Eskiden ilâhiyatçılar, eşsiz edebiyatçıydılar!

İslam
Cemal Aydın’ın Star Açık Görüş’teki yazısı.. İyi bir Kur’ân mealinin hazırlanması için Goethe’nin dirilmesi mi lazım?” başlığıyla Açık Görüş’te çıkan yazıma, Prof. ...
EMOJİLE

Cemal Aydın’ın Star Açık Görüş’teki yazısı..

İyi bir Kur’ân mealinin hazırlanması için Goethe’nin dirilmesi mi lazım?” başlığıyla Açık Görüş’te çıkan yazıma, Prof. Dr. Mustafa Öztürk “Goethe’nin dirilmesi bize iyi bir Kur’ân meali bahşeder mi?” diyerek bu sayfalarda cevap verdi.

Efendim, benim bir sancım var… “Şu Kur’ân’a inanmıyorlar diye neredeyse kendini yiyip bitireceksin!” (Kehf, 18/6) diye teselli edilen o Mübarek Elçi’nin o büyük acısından bir nebzecik de olsa payıma düşen bir acıdır bu… Yaradan’ımızın bu İlâhî Mektubunun kadrini insanlar bilmiyor, okumuyor ve kendilerine yazık ediyorlar diye kahroluyorum!

Yoksa kabahat biz Müslümanlarda mı? Acaba o Mektubun hakkıyla okunmasına biz mi mani oluyoruz diyerek büyük ıstırap duyuyorum.

İyi bir meal yapılsın demem ondan… Acaba enfes bir Türkçeyle, edebî açıdan doruklarda gezinen çarpıcı bir dille bir meal yapılsa, sırf o güzelim dilin ve sırf o şakıyan edebiyatının hatırına, inançsızı bile, Kur’ân’ı okuma ihtiyacı duysa… Sonra da o okuyuşlar, onu hidayete götürse…

Bir Müslüman için bundan daha büyük mutluluk olabilir mi? “Bir insanı diriltmek bütün insanlığı diriltmek gibidir”(Mâide, 5/32) muştusu var ya, işte o âyetten ben ölü kalplerin diriltilmesi ve İslâm’la şereflendirilmesi anlamını da çıkarıyorum. Benim sancım bu…

İnsanları,edebî diliyle kendine mıknatıs gibi çeken bir meal, bizim Müslümanca yaşamadığımız, örnek insan olamadığımız için başaramadığımız pek çok şeyi başaracaktır! O yazımda Cem Karaca örneğini bu yüzden verdim. İyi bir meal diye çırpınışım ondan…

Osmanlı atalarımızın din adamları, aynı zamanda devletin en büyük edebiyatçılarıydı. Şeyhülislâm Yahya, onların yüzlercesinden sadece biridir. Şair Bâki bile Şeyhülislâm olabilmek için çok çabalamıştır. O dönemin ilâhiyatçıları, edebiyatımıza eşsiz eserler kazandırdılar. Şimdikilerin maalesef yüzde yüze yakını edebiyattan nasipsiz! Hiçbir şairimizi okumazlar. Safahat’tan bildikleri Cuma hutbelerinde gına getirdiğimiz o “İnmemiştir hele Kur’ân…” gibi birkaç mısra, Necip Fazıl’dan iki üç dize, A. Nihat Asya’dan bir naat, hepsi bu! Sezai Karakoç’u bile okumazlar! Edebiyattan böylesine uzak olanlar, kalkar Arap edebiyatının zirvesinin de en zirvesi olan Kur’ân’ı dilimize aktarmaya cüret ederler!

Hâlbuki o edebiyatın inceliklerini (belâgatini) de, kendi dilimizin edebî zenginliğini de öğrenmek hiç de zor değildir. Yeter ki azmedilsin! Nitekim “Ben topuğuna işeyen Arap’a fasih Arapçayı öğretmeye geldim!” diye meydan okuyan ve Keşşâf tefsirini eşsiz bir belâgatle kaleme alan Zemahşeri gibi bir dâhimiz var! O Türk’ken Arap dilinin zirvesine çıkıyor da, şimdikiler niçin çıkamasın? Onun Keşşâf’ını Arap ve Türk belâgatinden yoksun biri tercümeye kalkışırsa, o eserin asıl özgünlüğünü oluşturan edebî değeri mahvolur gider,geriye sadece yavan bir bilgi yığını kalır.

Güzel meal okusak…

Edebî seviyesi çok yüksek bir meal, insanlara öyle ufuklar açar ki hem okuyanlar manen kurtulur, gönül huzuruna erer, hem de çevrelerine o Mesaj’la mutluluk taşırlar.

Meselâ ne olur? Hani tekkeler, zâviyeler, dergâhlar kapatıldı ya, iyi bir meal, az da olsa, onların yerini tutar. Çünkü oralarda insanlara edep, erkân öğretiliyordu. Kur’ân ise, baştan sona zaten edep erkân rehberidir!

Sünniler, o edep ve erkân yuvalarının girişinde yazan “Edep Yâ Hû!” ile edebi öğreniyor, edepsizlikten uzaklaşıyordu. Alevilerin kutsal ocakları da, Alevi gençleri eğitip güzel insan ediyordu!

Osmanlı, engin tarihî tecrübesi ve devlet adamlığıyla, Alevilerin o güzide mekânlarının öneminin farkındaydı. Bu yüzden onların o mübarek makamlarına asla ilişmemişti.

“İncinsen de incitme!” gibi insanlık tarihinin o altın sözünden, şimdi geriye ne kaldı? Yine onların paha biçilmez bir sözü daha: “Eline, diline ve beline hâkim ol!” Eline ve diline hâkim kimseler kaldı mı şu ülkede?

Günümüzde Sünnilere, “Edep Yâ Hû!” nasıl kâr etmiyorsa, Alevilere de, az önceki altın öğütler fayda etmiyor. Neden? Çünkü önlerinden kâmil erler alındı.

O mübarek ocaklarda edep erkân öğreten şeyhler ve dedeler, şimdi sadece dillerde dolaşan ve kalplere bir türlü inmeyen o sözlerin ete kemiğe bürünmüş şekilleriydiler. Kâmil insan numuneleriydiler! Sevgi ve saygı saçıyorlar, ruhları damıtıyorlardı!

Nefsin gemlendiği, şeytanın dizginlendiği, insan sevgisinin gönüllere nakşedildiği yuvalardı oralar. İnsanlar ruhen tedavi ediliyor, aile, komşu ilişkileri düzeltiliyor, gönül darlığından, depresyondan kurtuluş reçeteleri sunuluyordu. Şimdi ise on binlerce insanımız seansına bilmem kaç yüz lira ödeyerek tedavi olmaya ve sâkinleştiriciler almaya mahkûm!

Maalesef birkaç kişinin hatalı davranışından hareketle, hepsinin kapısına kilit vuruldu o ruh sığınağı yerlerin. Tıpkı birkaç kendini bilmez tabip yüzünden tababete kilit vurmak gibi bir şeydi bu.

Onların yerini tutsun diye açılan halkevleri ne kazandırdı bu millete? Koca bir hiç! Daha doğrusu Batı’ya, bizim Cihan Devletimizi paramparça etmiş emperyalist Batı’ya özenti! Kendi kimlik ve kişiliğimizi ve bizi biz yapan manevî değerleri çürüten kaba bir taklitçilik!

Madem öyle yerler kapatıldı,bari o dergâh, tekke ve zâviye pîrlerinin ilham aldıkları kaynak kitap Kur’ân’ı geniş kesimlere sunmasını bilelim! Halkımıza edebi, erkânı, nezaketi, tek kelimeyle adam olmayı öğretmeyi Kur’ân’a bırakalım! Bırakalım da Allah, Kelâm-ı Kadîm’i aracılığıyla insanımıza doğrudan seslensin!

Benim idealize ettiğim çapta bir meal gerçekleştirilir ve insanımıza onu okumanın zevki ve şevki aşılanabilirse, toplumumuzda hayra yönelik manevî bir kanatlanış başlar.

Zerre kadar iyilik yapanın da, kötülük yapanın da hesaba çekileceğini o İlâhî Mektup’ta, kendi gözleriyle okuyan biri, hayra yönelmez mi? Yoksul akrabaya ve fakirlere yardım etmeyi emreden buyruklarla sık sık karşılaşan kişinin, giderek yüreği yumuşamaz mı?

Dediğim çapta bir mealden her gün biraz okuyan biri eşine zulmedebilir mi? İşçisinin hakkını tam vermezken, senede bilmem kaç kere umreye gidebilir mi? Öylesi umrelerin, gafilce kılınan namazlar gibi yüzüne çarpılacağını bilmez mi?

Kur’ân canlıdır!

Allah Hayy’dır, O’nun Hayyoluşu gibi, Kelâmı da diridir! Kur’ân’ın her âyeti, her kelimesi ve her harfi hayy’dir, canlıdır, diridir, dipdiridir! O yüzden her okuyuşta insana dirilik verir.Meallerde o diriliği yansıtabilmek lâzım! Çünkü Kur’ân’ın sadece Arapçası hayy değildir, eğer çok büyük bir özenle ve ihlâsla yapılmışsa, başka dillerdeki tercümeleri de aynı şekilde, âyet, kelime ve de harf olarak dipdiri bir sesleniş olur. Hepsi de karşımıza capcanlı olarak çıkar. Her okuyuşunuzda yepyeni bir şey öğrenirsiniz. Allah Kelâmının hayy oluşunu şu satırların okuyucusu, rahatlıkla deneyebilir. Kendisi en sevdiği türkü veya şarkıyı, güldüğü bir fıkrayı veya nükteyi, ya da bir şiiri günde en az kırk kere dinlesin veya okusun! Sonunda bıkar ve artık bir süre ağzına bile alamaz! Fakat beş vakit namaz kılan biri, günde Fatiha’yı en az kırk kere okur, buna namaz sonlarında ve başka sebeplerle okuduklarını de eklersek elliyi bulur. Peki, günde yüz kere, hatta bin kere okusa bıkar mı? Deneyin, bıkmazsınız!

Neden birinden bıkıyor da, ötekinden bıkmak şöyle dursun okudukça okuyasınız geliyor? Çünkü biri kul kelâmı olduğu için, kul gibi fânî, yani ölümlü. O yüzden ruha canlılık verecek, manen sizi diriltecek bir yanı yok! Öbürü ise, Hayy’ın Kelâmı… O Kelâm’ın sahibi gibi diri, o yüzden her okuyuşta kalbe güç, ruha canlılık katıyor.

Öyleyse o Kelâm, dipdiri bir gönülle dilimize aktarılmalı ki bizleri her an diri tutsun ve her okuyuşumuzda bizim Allah ile olan bağımızı tazelesin!

Para için yapılan mealler ve kendisi meal yazmadığı hâlde falanın sadeleştirilmiş meali cinsinden mealler, üç beş ayda yapılan mealler başta olmak üzere, yüreğini vermeden yapılan bütün mealler, Allah’ın o yüce Hayy ismini yansıtmayan ölü ifadelerdir, cansız lafızlardır! Onlar okuyanda hiçbir ulvî his uyandırmazlar!

Bakın, sekiz sene oldu, Paris’te hâlâ Muhammed Esed’in meali İngilizceden Fransızcaya aktarılamadı! Takip ediyorum. Çünkü “Fransa’da defalarca baskı yapan ve çok satan Mekke’ye Giden Yol kitabının yazarınındır o meal!” diyerek Fransız yayınevlerine onu ben tavsiye etmiştim. Meal titiz bir çalışmayla beş senede bitirildi. Yayınevi ise, üç senedir aralarında dilci, edebiyatçı ve şairlerin de bulunduğu uzmanlara o tercümeyi tek tek gözden geçirtiyor. Birkaç sene daha sürecekmiş o çalışma.

Fransız yayınevi, daha ziyade eserin piyasaya çıkmasıyla tenkit gelir de iyi satış yapamam diye gösteriyor o titizliği. Ama bizim onlardan kat be kat titiz davranmamızı gerektiren birçok sebep var. En başta da şu saygılarımız var: Önce Allah’a, sonra o Kelâmı bize ulaştıran Yüce Elçi’ye, daha sonra da onu okuyacak okuyucuya! Elbette meali yapanın bizzat kendisine saygısı olması da şart! Bu saygıları gönlünde taşımayan biri meal yapamaz!

Ey mealciler!

Kimse kusura bakmasın, edebiyatımızın klâsiği ve dilimizin en güzel örnekleri olan eserleri, sırf edebî bir dile sahip olmak için zaman zaman okumayan, evine ülkemizin önde gelen aylık edebiyat dergilerinden biri girmeyen kimse, meal yapmaya kalkışmasın! Yaptığı meal yavan olur!

Diyanet Vakfı Meali’ni tenkit etmeme kızan bir ilâhiyat profesörü, bir yerde, o mealde imzası olanları kastederek şöyle demiş: “Onların mealden başka işleri mi yok?” Allah Allah, mealden daha önemli ne olabilir! Meal ya büyük bir emekle yapılır ve tekrar tekrar gözden geçirilir, ya da el dahi sürülmez! “Bütün kitaplar, sadece tek bir Kitabı okumak için okunur!” eğer bu irfan sende yoksa, ben sana ne diyeyim?

Ey mealci ve tefsirciler! Kur’ân’da Rabbimiz, bir kere olsun Peygamberimiz aleyhisselâma kendi adıyla asla “Ey Muhammed!” diye hitap etmemiştir! Allah’ın gösterdiği o inceliği siz niye göstermiyorsunuz? Ayrıca her “De ki:”nin başına ille de “Habibim!”, “Resulüm!”, “Ey peygamber!” gibi ifadeler koymanız şart mı? Bazen de parantez içine “ey müşrikler!” demeniz de ne kadar garip! Sizce okur kime seslenildiğini bilmeyecek kadar cahil mi yoksa?

Muhammed İkbal’in de, İslâm’ın Güleryüzü’nün yazarı merhum Profesör Havva Hanımın da (Eva de Vitray-Meyerovitch) dediği gibi, bırakın da okuyan, okuduğu âyetlerin doğrudan kendisine vahyedildiği hissini yaşasın!

İlk yazımda bahsettiğim “Kur’ân ve Tefsir Heyeti*”ni oluşturabilecek tek kurum Diyanet’tir. Oluşturmalı! Mükemmel denmeye hayli yaklaşmış “Hadislerle İslâm” gibi yedi ciltlik bir eseri hazırlatabilen Diyanet, beklediğim çapta bir meali de hazırlatabilir. O heyette, mealini hazırlarken gerçekten insanüstü bir gayret sarfettiğini gördüğüm ve yürekten tebrik ettiğim Mustafa Öztürk mutlaka yer almalı! Hazırlanacak meal, her yıl mutlaka gözden geçirilerek yayımlamalı. Böylece o İlâhî Kelâm’ın hayy oluşu hakkıyla ortaya konmalı!

*Hep “Heyet” diye ısrar ediyorum, çünkü eskiden ilimler, şimdiki gibi uzmanlık dallarına ayrılmadığı için müfessirlerin pek çoğu yed-i tûlâ sahibiydi, yani devrinin tıbbı, astronomisi, fizik ve kimyasından tutun musiki ve edebiyatına varıncaya kadar her bilim dalına âşinâ idi.