İslam neden farklı anlaşılıyor?

İslam
Prof.Dr.Faruk Beşer Yenişafak gazetesindeki yazısında, Kur’an ve hadisten çok az şey bilenlerin kendi uzmanlık alanına uygun bir islam anlayışı oluşturduğunu bunun “uzmanlık üstü isla...
EMOJİLE

Prof.Dr.Faruk Beşer Yenişafak gazetesindeki yazısında, Kur’an ve hadisten çok az şey bilenlerin kendi uzmanlık alanına uygun bir islam anlayışı oluşturduğunu bunun “uzmanlık üstü islam” olduğunu söylüyor.İşte o yazı….

Ortayolu, itidali, dengeyi, ya da vasatiyyeyi tartışırken İslam’ı bütün olarak anlamadaki ortayolu da görebilmemiz gerekir. Bunu bir insan bedeni benzetmesiyle anlatmaya çalışırsak şöyle diyebiliriz:

İdeal bir insan bedeni düşünelim. Her uzuv yerli yerinde ve ideal ölçülerde olsun. İslam’ı da böyle bir beden olarak görelim. Mesela kalp İslam’daki zikri ve ibadeti temsil etsin. Askerin gözetleme görevinden hareketle gözler cihadı, eller eylemleri, baş ve beyin tefekkürü ve bilgiyi ilah, temsil etsin. Bütün bu organlar birbiriyle iletişim halinde ve dengeli olursa insan, insan olarak fonksiyonlarını istenen düzeyde yerine getirebilir.

Bunlardan birine ölçüsüz ağırlık verilir, diğerleri dumura uğratılırsa marazi bir görüntü doğar. Mesela cihad cihad deyip gözleri çok büyütürsek karşımıza gulyabani gibi bir heyula çıkar. İnsanlar bunu gördüklerinde ödlek görmüş gibi korkarlar.

Yine dengesiz biçimde ve zikrin ne olduğunu da anlamadan zikir zikir deyip diğer organlarla iletişim halinde olmayacak şekilde kalbe ağırlık verirsek kalp şiştikçe şişer ve artık nefes darlığından gideriz.

Şimdi etrafımızdaki İslam anlayışlarına bakalım, bu dengesizliğin her tarafta fark edilebilir olduğunu göreceğiz.

İslam’ın ne olduğunu bilen bilir. İslam Allah’ın bütün insanlığa duyurulmak üzere Resulüne gönderdiği vahyin, yani Kur’anıKerim’in Resulü tarafından kusursuz yaşanmasından ibarettir. Kur’an-ı Kerim İslam’ın yegâne kaynağıdır, Sünnet o kaynağın uygulanabilme çerçevedir. Bu bakımdan mecazen Sünnet’e de kaynak denir ve böylece İslam’ın Kur’an ve Sünnet diye iki temel kaynağı olmuş olur. Diğer anlama usulleri ise bunlara bağlıdır.

Şimdi hayatın değişkenliği içerisinde İslami olan düşünceyi ve eylemi anlamak isteyenler bu iki kaynaktaki ilgili talimatı bilir ve hesaba katarlarsa onu doğru anlamış olurlar. Aksi takdirde kendi çizdikleri sınırları İslam zannetmekten başka çareleri yoktur. Ne var ki, Türkiye gibi bu iki temel kaynağa herkesin doğrudan ulaşma şansı bulamadığı ülkelerde bu iş biraz zordur ve özel çaba ister.

Ulaşabilen insanlar çerçeveyi bu iki kaynaktaki bilgilerle kurup aradaki boşlukları akılla doldururlarsa çerçevenin dışına çıkmamış ve İslami olanı anlamış ve yaşamış olurlar. Günümüzdeki Selefilik buraya kadar doğru bir çizgidedir. Ama onların da aralardaki boşlukları doldurmada problemleri vardır. Yani onların problemi çerçeveyi kurma problemi değil, farklı zamanın ve mekânın bulunduğu araları anlama ve doldurma problemidir.

Bu çerçeveyi kuramayanlar için ise manzara farklıdır. Mesela bu iki kaynağı doğrudan bilemeyen Müslüman bir felsefeci düşünce ağında bu kaynaklarda kendi alanıyla ilgi olan çok az nassa atıfta bulunabilir. Çerçeveyi kaynaklarla değil felsefeyle kurar. Ama Müslüman bir felsefeci olduğunu gösterebilmek için de arada sırada ve sadece kendini destekleyen naslardan söz edebilir. Nasların çerçevesindeki bir felsefe ya da tefekkür ile, felsefenin çerçevesinde bir nastan yararlanma çok farklı şeylerdir.O zaman felsefe sayısınca İslam anlayışının ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Buna da İslam değil, olsa olsa felsefe üstü az İslam denir.

Bunu diğer bilimlerdeki arkadaşlarımızda da fark edebiliriz. Teknik üniversitedeki ya da tıptaki, iktisattaki bir hocamız çoğu zaman İslamî ilimlerdeki bir hocadan daha duyarlı ve daha ‘dindar’ olabiliyor. Ama meseleye biraz yakından baktığınızda onun bu iki kaynaktan bildiği çok az şey üzerine kendi dünyası ile bir çerçeve kurduğuna şahit olursunuz. Böyle bir İslam’da çerçeveyi, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet kurmuş olmuyor. Sonuçta kişilere göre farklı İslam anlayışları ortaya çıkıyor.

Bir zamanlar bendeniz durumun ilahiyat hocaları için dahi böyle gözüktüğünü söylemiştim, ne yazık ki, fikrimi değiştiremedim. İhtisas körlüğü denen musibetin pek çoğumuza bulaştığını ve bir kelamcı Müslümanlığı ile bir tasavvufçu Müslümanlığı, hatta bir tefsirci Müslümanlığı ile bir hadisçi, ya da fıkıhçı Müslümanlığı birbirinden belirgin düzeyde farklılıklar arz ettiğini görmekteyiz. Akademisyenlerin bundan kurtulması zordur ama akademik çalışmalar olmadan da nesnel doğruyu bulabilmek imkânsızdır.

yazının devamını okumak için…