar oluştursunlar. Çoluğumuzu çocuğumuzu böyle temiz bir arkadaş grubuna katmamız lazım. Bu sizin kendinize en yakın hissettiğiniz hangi cemaatse o olsun, fark etmez. Ama böyle cemaatler bulsunlar ve cemaat halinde yaşasınlar, bu fitnenin fesadın etkisinden çıkabilmenin en kestirme yolunun cemaat olarak yaşamak olduğunu zannediyorum.

on5yirmi5.com