IŞİD üzerinden yeni bir ‘11 Eylül’ mü?

İslam
Hayrettin Karaman / Hedef kutuplaşma değil birlikte yaşama Yangını körükleyenler, ateşe benzin dökenler başka maksatla, ülkede huzur, barış ve ortak ahlak çerçevesinde insanca bir hayatı arzu edenler ...
EMOJİLE

Hayrettin Karaman / Hedef kutuplaşma değil birlikte yaşama

Yangını körükleyenler, ateşe benzin dökenler başka maksatla, ülkede huzur, barış ve ortak ahlak çerçevesinde insanca bir hayatı arzu edenler de başka maksatla ‘kutuplaşma’dan, bunun toplum hayatına ve ülkeye verdiği, vereceği zararlardan söz ediyorlar. Bazıları çare üzerinde de duruyor, bir kısmı kutuplardan birini suçlayarak, fedâkârlığıda yine onlardan bekleyerek çözüm, bir kısmı ise ortada durarak, olması gereken ile olabileceği birbirinden ayırarak çözüm tekliflerinde bulunuyor, yol gösteriyorlar.

Kutuplaşmadan samimi olarak rahatsızlık duyan ve makul bir çare bulma peşinde koşan düşünür ve yazarlardan, son günlerde konu ile ilgili önemli yazılar kaleme aldılar. Bunlardan iki alıntı yaparak kendi görüşümü ekleyeceğim:

‘Şöyle bir bakın:

Bugün Türkiye, tüm aktörleriyle, siyasetçisi ve aktivistiyle, gazetecisiyle, dindarıyla, genciyle, diğer toplumsal unsurlarıyla boğucu bir siyasete, siyasi kutuplaşmaya esir düşmüş halde. Hiçbir oyuncu bu ortamdan çıkış arayan, zorlayan ipucu vermiyor, umut ışığı sunmuyor.

Çıkışı, rakibin mağlubiyeti, ezilmesi, geriye itilmesi olarak sanma dalgası, daha doğrusu körlüğü her yere hakim.

Basın malum, yazarlar keskin, gençler öfkeli…

Öfke ve kutuplaşma aç bir kurt gibi önüne çıkan her şeyi silip sürüpüyor, yiyip bitiriyor.

Türkiye’nin siyasi sorunları, anayasa meselesi, ekonomi, dış politika, İŞID yanında önemli meselelerden birisi budur.

Öfkeyi dindirmek, kutuplaşmayı azaltmak, uçağın burnunu tekrar yukarı çevirmek, başta hükümet tüm aktörlerin ilk hedeflerinden birisi olmalıdır.’ (Ali Bayramoğlu, 13 Eylül)

‘Önümüzdeki mesele artık bu.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Faruk Beşer / Yemek, kültür ve başarı

Neden Allah, inkâr edenlerin yemek yemelerini davarların yemesine benzetiyor?

Çünkü insan ürettiğini önce düşüncelerinde, tasavvurunda, hayallerinde üretir. Yemekten başka bir şey düşünmeyen, dikkatini ve himmetini yemek yemede harcayan insan düşünemez hale gelir, tıpkı davarlar gibi. Düşünemeyince, üretemez. Üretemeyince de başarılı olamaz. Midesi dolar, yediklerini sindirmesi zorlaşır. Beynini besleyecek olan kan, bu anormal olaya müdahale etmek üzere midesine hücum eder. Beyin hücreleri yeterli kan alamayınca beslenemez. Böyle olunca da sağlıklı düşünemez. Zekâsı azalır. Zekâ azalınca yeterli bilgi alamaz, anlayışı azalır. Sonuçta da akıllı kararlar veremez. Zekâ kavrama gücüdür. Akıl ise bildikleriyle muhakeme edip doğruyu bulabilme melekesi.

Yeterinden fazla yemek yeme vücudun dengesini bozar. Denge bozulunca hastalıklar baş gösterir, biri diğerini körükler, ardı arkası gelmeyen sıkıntılar doğar. Bunları tedavi etmek için insan hesapsız zaman ve para harcar. Hem sağlığı, hem morali, hem işlerinin düzeni bozulur. Ağzının tadı kaçar, böylece bu hatasının cezasını daha dünyada iken çekmeye başlar.

Yemek için çalışan insan belki her şeyi bulur ama artık yiyemez. Bulduğu halde yiyememek, bulamadığı için yiyememekten çok daha kötüdür. Ve varlığı yönetmek, yokluğu yönetmekten zordur.

Sakıp Sabancı’nın bir sözünü hatırlıyorum, demişti ki: ‘Bir zamanlar ekmek almaya para bulamıyorduk, şimdi canımız ne isterse alabiliyoruz, ama doktor diyor ki, yemeyeceksin. Bir zamanlar otobüse binebilmek için bilet paramız yoktu. Şimdi uçağımız oldu, ama doktor diyor ki, yürüyeceksin’. İlginç değil mi?

Demek ki, yemek zevk ve eğlence için yenmemeli. Vücudu ayakta tutmak canlı ve zinde kılmak için yenmeli. Bedenin sağlığı için yaratılan yemeği, onun hastalanacağı şekilde yiyen insan akıllıyım diyebilir mi?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Taşgetiren / Ortadoğu rasyonali

Yakın zamanda devletin en yükseklerinde bir kişi “Türkiye rasyonaliteyi kaybetmemeli” ifadesini kullanmıştı. 

Ben bu ifadeyi, kendi içimde, Batı dünyasından alınmış bir kanaatin yansıması olarak okumuştum. Muhtemel ki o “Devlet büyüğü” Batı ile temaslarda böyle bir izlenim edinmiş, muhtemelen kendi içinde ve danışmanlar zemininde de benzer duygular oluşmuş, onu bizimle paylaşmıştı.

Bir süredir -taa eksen kayması tartışmalarından bu yana- Türkiye’nin kendi coğrafyasını da kapsayan küresel politikaları ile Batı dünyası arasında farklılaşmalar olduğu görülüyor. Bu farklılaşmaların Filistin-İsrail ilişkilerinde, Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da çok net ortaya çıktığı bir vakıa.

Sonuç olarak Batı ile ilişkiler kapsamında, Türk-Amerikan ilişkilerinde de problem var, Türk-AB ilişkilerinde de.

Olan bitenin Batı açısından “Türkiye’nin duruşunda bir rasyonalite sorunu olduğu” şeklinde okunduğu anlaşılıyor.

Buradan Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyaya yönelik bir “Batı rasyonalitesi” bulunduğunu, Türkiye’nin o rasyonaliteden uzaklaştığını okumuş oluyoruz.

Can alıcı üç soru şöyle:  

Bir: Batı için İslam coğrafyasında en rasyonel olan durum nedir? Ki Türkiye o rasyonalitenin dışında kalmış olsun?

İki: Batı için rasyonal olanın İslam coğrafyası ve Türkiye için de rasyonal olması zorunlu mudur?

Üç: Batı, bu coğrafya ile ilişkilerinde kendi rasyonalitesinin bu coğrafyanın rasyonalitesi ile buluşmasına itina eder mi, farklılaşma olduğunda Batı ne yapar?

Baktığımızda Batı’nın Ortadoğu’daki rasyonalitesini nasıl görüyoruz?

– Batı, İsrail’i neredeyse rezervsiz destekliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Sibel ERASLAN / IŞİD üzerinden yeni bir ‘11 Eylül’ mü?

Suç’u kim tanımlar? Tanrısal bir bildirim midir bir eylemin suç olduğu konusundaki kabulün ardındaki ilham? Veya suçu toplumsal kabul müdür belirleyen? Geniş kabul dediğimiz, toplumsal bir sözleşmeyi mi işaret eder “suç” bahsi açıldığında? Kanun koyucular mı, bilgeler mi, güngörmüş geçirmiş ihtiyarlar mı, işlenen suçtan zarar görenler mi, suçun yasını tutan mağdur yakınları mıdır hangi fiilin suç olduğuna karar verecek olanlar?

Suç tanımı dendiğinde yukarıda saydığımız tüm belirleyenler, hatta saymadığımız daha pek çok faktör, birlikte ve iç içe hareket ederler. Dinin günah, felsefenin kötü, siyaset ve ekonominin zararlı bulduğu şeyin kesişim alanıdır kanunların “suç” dediği şey, çoğu kez. Hukuk, ortak vicdanın, ortak aklın, ortak tecrübenin kurduğu bir ilkeler manzumesidir adeta.

Suça dair bu tarihi izlek ezberini bozacak önemli çıkışlar da olmadı değil. Medya aracılığıyla örgütlenen zihinsel sürüklenmeye dikkatlerimizi çeken Noam Chomsky söz gelişi ki; “üretilmiş rıza”dan, suç ve tasarım ilişkisinden bahsetti. Neyin suç olup olmadığına karar veriş sürecindeki medya tasarımına işaret ediyordu Chomsky. Suç, artık eski kökenlerinden kopartılıp, günah, kötülük, ayıp veya zararlılık gibi mahiyetlerinden apayrı bir şekilde, medyayı yönetenlerce kurgulanıp servise sunulan bir hadiseye evrilecekti geç modern zamanlarda. IŞİD, lanet olası işlerle sahne alıyor epeydir. Kafalar kesiyor, kadınların alnına satılıktır levhaları asıyor, bu görüntülerin hiçbirisinin insanlıkla ilgisi yok elbette… Apaçık şer olan bu görüntülerin uluslararası medya ve sosyal ağlar aracılığıyla paylaşılmasından en büyük darbeyi ise yine “İslam” algısı alıyor. IŞİD aracılığıyla üretilen şeytanlaştırılmış bir İslam tasarımıyla karşı karşıya olduğumuzu görmek zorundayız.

Bunu 11 Eylül olayları akabinde de yaşamıştık. IŞİD bu haliyle 11 Eylül dejavusu gibi yeniden vuruyor tüm İslam sahillerini. Üstelik İslamofobinin özellikle Avrupalı göçmenler üzerinden yeniden atak yaptığı bir eşikte IŞİD, yeni bir nefret gömleği giydiriyor Müslümanların üzerine…

Neyin suç olup olmadığına dair farklı bir meydan okuyuşu takip edebileceğimiz diğer ses Jaques Verges’ye ait… “Şeytanın avukatı” ismiyle namlı Verges; “suçlu dediğiniz adam suçu hangi şartlar altında işledi” sorusuyla, savunma saldırıyor pratiğini hayata geçirmişti. Özellikle kürtaj, terör, göçmenlik eksenli davalarda geliştirdiği savunmalarla, suç olarak nefret ettiğimiz vakaların hangi koşullarda ortaya çıktığını düşünmeden adaletin kurulamayacağını söylüyordu.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Beril DEDEOĞLU / Olumsuz algı girişimleri

İD ortaya çıkıp kafa kesmeye başladığı andan itibaren Türkiye bazı basın-yayın organları aracılığıyla baskılanmaya başladı. Bu baskılamanın iki düzeyde yapıldığı söylenebilir.

Bunlardan birisi Türkiye ekonomisinin risklerinin hatırlatılması. Günümüz dünyasındaki hangi ülkenin ekonomik riski yoktur emin olmak zor, ancak Türkiye ile ilgili olanının güvensizlik yaratmaya yönelik olduğu hissediliyor. Güvensiz piyasa ihtimalini dillendirmek, aynı zamanda güvensiz siyasal ortamı ima eder; dolayısıyla esas baskılama da bu noktada.

Türkiye ekonomisinin riskleri olmadığını söylemek zor, ancak güvensizlik pompalamasının bu risklerin bertaraf edilmesinde işe yaramayacağı da açık. Türkiye ekonomik krize girse, bundan hiçbir kesimin zarar görmeden çıkmayacağı ortada. Hatta ekonomisi bozulmuş Türkiye’nin dünya devletlerine de hayrı olması söz konusu olamaz. Hal böyleyken güvensizlik ortamı yaratmaya yönelik çabaların, esasen siyasi baskı aracı olarak kullanıldığı ileri sürülebilir.

Bu durumda bu siyasi baskının neden yapıldığı sorusunu sormak gerekir. Yani Türkiye’nin ne yapması ya da yapmaması bekleniyor, onu anlamak gerekiyor.

Siyasi baskılama

Baskılama araçlarından bir diğeri de Türkiye’nin İD’Ye yardım ve yataklık eden ülke gibi gösterilmeye çalışılmasıyla ilgili. Buna bir de Kuveyt’ten çıkarılan Müslüman Kardeşler temsilcilerinin Türkiye’ye gelmeleri de eklenebilir. Bunlar kısaca Türkiye’yi terörist ülke olarak lanse etme çabası olarak okunabilir.

Türkiye’ye yönelik bu çaba, bir beklentinin ifadesi. Eğer Türkiye’nin daha fazla ‘batı’ya eklemlenmesi için yapılıyorsa, doğan reaksiyon hesaplanmamış demektir. Yok eğer kızgın bir Türkiye’nin müttefikleriyle, özellikle de ABD ile ilişkileri bozulsun diye yapılıyorsa, o zaman başka.

Belirtelim, Türkiye ABD’nin askeri operasyonlarının sonrası için çalışıyor. Irak’ta Kürtler-Bağdat-Ankara hattının yeniden düzenlenmesi ile Suriye’de yeni ve makul bir muhalefetin, örneğin Müslüman Kardeşler’in yeniden yapılandırılması gibi. Türkiye’nin kabaca her ülkedeki Kürtlerin kendi ülkelerinde var olmalarını sağlama ve Suriye’de de yeni bir koalisyon yönetimi oluşturma faaliyetleri söz konusu ve bunları da Obama ABD’siyle işbirliği içinde yaptığına kuşku yok.

Bu durumda sorun ne diye soran olabilir, ki biz de soruyoruz.

Oyun-oyunu bozma

Türkiye’nin öngörülerinin birilerinin hiç işine gelmediği anlaşılıyor. Kim bilir belki o nedenle PKK da yeniden tehdit edici bazı eylemleri eş zamanlı olarak başlatmıştır. Zira zaten Çözüm Süreci sabote olursa, baskıları artırmak daha kolay olur.

Yapılan baskılama, Türkiye’yi askeri olarak Ortadoğu’ya sokma amacı taşıyor gibi. Yani başkaları elini kirletmeyecek, ama Türkiye bu batağa girecek. Diyelim ki girdi. Bu durumda açıkça Kürtleri İD’den kurtarma faaliyeti sürdürmüş olur; bunun bir zararı yok. Ancak bunu yaparken hem İran ile hem Sünni gruplarla, mesela Müslüman Kardeşler ya da Esad karşıtı makul yapılarla ilişkileri bozulur. Demek ki sorun, bir sonraki Suriye tasarımıyla ilgili; burada Sünni kesimlerin hiçbir biçimde yeni Suriye yönetiminde yer almasını istemeyenler ya da Türkiye-Obama ABD’sinin öngördüğü kesimleri değil de başka kesimleri iktidarda görmek isteyenler var.

Oyunu bozmanın yolu etkin küresel oyuncuların masalarında daha fazla g

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İbrahim Karagül / TÜSİAD’da bir ‘kurucu adam’, bir büyük dava

Yeni bir Türkiye kuruluyor derken hamaset yapmıyoruz.

‘Birinci Dünya Savaşı yeni bitti’, dünyanın yeniden biçimlendiği bu tarih döneminin Türkiye üzerindeki yüzyıllık vesayetin sona erdirilmesi için müthiş bir fırsat oluşturdu derken havaya konuşmuyoruz.

Ulusal sınırlara hapsolmuş, enerjisini içeride harcamaya mahkum edilmiş Türkiye artık olmayacak derken, yeni bir kuruluş sözleşmesi, yeni bir toplumsal sözleşme isterken kuru taraftarlık yapmıyoruz.

Türkiye’nin normalleşmesine, siyasetin kendi kültürel havzasında biçimlenmesine, tarihsel hafızanın canlanmasına, bugünün iradesi ile geleceğin hesaplanmasına dikkat çekerken hayalperestlik, maceracılık yapmıyoruz.

Bir ideolojik kavga, hırs peşinde değiliz. Ülkemize ve insanlarımıza inanıyoruz. Vatan kavramını yeniden hatırlıyor, millete güvenmeyi yeniden keşfediyor, yüz yıldır üzerimizde oynanan oyunların idrakine varıyor, coğrafyanın kötü kaderi ile Türkiye’ye dayatılanların aynı kaynaklardan beslendiğini biliyoruz. Bütün bunlarla birlikte zaaflarımızı da sorguluyoruz.

Hangi düşünceden, hangi siyasi cepheden, hangi kültürel çevreden gelirseniz gelin; Türkiye’nin bu yeni gerçeklerinin farkında değilseniz zamanı kaçırmış olacaksınız. Gerçeği kaybetmiş, marjinalleşmiş, bu büyük yürüyüşün dışına savrulmuş olacaksınız. Günübirlik hesapların ötesine geçemeyeceksiniz.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Tamer Korkmaz / Uzun menzilli kirli haberler

New York Times’ın jetleri ‘algı bombardımanı’ konusunda pek mahirdir. ABD’nin Irak’ı işgaline gerekçe oluşturan beş adet düzmece kitle imha silahı haberinin New York Times’da yayınlanmış olduğu çoktan unutuldu.

O beş haberden üçü gazetenin kıdemli muhabiri Judith Miller’a aitti…

Miller, kitle imha yalanlarını yazması için Zalim Bush’un ‘kirlilik anıtı’ adamları tarafından sahneye çıkarılmıştı.

Dabılyu Bush’un yardımcısı Dick Cheney’nin başdanışmanı Lewis Libby, Judith Miller’dan ‘Irak’ta kitle imha silahları bulunduğuna dair deliller elde edildiğine’ ilişkin haberler yapmasını istemişti!

O dönemde ‘Kitle İmha Kadını’ diye anılan Miller’ın, Lewis Libby ile ‘çok yakın’ bir ilişkisi olduğu sonradan ortaya çıkmıştı.

Bush’un sarıldığı kitle imha silahları yalanı ile Saddam Hüseyin’in El Kaide ile bağlantılı olduğu yalanı ‘tek yumurta ikizi’ gibiydi.

İşte bu kuyruklu yalanlar üzerinden Irak işgal edildi. Terörizm’in Mühendisi ABD, Irak’ta bir milyondan fazla Müslüman’ı katletti.

Doğan Medyası ile Paralel Medya Gayrı Meşru Irak işgalini canla başla desteklemişti!

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Biricik özelliği Türkiye’yi küçük düşürmek ve dünyaya rezil etmek olan Today’s Zaman’ın Azerbaycan kökenli bir muhabir/yazarı vardı… 

Halen o gazetede mi, bilmiyorum.

İşbu muhabir/yazar apaçık bir darbe girişimi olan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “Dönemin Başbakanı” diye kayıtlara geçiren “25 Aralık operasyonu” başarısızlıkla sonuçlanınca, sosyal medya aracılığıyla dünyaya bir mesaj geçti ve aynen şunları söyledi: “Hükümet, El Kaide Örgütü’ne yönelik operasyonu engelliyor…” (Hep de dünyaya mesaj geçerler.)

Seçilmiş siyasetçiler ve Türkiye’nin prestij yatırımlarına imza atmış iş adamları El Kaide militanıydı bu arkadaşa göre…

Bu cürümü yüzüne vurulduğu halde hiç nedamet göstermedi.

Hiç utanmadı.

Sırıtarak poz vermeye devam etti ve utanmazca yalanlarını sürdürdü.

Sınır dışı edilince de, yine sosyal medya aracılığıyla, “Basın özgürlüğü… Türkiye’de basın özgürlüğü yok… Bu gidiş nereye?” diye atıp tutmaya başladı.

Böyle bir insan türü var ne yazık ki.

Böyle bir gazeteci türü de var.

Çoğunlukla yabancı gazetelerde çalışıyorlar. Kimi parça başı, kimi kadrolu, kimi de gönüllü tarafından… Hepsi de üstün İngilizceyle ve “Batı görgüsüyle” donanmış durumda. Sadece ama sadece “kötü içerik” üretiyorlar. Ürettikleri her kötü içerik karşılığında 1000 doları, 1500 doları cebe indiriyorlar.

Bir yabancı gibi dolaşıyorlar ülkelerinde… Bir yabancı gibi algılıyorlar. Bir yabancı gibi üretiyorlar. Ama yazdıkları, “müsteşrik” sıhhatinden bile yoksun. O derece kötücül ve önyargılılar…

Bunlardan biri:

New York Times’da çalışıyor…

Hani, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la Başbakan Davutoğlu’nu camiden çıkarken gösteren fotoğrafın altına, “Bu camide IŞİD’e militan kazandırmak için çalışma yapılıyor” diye yazan hemşire…

İsmi, Ceylan Yeğinsu imiş…

Bu yazıya oturmadan önce, “Ceylan Yeğinsu kim? Hangi başarılara imza atmış? Ne yazmış da New York Times’ın muhabirliğine yükselmiş?” diye baktım.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Melih Altınok / Yoldaş TÜSİAD

TÜSİAD Başkanı Haluk Dinçer dün bir toplantıda kendisini dinleyen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a “kutuplaşmayı durdurun ülkeye zarar veriyor” diye seslendi.

Peki yıllarca devletin ekonomik ve politik müdahalesiyle oluşturulan eşitsiz piyasa şartlarında palazlanan İstanbul sermayesi neden rahatsız? Niçin şimdilerde “isyan” ediyorlar? Ve bu çıkış kendine “sol” diyen kimi çevrelerin alkışladığı gibi, süren “çoğulculaşma” tartışmalarında demokratik bir tutumun ifadesi mi?

İlk sorudan başlayalım.

Sermaye birikiminin temelinde, azınlıkların mülksüzleştirilmesi gibi resmî ideolojinin millî burjuvazi oluşturma paradigması yatanlar yeni dönemden rahatsızlar. Çünkü arkalarındaki devlet desteği bugüne değin onlara “öteki yerli” ve uluslararası rakipleri karşısında bulunmaz bir koruma kalkanı sağlıyordu. Bu konfor sayesinde geri üretim teknolojilerini çağa uydurma ihtiyacı bile duymadan düşük maliyetlerle harika paralar kazandılar.

İşte şimdi “düzen” değişiyor. Artık sermayenin çıkarlarına biat eden bir siyasal iktidar yok. Taleplerinin sorgulanmadan kabul edildiği ekonomik işleyiş yerine küresel dengeleri ve dışlanmış piyasa aktörlerini de gözeten bir perspektif yerleşiyor.

Birkaç zamandır başımıza “devrimci” kesilen İstanbul sermayesinin “dünkü” suskunluğu da aslında “bugün” niçin konuştuklarının “göstergesi.”

Zira bugün ağıtlarını “demokrasi, çoğulculuk ve AB ile entegrasyon” gibi bu ülkenin demokratlarının yıllardır talebi olan söylemlerle süsleyenler dün işleri tıkırındayken ölüm sessizliğine bürünmüşlerdi.

30 yıl süren ve 50 bin kişinin hayatını kaybettiği savaş süresince çıkıp da başbakanlara, cumhurbaşkanlarına çözüm için ufacık bir talepte bile bulunmadılar. 17 bin faili meçhulün, sistematik işkencenin, yargısız infazların vaka-i adiyeden sayıldığı 90’ların o karanlığında “kutuplaşma” uyarıları yapmadılar. Kürtlerin, solcuların, dindarların partileri kapatılırken “çoğulculuk var ya çoğulculuk, ne olacak o” demediler. Kürt vekiller Meclis kapısında sürüklenerek tutuklanırken, başörtülü vekiller Genel Kurul’dan kovulurken, kadınlar giysilerinden ötürü okullarına sokulmazken ifade özgürlüğü akıllarına gelmedi. Hükümetlerin AB üyeliği için girişimlerin mehteran adımlarından beter olduğu dönemlerde “kapansın el kapıları” ezgisini mırıldananlar da kendilerinden başkası değildi.

Haliyle, Çözüm Süreci’nin neredeyse tamamlanacağı, faili meçhullerin durduğu, siyaset yasaklarının, parti kapatmaların tarih olduğu, sistematik işkencenin devlet politikası olmaktan çıkartıldığı günlerde isyanlarının zamanlamasının “göstergesini” okumakta da zorlanmıyoruz.

İşte tüm bunlar, dün TÜSİAD kürsüsünden işittiğimiz taleplerin niteliğini ve dillendirenlerin demokrasi konusundaki tutumlarını açık ediyor. 

İsyanları, eski Türkiye’den daha radikal bir kopuşu hedeflemediği için “gerici.” 

Talepleri, tıpkı politik hayatta özenle dışarıda tutulan Kürtler ve dindarlar gibi, özünde çevreden merkeze yönelen Anadolu sermayesinin varoluşuna karşı olması açısından “çoğulcu” değil “tek sesli.”

Mağduriyetleri ise, “ölüyoruz bitiyoruz” dedikleri dönemde bile asli faaliyet alanları olan ticaretteki kazançlarının muazzam artışı düşünülünce, Nasrettin Hoca’nın “biraz da biz ölelim” dediği kadı’nınkinden farksız. Son on yılda “çarşı’sı hiç olmadığı kadar pazar olan” ancak Gezi’de çapulculuğa terfi edenlerin ya da bankasının kârı misli misli arttığı halde karşısında ecnebi bulunca “ölüyoruz” diyen yönetim kurulu başkanları işte şuracıkta.

Yazının devamını okumak için tıklayın…