Kaderimde varsa nasıl özgür olabilirim?

İslam
Faruk Beşer Yenişafak gazetesindeki yazısında “kader” konusunu irdeliyor. Bir önceki yazımızın sonunda demiştik ki, “Nasıl olur da Allah hem her şeyi önceden yazmış bulunur, hem de kul fiillerini yapı...
EMOJİLE

Faruk Beşer Yenişafak gazetesindeki yazısında “kader” konusunu irdeliyor.

Bir önceki yazımızın sonunda demiştik ki, “Nasıl olur da Allah hem her şeyi önceden yazmış bulunur, hem de kul fiillerini yapıp yapmamakta serbest olabilir?”

İşte meselenin püf noktası burasıdır, kaderin sırrı da buradadır.

Önce tam bir müminin şöyle düşünmesinde hiçbir sakınca yok: Allah yaş kuru her şeyi bir Kitab-ı Mübîn’de yazdığını söylüyor, demek ki yazmıştır ve yine Allah dileyenin iman, dileyenin inkâr edebileceğini, insanların yaptıklarından sorumlu olacaklarını söylüyor, demek ki öyledir. Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz diyor. Demek ki bizim dilememiz bile O’nun dilemesine bağlıdır. Meselenin iman boyutu bu kadar basittir. Zaten iman sorgulamadan, Gayb’a inanmakla olur.

Diğer yönüne gelince, bunu anlamakta zorlanmamız, bizim sadece kendi idrak imkânlarımızla düşünebilmemizden kaynaklanır. Bizim algılarımız zaman ve mekân denen göreceli etkenlerle sınırlıdır. Bu algı ile bize göre gelecek olan şeyin şu anda oluyor olması, yani hal olması, ya da geçmiş olması mümkün değildir. Oysa zaman ve mekân bizim algımızı sınırlayan görüntü engelleridir. Allah için onlar yok hükmündedir ve bir milyar yıl öncesi ile bir milyar yıl sonrası O’nun için aynı noktadadır.

Aslında Allah bize de bunu anlama imkânlarını bir nebze de olsa vermiştir. Mesela bizim ruhumuz, mahiyetini bilmediğimiz bir varlığımızdır. Ama onun Allah’ın bir nefhası/nefesi ya da Hayy isminin bir yansıması olduğunu da biliyoruz. Hata etme ihtimaliyle beraber diyebiliriz ki, bizim Allah’a en yakın olan varlığımız ruhumuzdur. İşte Allah’la olan irtibatı sebebiyle ruhumuz, biz uyurken bedenimizden ayrılıp, bir bakıma kısmî özgürlüğüne kavuştuğu için, zaman ve mekân engelinden sıyrılıp geleceğe sefer yapabilir ve bize gelecekten haberler getirebilir. Biz de yıllar sonra olacak bir şeyi rüyamızda olmuş gibi görebiliriz, zamanı geldiğinde de o şey gördüğümüz gibi çıkar. O halde ruhun, kendisinin sadece bir nefhası olan Allah bizim ileride neler yapacağımızı, irademizi hangi yöne kullanacağımızı an olarak göremez mi? O’nun bilmesi de bizim irademizi kullanmamıza engel değildir. Uzaydan bakan meteoroloji bir hafta sonra kar gelecek dediği için mi kar yağar? İşte bizim irademiz de bir şeydir ve zaman ve mekân ortadan kalkınca onu da Allah an olarak görmektedir.

Hatta insan rüyasında kötü bir şey olacağını görür ve buna rağmen de o kötü şeyin gerçekleşmesini engelleyemez. Bu da aslında kaderin değişmeyeceğini gösterir. Ama dikkatli olanlar bunun, önümüzdeki kötülükleri irademizle değiştirebilmemizden farklı bir şey olduğunu anlamakta zorluk çekmezler.

Muhammed İkbal kaderin zamanla olan ilişkisini, itiraf etmeliyim ki, anlamakta zorlandığım derin bir felsefeyle açıklar ve zamanı en iyi anlayanın Bergson olduğunu söyledikten sonra der ki: “saf zaman soyut ve tersine çevrilebilir anlardan müteşekkil bir dizi değildir. İçinde, geçmişin arkada bırakılmadığı, aksine şimdiki zamanla hareket eden ve ilerleyen bir organik bütündür. Gelecek ise katedilmesi gereken bir yol değildir. Geleceği biz sadece önümüzde buluruz. Var olduğunu söylüyorsak da sadece belirsiz bir imkân olduğu için. İşte “organik bütün” olarak bilinen zamanla ilgili bu kavram Kur’an-ı Kerim’in diliyle ‘kader’ olarak addolunmuştur…”(İslam Düşüncesinin Yeniden Doğuşu. Çev. Ahmet Asrar. S. 75).

Hz. Peygamber’in şu muhteşem hadisi şerifi de aynı şeyi anlatıyor olmalıdır: “Zamana (dehr) sövmeyin, çünkü Allah zamanın ta kendisidir” (Müslim).

Dehr, bizim zaman dediğimiz şeyden farklıdır. Zaman dünyanın ve gezegenlerin hareketiyle ilgili olarak oluşan izafi bir algıdır. Dehr ise bu izafi algı anlamındaki zamanın metafizik varlığıdır. İşte bu sebeple ‘Dehr Allah’tır’ denmiş olabilir. ‘Asr’ da buna yakın bir anlamdadır. Belki bu sebeple Allah “Asra yemin olsun ki” demektedir.

Diyebiliriz ki, kader konusunda sadece akıl insanı Mutezilî, sadece gönül ise Cebrî yapar. Sufilerin sonunda Cebrî bir kader anlayışına sahip olmaları da bundandır. İsmet Efendi’nin “Mezahirde acep ne var arada, kamu işler anınladır verâda” beyti bunu anlatır. Yani siz eşya ve olaylar için görünürde pek çok sebepler bulabilirsiniz ama aslında arka planda her şey Allah’ın eliyle olmaktadır, demektir.

İlginçtir ki, Gazalî’ye, “affedilemez hataları vardır” diye ayar çeken Mustafa Sabri Efendi bile kaderle ilgili muhteşem eserinde şöyle der: “Kader meselesi öyle bir meseledir ki, başlangıcında Mutezilî, sonunda Cebrî olmamak mümkün değildir”.

Akif de şu dizeleriyle Cebriliği kınarken aslında sufiler gibi ona yaklaştığının da farkındadır:

Âkil nereden gördü bu ciddî harekâtı? / Câhil neden öğrenmedi âdâb-ı hayâtı?

Bir fâilin icbârı bütün gördüğüm âsâr! / Cebrî değilim… Olsam İlâhî ne suçum var?

O halde meseleyi akıl ve gönül birlikteliği ile anlamaktan başka çare yoktur. Ehlisünnetin yaptığı da bundan ibarettir.

Tabii ki bitmedi