‘Müslümanlar Allah yokmuş gibi yaşıyorlar’

İslam
Dr. Emre Dorman: "Ülkemizde yaşayanların yüzde 99’u Müslüman olduğunu söylüyor. Ama yaşantılarını incelediğinizde Allah yokmuş gibi yaşıyorlar. " "Müslümanlar Allah yokmuş gibi ya...
EMOJİLE

Dr. Emre Dorman: "Ülkemizde yaşayanların yüzde 99’u Müslüman olduğunu söylüyor. Ama yaşantılarını incelediğinizde Allah yokmuş gibi yaşıyorlar. "

"Müslümanlar Allah yokmuş gibi yaşıyorlar"

Acıbadem Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Emre Dorman, ateizm üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan bir isim. Dr. Dorman, kaleme aldığı kitaplarında günümüzde ateizmin geldiği noktanın son durak olduğu üzerinde duruyor.

Dr. Dorman, “Modern Bilim: Tanrı Var” kitabında modern bilimin geldiği noktada Allah’ın varlığını kabul ettiğini belirtiyor. “İnsanlar Uyurlar, Ölünce Uyanırlar” ve “Kur’an-ı Kerim’deki Temel Emir ve Yasaklar” Dr. Dorman’ın diğer kitapları.

Moral Dünyası dergisinde Dorman’la yapılan söyleşide günümüzdeki sorunun ateizm olmadığını, sorunun insanların Allah var demesine rağmen Allah yokmuş gibi yaşamalarında olduğunu söylüyor. Dr. Dorman’ın vurgu yaptığı diğer bir konu ise 21. yüzyılın 20. yüzyıldan daha dindar olacağı…

Dorman’la yapılan söyleşi şöyle;

20. yüzyılın sosyal ve düşünsel okumasını yapanların dünyada 1968 yılında ateizmin bir patlama yaşadığı, ancak daha sonra düşüşe geçtiği konusunda genel bir açıklaması var. Buna karşılık son 10-15 yılda ateizmin bayraktarlığını yapanlar öne çıkmış durumda. Bir anlamda bir ateizm dalgasından söz etmek mümkün mü?

Önce olayın tarihsel arka planına bakmak gerekir. Sözünü ettiğimiz konu, yani insanlık tarihi boyunca evrenin ve yaşamın nasıl ortaya çıktığı ve bunda herhangi bir amaç olup olmadığı sorusu felsefe ve ilahiyat çevrelerinin en temel konularından biri olmuştur.

20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bu evrenin kökeni, kaynağı, kaderi ile ilgili sorularla ilgilenen akademisyen sayısında bir artış olduğunu görüyoruz. Bu akademisyenlerin arasında ilahiyatçılar, filozoflar ve bilim adamları var. Sadece pozitif bilimciler değil.

Batı’da özellikle Hıristiyan ilahiyatçılar öne çıkıyor. Temel dinî bilgilerini edindikleri bir disiplinde uzmanlaşıyorlar, aynı zamanda fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimlerde de uzmanlaşıp din felsefesi ekseninde bu inkârcı görüşlere karşı mücadele ediyorlar.

Son çeyrekteki yeni ateistleri saymazsak aslında 20. yüzyılın sonunda ateizm (materyalist felsefe) tamamen bir yıkım yaşadı. Özellikle astrofiziksel açıdan, evrenin bir başlangıcı olması 1900’ların başında Big Bang’la, termodinamiğin kanunlarında, vaktin ezeliyeti kavramının çökmesi ile felsefe tarihine baktığınızda ateist insan sayısı aslında azdır. Antik dönemde bir Democritus, Epikür öne çıkmış isimlerdir.

Ama felsefe tarihine, bilim tarihine, düşünce tarihine yön vermiş dehaları veya büyük düşünürleri dikkate aldığınızda bu insanların çok dindar insanlar olabildiğini de görebiliyorsunuz. Bilim dünyasına damga vurmuş pek çok insanın Copernicus, Kepler, Galileo, Newton, Descartes’ta Allah (yaratıcı) inancının ne kadar kuvvetli olduğunu görüyoruz.

Bilim ilerledikçe, zaman ve insanların bilgisi de ilerledikçe dinin tamamen insanların hayatının dışına itileceği zannı vardı. Pozitivist Augusto Comte’un bir gelecek tasavvuru var.

“Zamanla insanlar bu dinin ne kadar anlamsız, ne kadar boş ve gereksiz şeyler olduğunu anlayacaklar” diye bir iddiada bulunuyor. Bugün 21. yüzyılın 20. yüzyıldan çok daha dindar bir yüzyıl olduğunu görüyoruz.

Daha da dindarlaşmaya doğru gittiğini görüyoruz. Çünkü pozitif bir şeyin insanın manevi dünyasına hitap etmesi mümkün değildir. İnsanı diğer canlılardan ayıran aklı değil, manevî değerleridir, ahlakının olmasıdır.

Eric Schumacher’in “Aklı Karışıklar İçin” adlı kitabında kullandığı bir ifade var: “Modern dinsiz yaşama deneyimi başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü insan kilisesiz belki yaşayabilir, ama dinsiz asla.”

Bir dönem mutlak hakikatlerin sadece bilimle anlaşılabileceği ve açıklanabileceği şeklinde bir algı ortaya çıktı. Oysa en klasik ifadesiyle söylenmesi gerekirse bilimin gerçekleştirdiği gözlem ve deneylerle ancak bir şeyin nasıl olduğu açıklanmaya çalışılıyor. Neden ve niçin olduğu açıklanmıyor.

Basit bir örnek “Su 100 derecede kaynar” diye bir ifade kullandığımızda neden suyun kaynama özelliği olduğu veya ateşin niçin ısı vererek suyu kaynattığıyla ilgili bir açıklama yapılmıyor. Aslında bu gözden kaçan en önemli noktadır. Biz yapılan bu açıklamayı bilimsel olarak algılıyoruz ama gerçek bu değildir.

Gaye ve hikmet mi göz ardı ediliyor?

Evet, hem gaye ve hikmet göz ardı ediliyor, hem de yapılan tanım o şeyin mahiyetiymiş gibi algılanıyor. Bunun ötesi sorgulanmıyor. Neden suda böyle bir özellik var? Neden ateş diye bir şey var? Bilim adamlarıyla ilgili üzerinde durulması çok önemli olan bir nokta var.

Bilim adamının görevi; bilimsel faaliyetlerini doğaüstü unsurları kapatmak, doğaüstünü görmezden gelmek değildir. Bilim adamının böyle bir görevi yoktur. Bilim adamının objektif olması gerekir demekten “Bilim insanı inançsız olmalıdır, inançlı insan bilim adamı olmaz” diye bir şey çıkartılamaz.

Bilimsel faaliyetlerinizi yaptığınız zaman bilimin kriterlerine göre bunu yaparsınız ama buradan inançsız olabilmek için psikolojik veya ruhsal sorunlarınızın olması gerekir.

Günümüzde bilim adamları sekülerleştiriliyor. Bazı bilim adamları da kendilerini buna adeta şartlıyorlar. Bilimin genel kabul gören tanımına baktığımız zaman bilimin doğadışıyla bir açıklama yapmadığını söylemek mümkün, ama siz bilime doğalcılık gömleğini giydirdiğiniz zaman doğadışında bir şey yoktur varsayımını bilime ve dolayısıyla bilim adamına da dayatmış oluyorsunuz.

Fizik-metafizik ayırımı yapınca otomatikman fizik dünyaya açılıyoruz. Din zaten adeta uçuruma atıldı.

Metafizik olmadan fizikî âleme açılmanız mümkün değil. Descartes’ın ağaç temsilinde, felsefeyi besleyen şey, fiziği besleyen şey metafiziktir. Tarih boyunca da böyle olmuştur.

İşte bu son iki yüzyıldır yapılan bir yanlıştı. Bu yaklaşım aslında bilime ciddi sınırlamalar getiriyor. İnsanlar bunun farkında değiller. Bilimin amacı, gerçeği bulmaktır. Eğer doğaüstünü bilimden dışlarsanız ve şayet evrende doğadışı nedenlerden dolayı ortaya çıkan olgular varsa bilim hiçbir zaman bu gerçeklere ulaşamayacaktır. Bilime doğalcılığı dayatmak ulaşabileceği alanları kısıtlamak demektir.

Platon diyor ki: “Bilim merakla başlar.” Ama birileri kalkıp sen doğadışı şeyleri merak etme derse işte o zaman bilimin önüne önemli bir engel konuluyor demektir. Din ile bilim arasında olduğu söylenen çatışma aslında doğalcılık ile bilimin birbirine karıştırılmasından kaynaklanıyor.

Tabiatçı felsefeyi bilimle özdeşleştiriyorsunuz ve sonra bilim dine karşıdır diyorsunuz. Materyalist bilimle din çatışır, tabiatçı felsefe ile de din çatışır ama bilim ile din çatışmaz. Çünkü bizim inancımıza göre din de bilim de Yaratıcımızın var etmiş olduğu, bizim O’na ulaşmamız için yollardır.

Dini vahyeden O, kâinatı yaratan O’dur. Bizim dinimiz açısından bilimden çekinmemizi gerektirecek herhangi bir durum yok

Modern bilimin ortaya koyduğu verilerden hareketle ateist olması için insanın gerçekten kendini çok zorlaması lazım. En azından bilimi kullanarak ateist olmak için.

Tarih boyunca insanların ateist olmasının felsefi ve psikolojik sebepleri olmuştur. Bilim sadece bir araç olarak kullanılmıştır. Artık modern bilimin ortaya koyduğu tablodan hareketle daha az ateistin olacağını değil, ama ateist olmak için çok daha az gerekçenin olduğunu söylüyorum.

Ateistler bilim dışında kendilerine bir mecra bulacaklar. “Ben felsefi veya psikolojik tutumumdan dolayı ateist oldum” diyecekler. Dinler de bilimin ilerlemesiyle kendi tezlerinin haklı çıkacağını iddia etmişlerdir. Günümüzde geldiğimiz noktaya baktığımızda dinlerin haklı çıktığını görüyoruz.

Bilimin ilerlemesiyle ilgili iki örnek vermek istiyorum: 20. yüzyılın en önemli ateisti kabul edilen Antony Flew, 2004 yılında Newyork’taki bir konferansta yaşamın kökenine dair kendisine yöneltilen bir soruda DNA’daki kompleks yapıdan hareketle bir Yaratıcı’nın var olmasının gerektiğini açıkladı ve bu bütün bilim dünyasında özellikle ateist camiada şok etkisi oluşturdu.

Bu çalışma Türkçe’ye “Yanılmışım Tanrı Varmış” adıyla yayınlandı.

Bu mikro seviyedeki bilimsel gelişmenin hangi tarafı desteklediğini göstermeye çalışan çok önemli bir noktadır. Diğer örnek ise moleküler biyolog Michael J. Behe şöyle bir yaklaşımda bulunuyor: “Canlılar hakkındaki bilgimiz arttıkça Darwinizmin ateist yorumunda o kadar fazla sorunla karşılaşıyoruz.”

Bu çalışmanın Türkçesi “Darwin’in Kara Kutusu” adıyla çıkmıştı. Dolayısıyla bilimsel gelişmenin mikro seviyede de hangi tarafı desteklediğini göstermek için güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum. Biz inananlar için ontolojik anlamda Allah hayatın merkezindedir. Hayatı veren Allah’tır ve hayat O’nun kurallarına göre yaşanır. Biz buna inanıyoruz.

Yani insan ben merkezli değil, Allah merkezli yaşar. Kuralı Allah koyar.

Evet, teosantirik diyoruz. Dolayısıyla ateistler, şüpheciler, agnostikler açısından baktığımızda Allah ya var, ya yoktur. Biraz var veya biraz yoktur değil veya sadece belli durumlarda Allah var olmaz. İnananlar için de böyledir.

Pek çok insan nefes alıp vermesini bile Allah’a borçlu olduğunu bilmeden yaşıyor. Günlük zevkleri için yaşıyor, biyolojik olarak yaşıyor. Dolayısıyla onu diğer canlılardan ayıran bir şey yoktur.

Özellikle ülkemizde yaşayan birçok insanın yaşantısına baktığınızda Allah var diyor. Yüzde 99’u Müslüman olduğunu söylüyor. Ama yaşantılarını incelediğinizde Allah yokmuş gibi yaşıyorlar. Ortalama bir ehl-i dünya diye ifade ettiğiniz bir insanla bir ateist arasındaki ayırımı nasıl yapabileceksiniz? Onu inanan yapan özellikler nelerdir? Bence bu modern çağın en öncelikli inanç problemidir. Sorun ateizm değil, insanların Allah var demesine rağmen Allah yokmuş gibi yaşamalarıdır.

Pascal’ın bana teizm ve ateizm ile ilgili bir sözünü hatırlattı: “Allah’ın varlığını salt felsefi düzlemde açıklama ama din hakikatini görmezden gelme hatta ona kıymet vermeme, cephe alma anlamında teizm, ateizm kadar tehlikelidir.” Haşa Allah merkezde değil, yedekte gibidir. Hakikaten dediğiniz tablodaki gibi yaşıyoruz, Allah’ın var olduğunu kabul edip ama yokmuş gibi yaşamakla. Kendi kuralımızı kendimiz koyuyoruz. Sıkışınca Allah’a yöneliyoruz.

Pek çok insan biyolojik bir varlık olarak hayatını sürdürüyor. Düşünüyor, duyuyor, konuşuyor, görüyor. Fakat bu melekelerinin tamamı biyolojik bir çalışma gibi işliyor.

Dış dünyayı görüyor ama ardındaki ilahî tasarımı fark edemiyor. Sadece biyolojik bir gözlemden bunu çıkarıyor. Üstad Bediüzzaman’ın mana-yı ismi ile mana-yı harfi noktasında ayırımı var. Mana-yı harfi; bir sanatı meydana getirirken onu o sanatı meydana getiren sanatkârı ciheti ile değerlendirmek; mana-yı ismi de, bir sanata sanat olması yoluyla bakmak ve sanatkârı unutmaktır.

Yani Mimar Sinan şu eseri şu tarihte yapmıştır gibi veya Süleymaniye şu tarihte yapılmıştır gibi bir ifade kullanıyorsunuz. Birincisinde Mimar Sinan, ikincisinde ise Süleymaniye ön plandadır. Mimar Sinan göz ardı ediliyor. Peki, o olmayan bina nasıl ortaya çıktı?

Tasarım işte bu noktada ortaya çıkıyor. Önemli olan bizim dış dünyayı gözlemlememiz değil, diğer canlılar da dış dünyayı görebiliyorlar. Olay burada biyolojik görmek değil, olay onun içine nüfuz edebilmektir. Arkasındaki ilahî tasarımı kavrayabilmek ve bunu Yaratıcı’yla irtibatlandırabilmektir.

(Moral Dünyası Dergisi)