Peygamberimiz bayramları nasıl kutlardı?

İslam
Engin Dinç’in röportajı Hz. Muhammed (sav), 23 yıllık peygamberliği süresince İslam dininin mesajını çok zor şartlarda, büyük işkencelere maruz kalmayı göze alarak insanlara ulaştırmak için çalı...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

Hz. Muhammed (sav), 23 yıllık peygamberliği süresince İslam dininin mesajını çok zor şartlarda, büyük işkencelere maruz kalmayı göze alarak insanlara ulaştırmak için çalıştı. Önce doğduğu ve büyüdüğü şehir olan Mekke’de, işkencelerin ve zulmün en ağırlarına katlandı. Ardından Medine’de ise bir İslam toplumu oluşturdu ve yeni bir medeniyetin temellerini attı. Ama sonunda tüm insanlığa İslam’ın tevhid ve adalet mesajını ileten, güçlü bir topluluk oluştu. Peygamber Efendimizin (sav) İslam’ın o kutlu mesajını iletirken, neler yaşadığını, hangi güçlükleri aştığını ve nasıl bir mücadele verdiğini Siyer Araştırmaları Merkezi Kurucusu Mehmet Emin Yıldırım Hoca’yla konuştuk. Dün ilk bölümünü yayınladığımız röportajımızın bugün ise ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

Merak edenler için belirtelim, Siyer Araştırmaları Merkezi Eyüp’te faaliyetlerine devam ediyor. Mehmet Emin Yıldırım Hoca‘nın etkileyici bir üslupla anlattığı siyer derslerini seyretmek için ise www.siyertv.com adresini ziyaret edebilirsiniz…

RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!..

MEKKE’NİN FETHİNDE EFENDİMİZ (SAV) MUZAFFER BİR KOMUTAN EDASIYLA TEVAZUYLA KENTE GİRMİŞTİR

Medine’de sizin de söylediğiniz gibi bir İslam devleti oluştu. Hz. Peygamber Bedir, Uhud ve Hendek’ten sonra daha da güçlenerek Mekke’yi fethe çıktı. Oradan hicret ettiği yere geri döndü, belki komutan olarak denebilir. Burada Hz. Muhammed’in Mekke’yi fethettikten sonra Mekkelilerle ilişkisi nasıldı? Mekkeliler onu nasıl karşıladı?
Efendimiz (sav) hicretin 8. yılında 10 bin kişilik büyük bir orduyla Mekke’ye doğru yola çıktı. O güne kadar Efendimiz (sav)’in çıkardığı orduların en büyüğüydü. Hicret’in 5. yılında Hendek Gazvesi olduğunda Müslümanların sayısı sadece 3 bindi. Ama Efendimiz (sav) hicretin 8. yılında Arapların birçoğunun da Müslüman olup, o orduya katılmasıyla 10 bin kişilik bir orduyla Mekke’ye doğru giriyordu. Şöyle bir dünyevi nazarla baksak 13 yıl Mekke’de, çekmediği cefa, görmediği eza kalmamış, yürüdüğü yollara dikenler serpilmiş, başından aşağı deve işkembesi konmuş, o mübarek yüze tükürükler saçılmış, Taif’te taşlanmış, -Taif’te taşlayanlar da aslında Mekkeliler çünkü akrabalık bağları var- neler neler görmüş, geçirmiş. Sahabenin birçoğu işkencelere maruz kalmışlar. Mekkelilerle üç tane büyük savaş yaşamışlar; Bedir, Uhud, Hendek. Bu savaşların diğer cephesinde hep Mekkeliler var.

Böyle bir zeminde dünyevi bir nazarla baktığımızda Efendimiz (sav)’in muzaffer bir komutan edasıyla Mekke’ye girmesi gerekir. Ancak biz Efendimiz (sav)’in halini kitaplardan okuduğumuz zaman şöyle bir manzarayla karşılaşırız: Devesinin sırtındadır. Başında siyah bir sarık vardır. Öyle eğilmiştir devesine doğru ki, iki büklüm olmuştur. Gözünde yaş, Nasr suresini okumakta, Allah’ı tespih edip istiğfar etmektedir. Büyük bir tevazu, büyük bir mahviyet içerisinde, zaferi kendinden bilmeyip Allah’tan bilerek, galibiyetin ahlakını Müslümanlara ve bütün İslam alemine öğreterek, hiçbir zaman risalet davasında kin gütmediğini insanlara göstererek, eskiden olmuş hesapların hiçbir şekilde ortaya çıkmayacağını, görünmeyeceğini insanlara hissettirerek, böyle bir eda ile Efendimiz (sav) Mekke’ye girmiştir. Mekke’ye girip ‘Hak geldi, batıl zail oldu’ ilahi fermanıyla putlardan Kabe temizlenip, Bilal’in en büyük tevhid sembolü olan ezanı orada okumasından sonra bütün Mekkeliler, büyük bir korkuyla Kabe’nin avlusuna toplanmışlardır. Acaba Muhammed (sav) bize nasıl cezalar verecek diye içlerinden geçiriyorlar. Çünkü öyle şeyler yapmışlar ki onlar, onların yaptıkları şeyler affedilecek şeyler değil.  Şunu hatırlayalım mesela: Ebu Süfyan’ın hanımı Hint Binti Utbe’nin direktifiyle Vahşi Uhud’a katılmış ve Efendimiz (sav)’in ciğerparesi olan amcası Hamza’yı öldürmüş. Safvan ibni Umeyye’nin yaptıkları ortada. Ebu Cehil o günler Bedir’de öldürülmüş, oğlu İkrime ibni Ebi Cehil yıllar yılı babasının yanındayken de Efendimiz (sav)’e karşı olmuş, o Bedir’den sonra babasının intikamını almak için de 6 yıl boyunca elinden geleni yapmış. Aklınıza kim geliyorsa o gün Mekke’de, daha Müslüman olmamış olanlar, hepsinin İslam’a karşı, bizzat Efendimiz (sav)’e karşı bir tavırları var. O gün hepsinde de bir korku oldu.

Efendimiz (sav)’in karşısında yüreklerinde o korkuyla titreyen insanlara Efendimiz (sav) dedi ki: Bugün size ne yapmamı istersiniz? Onlardan biri dedi ki: Sen kerim bir babanın kerim bir oğlusun. Senden ancak biz iyilik bekleriz. Efendimiz (sav) orada Yusuf Aleyhisselam’ın -Kuran’a giren bir ayettir bu- diliyle kardeşlerine söylemiş olduğu sözü söyledi: “Bugün sizler için kınama yoktur.” En son o ayetin arkasından ‘Gidin, hepiniz salıverildiniz’ dedi. “Hepiniz özgürsünüz, hepiniz serbest bırakıldınız.” Yani Müslüman olun diye de bir zorlama yok. “Siz hepiniz özgürsünüz, ister imanı tercih edersiniz, ister kaldığınız hal üzere devam edersiniz.” Tabi böyle bir ihsan, böyle bir tavır birçoğunun yüreklerini fethetmeye yetmişti aslında. Çünkü Efendimiz (sav)’in o tavrı o güne kadar insanların alışık olmadığı bir şeydi. En azından açıkça suç işlemiş olanların cezalandırılması lazımdı, ama Efendimiz (sav) eski defterlerin hiçbirini karıştırmadı. Eskiye ait hiçbir hesaba girmedi. Kendi kızı Zeynep validemizi deveden düşürüp, karnındaki çocuğun ölümüne sebep olan ve onun arkasından da Zeynep validemizin vefatına sebep olan zatı dahi Efendimiz (sav) affetti. Hiçbir şekilde ona dahi hesap sormadı.

Böyle bilinen isimler üzerinden bile Efendimiz (sav) herhangi bir hesaplaşmaya girmediği için o ihsan adına ortaya konmuş olan büyük bir duruştu ve o duruş Mekkelilerin birçoğunun yüreklerindeki kapalı kapıları araladı. Çünkü onlar o güne kadar, özellikle Beni Ümeyye, Beni Mahsum mensupları Efendimiz (sav)’in çağrısını, davetini Beni Abdulmuttalip’in çağrısı olarak anlıyorlardı. Yani bir aile kavgası olarak görüyorlardı. Ama Efendimiz o gün böyle bir şey ortaya koyunca meselesinin aslında aile kavgası olmadığını, dünyevi iktidar ve hırs olmadığını, bu işin risalet ve nübüvvet olduğunu onlara göstermiş oldu. Onların birçoğunun yüreklerini kazandı. Biliyoruz ki Mekke’nin fethinden sonra Mekke’de yaşayıp da Müslümanlığı kabul etmeyen hiç kimse kalmadı. Birçoğu Müellefe-i Kulub olarak kabul edildi, kalpleri İslam’a ısındırılsın diye zekattan paylar verildi. Huneyn Gazvesi’nden sonra da Mekke tamamen Müslümanların eline geçti. Belki bir iki isim kaldı Müslümanlığı kabul etmeyen, onlar da Veda Haccı’ndan sonra zaten İslam’ı kabul ettiler. O günden sonra İslam’ın şehri oldu Mekke.

ASR-I SAADET İMANIN TEMSİLİYETİNİN EN ÜST SEVİYEDE YAŞANDIĞI BİR ZAMAN DİLİMİDİR

Hz. Peygamber’in dini tebliğ ettiği döneme ve sonraki 4 halife dönemine Asr-ı Saadet dönemi diyoruz. Neden bu döneme Asr-ı Saadet diyoruz?
Asr-ı Saadet’ten kasıt gerçekten insanlığın varabileceği en adil, en makul, en güzel yönetimin ve en güzel halkın olduğu zaman dilimidir. Efendimiz (sav)’in 23 yıllık peygamberlik süreci içerisinde din kemale erip nimet tamamlanınca -bu Maide suresinde geçen bir ayettir- artık bu manada yapılabilecek hiçbir şey kalmamıştı. Çünkü Efendimiz (sav) davetini, tebliğini en üst düzeyde insanlara duyurmuş, bu manada dini tamamlayarak onlara emanet etmişti. Ondan bu bayrağı devralan Hz. Ebubekir 2,5 yıllık hilafet döneminde Peygamber (sav)’den öğrendiği siyaset üzere devleti yönetmişti. Arkasından gelen Hz. Ömer 10,5 yıllık hilafet döneminde aynı şeyi devam ettirmişti. Onun arkasından gelen Hz. Osman 12 yıllık bir hilafet sürecinde bazı sıkıntılar yaşasa da Nebevi siyaseti bir şekilde devam ettirme adına gayret ortaya koymuştu. Onun arkasından gelen Hz. Ali 5,5 yıllık hilafet döneminde çok ciddi sıkıntılar yaşamıştı. Birçok savaşa iştirak etmek durumunda kalmıştı. Müslümanlar ilk kez Hz. Ali’nin döneminde birbirlerine karşı kılıçlar çekmişlerdi. Ama Hz. Ali’nin de yönetiminde en ufak bir sapma olmamıştı. Saadet Asrı denmesinin sebeplerinden bir tanesi de buydu.

Peygamber (sav)’in getirdiği dünya ve ahiret saadeti olan o emirlerin bir şekilde hayatta uygulanması en üst düzeyde olmuştu. Onlar Kuran’ın ahkamıyla amel etmişlerdi, ahlakıyla da ahlaklanmışlardı. Kuran’ın ahkamıyla amel eden, ahlakıyla da ahlaklanan zaten saadeti elde eder. O saadeti elde etmesi ille de dünyevi başarıyla alakalı bir durum değildir. Şimdi biz Asr-ı Saadet dediğimiz zaman dilimine Mekke’nin 13 yıllık sürecini de koyuyoruz. Biraz önce konuştuk, işkenceler var, sıkıntılar var; ama yine saadet var. Çünkü saadet dediğimiz şey imanın temsiliyetiyle alakalı bir şeydir. Gerçekten insanlık tarihi içerisinde de, bu bahsettiğimiz zaman dilimi imanın temsiliyetinin en üst düzeyde yaşandığı bir zaman dilimidir. Nebevi siyasetin en üst düzeyde hakim olduğu bir zaman dilimidir. Kıyamete kadar gelecek olan bütün Müslümanların gaye-i hayalidir. Bugün bizler de yaşadığımız zeminde, yaşadığımız coğrafyada, yaşadığımız zaman diliminde ‘nasıl bir dünya arzuluyorsunuz’ sorusuna vereceğimiz cevap Asr-ı Saadet’tir. Çünkü o ideal bir yapıydı, olması gereken en üst düzeyde hayat orada vardı. Dünya ve ahiret saadeti orada sağlandığı için de gaye-i hayali, hedefi o olmuştu. Dolayısıyla Asr-ı Saadet dediğimiz zaman biz bunları hatırlamamız gerekir ve bizim de böyle bir hedefimizin olduğunu unutmamamız gerekir.

YAHUDİLER, PEYGAMBER EFENDİMİZİ (SAV) KENDİ EVLATLARIYMIŞ GİBİ TANIMLARINA RAĞMEN ONA KARŞI OLDULAR

İslam, Allah’ın son gönderdiği kemale ermiş bir din. Ondan önce de Yahudilik ve Hristiyanlık var. Bu dinler Arap yarımadasında da etkili. Özellikle Medine’de Yahudi kabileler çoğunlukta. Hristiyanlar da o zaman ki Müslümanlara yakın bölgelerde yaşıyorlar. Yahudilerle Hristiyanların, Hz. Peygamber’in getirdiği mesajlara karşı tavırları nasıl olmuştur? Neden o kabul etmemişlerdir?
Bahsettiğiniz gibi bölgede hem Yahudiler hem de Hristiyanlar var. Yahudiler Medine’de çok yaygın bir haldeler. Mekke’ye hac maksadıyla gidiyorlar ama Mekke’de ikamet halinde değiller. Onların genel anlamda Efendimiz (sav)’e bakışları Kur’an’da onlarca ayette anlatılıyor. Genel anlamda bakışları, tahrif olmuş bir din olduğu için mevcut Yahudilik ve Hristiyanlık Efendimiz (sav)’i kabul etmekten ziyade onu reddetmeye, küçük düşürmeye yönelik, onun mesajlarını gölgelemeye dönük bir tavırları olmuştur. Çünkü onlar o tahrif ettikleri dinde, tahrif ettikleri o dini yapılar içerisinde Efendimiz (sav)’in getirdiği şeriatı kabul ettikleri anda kendi dinlerinden yüz çevirip Efendimiz (sav)’in getirdiği o risalet mesajlarına tabi olmak durumundaydılar. Böyle bir şeyde özellikle Yahudilerin dünyevi anlamda beklentilerini yok edeceği için, siyasi anlamda onları bir şekilde beklentilerinden mahrum edeceği için inanılmaz derecede düşman oldular. Kur’an’dan öğrendiğimiz bir hakikate göre Efendimiz (sav)’i peygamber olarak, peygamberlik vasıfları olarak kendi öz evlatlarını tanır gibi tanımalarına rağmen yine de karşı oldular. Yani bile bile o hakikate karşı oldular. Çünkü her ne kadar mevcut dini kitapları tahrif olmuş olsa bile o kitaplar içerisinde gelecek son peygambere ait vasıflar okuyorlar.

Bazıları hatta daha ötesini biliyorlar. Daha ötesinden kastım Efendimiz (sav)’in şemaline dair tarifleri okuyorlar. Bazı ahlaki özelliklerine ait o vasıfları ve ahlaki özellikleri okuyorlar. Bunları okuyan ve bilen Yahudi ve Hristiyanlar Peygamber (sav)’le karşılaştıkları zaman ‘evet bu odur’ diyorlardı ama bunu bile bile yine de kabul etmiyorlar, bile bile bu gerçeği inkar ediyorlardı. Mesela Abdullah ibni Selam, asıl ismi Huseyn ibni Selam’dır, Medine’de yaşamış bir Yahudi alimdir. Efendimiz (sav)’in Mekke’de ortaya çıktığını duymuş, Medine’ye hicret etmek üzere olduğundan haberi olduğunda Tevrat’tan çıkardığı bazı soruları Efendimiz (sav)’e sormak için zihninde toparlamıştır. Yanına da kendi kavminden, kabilesinden birkaç insanı alarak Peygamber (sav) Medine’ye gelince onun yanına varacak ve soruları soracak. Eğer Peygamberimiz o sorulara cevap verirse onun Allah’ın peygamberi olduğunu itiraf edecek. Eğer o sorulara doğru cevap vermezse, ‘bu bir yalancıdır’ deyip onun yalancı olduğunu insanlara söyleyecek. Bu şekilde beklerken Efendimiz (sav) hicret edip geldiğinde yanına birkaç adamını alarak, Efendimiz (sav)’in yanına gelince Efendimiz (sav)’in yüzüne bakar bakmaz ‘Bu yüz asla yalancı yüzü değil’ demiştir. Bir bakışla Efendimiz (sav)’in o vasıflarını, o ahlaki güzelliğini, iç dünyasındaki güzelliğinin dışa yansımasını görmüş ve bunu söylemiştir. Yanındaki adamlar ‘hani sen sorular soracaktın’ dediği zaman ‘haza Rasulullah’ demiştir. Abdullah ibni Selam gibi bilenler bu manada itiraf ediyorlar ve anında iman ediyorlar. Onun karşısında bile bile hakikati gizleyen, bile bile hakkı batıla karıştıran, bile bile menfaatleri gereği Efendimiz (sav)’e karşı olanlar da çoğunluktadır. Özellikle karşı tarafın din adamları, Hristiyanlar ve Yahudiler bu manada düşmanlıklarını son güne kadar devam ettirmişlerdir. Dolayısıyla onların cephesinden baktığınız zaman meseleyi böyle algılamak gerekir. Efendimiz (sav)’in getirdiği şeriat, din, onların tahrif ettikleri dini tamamen ortadan kaldıracağı için onlar böyle bir şeye gelmeyerek Efendimiz (sav)’i inkarda ne yazık ki direnç göstermiş ve sonuna kadar da bu direnci devam ettirmişlerdir.

NASIL KUR’AN EVRENSELSE EFENDİMİZİN (SAV) HAYAT TARZI DA EVRENSELDİR

Peygamber Efendimiz tüm Müslümanlar için örnek olacak bir hayat yaşadı. Aradan 1400 küsur yıl geçti. Bugünden baktığımızda Müslümanların Peygamber Efendimizin örnekliğine ne derece ihtiyacı var? Biz nasıl bir hayat sürersek, Peygamber Efendimizin izinden gitmiş oluruz?
Kur’an-ı Kerim Efendimiz (sav)’i çok farklı özellikleriyle bize tanıtır. Kuran’ın bu manadaki mesajları bizim için çok önemlidir. O anlattığı ayetlerden bir tanesi de Ahzab suresinin 21. ayetidir. O ayette Rabbimiz buyurur ki: Allah’a ve ahiret gününe iman eden, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar için muhakkak Allah Rasulü’nde güzel bir örneklik vardır. Ayette geçen ‘usvetün hasene’ ifadesi çok mühim bir ifadedir. Gerçekten Efendimiz (sav)’le bizim aramızdaki hukuku belirleme adına çok mesaj verir. İstisnai bir ifadedir. Kur’an içerisinde üç yerde kullanılır. Biri biraz önce okuduğum ayette, Mümtehine suresinde, Hz. İbrahim ve ailesi için kullanılır. ‘Usvetün hasene’yi biz en güzel örnek olarak çeviririz. Meallere baktığımız zaman en güzel örnek, en kamil misal, en ideal prototip, numune-i imtisal şeklinde ifadeleri görürüz. Elhak bunların hepsi doğrudur. Ancak ‘usvetün hasene’nin şöyle de bir anlamı var: Hayatın her anının ve her alanının tartışılmaz rehberidir Efendimiz.

İki ifade kullandım çok önemli, hayatın her anı, zamanla alakalı bir şey; her alanı ise mekanla alakalı bir şey. Yani buradaki ifadeden yola çıkarak şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki Efendimiz (sav)’in örnekliği ve rehberliği tarih içerisinde başlamış ve bitmiş bir hadise değildir. Şu anda 21. yüzyılda yaşıyoruz, dünya devam etse, ne zamana vardıysa o zamana kadar, hangi mekanda yaşarsan yaşa, ister Mekke’de, Medine’de, Şam’da, ister İstanbul’da, Paris’te, Lefkoşa’da şurada burada… Eğer sen “La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah” deyip İslam ailesinin bir ferdi olduysan yapacağın iş şudur: “Ben iman adına başladığım bu yolu, o yola uygun bir biçimde nasıl devam ettirebilirim?” Bunun cevabı Efendimiz (sav)’in hayatında gizlidir. Bir Müslüman onun siyerini, ahlakını, hadisini, sünnetini, ona ait ne varsa onları öğrenip hayatını ona göre şekillendirmek durumundadır. Efendimiz (sav)’in yaşadığı hayat sadece o günün dünyasında kalan bir hayat değil, ideal bir örnek olabilmesi için yaşadığı hayatın da evrensel olması lazım. Nasıl Kur’an’ın mesajları evrenselse Kur’an’ın hayata dönüşmüş şekli olan ve sünnet dediğimiz Efendimiz (sav)’in hayat tarzı da evrenseldir. Bir Müslüman için o evrensel mesajlar çok şey söylemektedir. Bugünün dünyasında biz ne yazık ki Efendimiz (sav)’i bu manada tam anlayamadığımız için, değerini tüm Müslümanlar olarak tam anlamıyla takdir edemediğimiz için, görev ve sorumluluklarını tam anlamıyla bilmediğimiz için, yetki ve sınırlarının ne olduğunu tam anlamıyla tespit edemediğimiz için Peygamber (sav)’le tam bir bağlantı kuramıyoruz.

Bizim yapmamız gereken şey öncelikle Efendimiz (sav)’in değerini yeniden anlamak. Gerçekten peygamberi sevmenin ne demek olduğunu kavramak. Peygamberi sevmek demenin sadece ona methiyeler düzmek demek olmadığını kavramak. Sadece onu şiirlerde, ilahilerde yüceltmekle işin bitmediğini anlamak. Hayatın içerisinde onun sünnetini, onun hayat tarzını diriltmek gibi bir sorumluluğumuz olduğunun farkına varmak. Onun cihana bıraktığı derin izleri kavrayarak bugünün dünyasında da diriltme adına gayret göstermek her Müslüman’ın en önemli vazifesidir. Eğer bizler bu manada bir gayret içerisinde olursak ve Efendimiz (sav)’in hayatını, siretini tarihi bir şahsiyeti okur gibi, bir roman okur gibi değil de hayatımıza yön verecek bir rehber gibi okursak, hayatımızın yegane rehberi olarak onu edinirsek ve bu manada zihin dünyamızı gerçekten o mesajları algılayacak bir seviyeye getirirsek, Efendimiz (sav)’in attığı her adımın aslında bugünkü dertlerimize derman olabilecek adımlar olduğunu fark ederiz. Onun sünneti, siyeri, sireti bize bu manada Müslümanca düşünme ve Müslümanca yaşama adına çok önemli şeyler söyler, eğer bizler bunları tam anlamıyla kavrayabilirsek… Kavradığımız zaman, anladığımız zaman da onunla aramızdaki hukuku yeniden tanzim ederek, yeniden belirleyerek çok farklı bir biçimde mevcut sermayeden -ki çok güçlü bir sermayedir- daha fazla istifade etmenin yollarını buluruz.

RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!..

on5yirmi5.com