Ahiret hayatının varlığı ve delilleri

İslam
Âhiret bu dünyadan sonraki sonsuz hayata verilen isimdir. İçinde yaşadığımız bu dünya ve içerisindekiler geçici bir süre için yaratılmışlardır. Bir gün gelecek bu dünyadan da, içerisindekilerden de es...
EMOJİLE

Âhiret bu dünyadan sonraki sonsuz hayata verilen isimdir. İçinde yaşadığımız bu dünya ve içerisindekiler geçici bir süre için yaratılmışlardır. Bir gün gelecek bu dünyadan da, içerisindekilerden de eser kalmayacaktır. Takdir edilen an geldiğinde insanlar ve canlı cansız bütün yaratıklar silinip gidecektir. Dağlar, taşlar, yerler, gökler parçalanacak ve âlem yerini başka bir âleme terk edecektir. İşte buna Kıyamet denir. Yine takdir buyurulan gün gelince bütün insanlar yeniden hayat bulacak, hepsi Mahşer denilen çok geniş, düz bir sahada toplanacak ve yeni bir hayat başlayacaktır. Buna da Haşir denir. Bu yeni hayatın başlayacağı günden itibaren bitmez, tükenmez bir halde devam edecek olan âleme de âhiret âlemi adı verilir.

Âhirete iman, îmânın temel şartlarından biri olarak sayılmıştır. Âhiretin geleceği her geceden sonra sabahın, her kıştan sonra baharın gelmesi gibi kesindir. Kur’ân-ı Kerîmin âyetleri, Resûl-ü Ekremin hadisleri ve Müslümanların icmaıyla sabittir. Bütün peygamberler bu gerçeği ümmetlerine ders vermişlerdir. Dolayısiyle âhirete îmân bütün hak dinlerin ortak noktalarının ilk sıralarında yer almaktadır.

Biz Müslümanlar âhiret gününe, oradaki hayata, Cennet ve Cehennemin şu anda mevcud olduklarına îmân ederiz. Kudreti sınırsız olan Rabbimiz için âhireti yaratmanın son derece kolay olduğuna inanırız. Binlerce âlemi yoktan var eden, canlıları, özellikle bizi sayısız organ, duygu ve kabiliyetlerle donatan bir Allah için, hiç yoktan yarattığı bu âlemi ve içindekileri yok ettikten sonra tekrar var etmesi nasıl zor olabilir? Bir şeyi önceden var eden, onu yok ettikten sonra yeniden yaratamaz mı?
Âhiretin varlığının sayısız delilleri vardır. Cenab-ı Hakkın isimleri sayısınca ispat yolları bulunur. Bütün bu isimler gösterirler ki, dünya âhiretsiz olamaz. Dünya bir ağaç ise âhiret onun meyvesi olur. Meyvesiz ağaç da düşünülemez. Biz burada bu sayısız delillerden sadece birkaçı üzerinde duralım.

1.HİKMET VE GAYE
Kâinatın hangi köşesine bakarsak bakalım her şeyi kuşatan bir gayenin hemen göze çarptığını görürüz. Hiç bir şey hikmetsiz ve gayesiz değildir. İlmin baş döndürücü bir hızla ilerlediği günümüzde maddenin en küçük parçaları incelenmekte, atomun bile sırlarına inilmekte, en küçük bir şeyin bile birer görevi bulunduğu anlaşılmaktadır. Hele hele canlıların vücudlarına yerleştirilmiş bulunan maddî ve manevî organ, cihaz ve duyguların herbiri nice hikmetlerle donatılmış ve gayeye hizmet edip durmaktadırlar.

İnsan vücudunu göz önüne getirdiğimizde bu hikmet, ölçü ve gayenin varlığını daha açık bir biçimde görürüz. Vücudumuza yerleştirilmiş organ ve duyguların gayesiz ve hikmetsiz olmamaları bir yana, bazen bir tek organa yüzlerce gaye yüklenmiştir. Bin bir çeşit yiyeceğin tadını alıp değerlendirme görevi şu küçücük dilimize verilmiş, bunun yanında aynı organımıza sayısız kelimeleri şekillendirme vazifesi yüklenmiştir. Karaciğerimizin yüzlerce görevinin bulunduğu tıp ilmince ispatlan- mış bulunmaktadır. En basit bir duygu sanılan hayal duygusunun bulunmaması halinde bile, dünyanın nasıl bir zindan olacağı ve sınırsız ilmî gelişmelerin bir anda duracağı düşünülürse diğer duygu ve latifelerimizin de ne kadar çok hikmetle donatılmış olduğu açıkça görülecektir.

İnsan küçük bir âlem, âlem de büyük bir insandır. Bir atomun parçalarına sayısız görevler yükleyen, insan vücudundaki her bir organı yüzlerce görevlerde istihdam eden Yüce Yaratıcı, hiç şu uçsuz bucaksız kâinatı hikmetsiz ve gayesiz yapar mı? Müthiş birer cisim olan sayısız yıldız, gezegen ve nebulaları boş yere yaratır mı?

İşte, gerek küçük ve gerekse büyük âlemde göze çarpan bu umumî hikmet, âhiretin varlığına en açık delildir. Ebette ki, Allah bin bir sanat, özen ve hikmetle yarattığı bu canlıları, özellikle insanı kısa bir süre için var edip sonra da onu bütün bütün yokluğa atmaz. Böylesine hikmet sahibi bir Zâtın, sınırsız bir hikmet sahibiyken sınırsız bir hikmetsizlik içine düşmesi, sayısız abes işler yapması mümkün değildir.

Öte yandan bütün canlıların her türlü ihtiyacına cevap veren, özellikle, gözü yaratıp karşısında ışığı ve sayısız güzellikleri; kulağı yaratıp onu tatmin için sayısız sesleri halkeden, mideyi ve iştah duygusunu verip, bunları okşamak için sınırsız nimet, yiyecek ve içecekleri ihsan eden bir kerem sahibinin, insanın en büyük ihtiyacı olan ebedî yaşama arzusunu karşılamaması, âhiret hayatıyla tatmin etmemesi imkânsızdır.

Bir üreticinin, bin bir ihtimamla yetiştirip elde ettiği ağaçların meyvelerini toplattırıp bir çukura doldurarak çürümeye terk etmesi düşünülebilir mi?
İşte şu gördüğümüz âlem ve özellikle yeryüzü bin bir özenle var edilip bakılan harika bir bahçeyi andırır. Bu bahçenin en güzel meyvesi de insandır. İnsanın bu kadar titizlikle bakılıp, kısa bir ömür yaşatıldıktan sonra mezar çukuruna bir daha kalkmamak üzere konularak çürümeye terk edilmesi de düşünülemez. Çünkü bu o sonsuz gaye ve hikmete ters düşer.
Bakınız bu konuda yüce Rabbimiz ne buyuruyor:

“Sizi boş yere yarattığımızı ve huzurumuza döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız? Mülkün hakiki sahibi olan Allah ne yücedir! Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O, hayır ve bereket hazinesi olan arşın Rabbidir.”(1)
Âyet-i kerîmenin mesajını biraz açacak olursak şöyle diyebiliriz: Siz boş yere mi yaratıldığınızı zannediyorsunuz? Allah’a döndürülmeyeceğinizi mi düşünüyorsunuz? Kusurlardan münezzeh ve âlî olan Allah, böyle bir fiilden mukaddestir. Sizi bu dünyaya getirip sayısız nimetlere mazhar eden, maddî bedeninizin bütün arzularını ihsan eden, en küçük varlıkların en küçük isteklerini dahi karşılayan Allah, elbette sizin en büyük arzunuz olan “ebedîyet’i de bahşedecek ve size ebedî bir âlemi açacaktır.

2.İHSAN VE RAHMET
Rahmetle yoğrulmuş bir dünyada yaşıyoruz. Her şeyde, özellikle canlılarda büyük bir rahmet ve keremin parıltıları görülmekte. Her bir canlı rahmetin sıcak kundağına sarılarak dünyaya gönderiliyor. Hatta dünyaya gelmeden çok önce ve canlılığın ilk basamağına adım attığı andan itibaren bu rahmet ve keremin avucu içine alınıyor ve adım adım bu rahmet ve keremi solukluyor. Acizliği, zayıflığı, çelimsizliği ve hiçliği oranında bu rahmet ve keremden daha çok pay alıyor.

Bizi âhirete taşıyacak olan dünya gemisinin güneşe olan şu andaki uzaklığının ayarlanması, mevsimlere uğraması için değişik hareketlere tâbi tutulması, atmosferimizdeki gaz miktarlarının belli oranlarda olması, yer kürenin hacminin hayata elverişli olarak ayarlanması gibi sayısız rahmet tecellilerinden tutun, ana rahmindeki zigotun mükemmel bir bebek olmaya doğru yol almasına, o dar ve karanlık âlemde, ilerisi için gerekli olan bütün maddî ve manevî cihazlarının takılmasına ve bu dünyaya ayak bastığı anda sıcacık bir sütü hazır bulmasına kadar her şey bu sonsuz kerem ve rahmeti dile getirmektedir.

Aynı şekilde denizin dibindeki balıkların beslenmeleri, en zayıf ve cılız canlılar olan meyve kurtlarının, rızık mahzenlerine yerleştirilmeleri, kımıldama imkânından bile yoksun olan ağaç köklerine rızıklarının gönderilmesi gibi sayısız örnekler, hep o sonsuz kerem ve rahmete işaret eder. Bir tek canlıya bu kadar şefkat gösteriliyorsa, bir anda sayısız canlılara gösterilen merhamet ve ihsanın ne kadar muhteşem olduğu düşünülme- lidir. Bu gerçekten sınırsız bir kerem ve rahmettir. Ve tükenmez bir hazineden gelmektedir. Böylesine sınırsız bir rahmet ve kerem ölümle sona erse rahmet rahmet olmaktan çıkar. Ancak sonsuza kadar devam etmesiyle rahmet rahmet olur.

Çünkü sınırsız kerem ve rahmet sahibi, bu rahmet ve keremini sonsuza kadar sürdürmek ister. Bu da rahmet ve ihsana mazhar olanların varlıklarının devamını gerektirir. Oysa görüyoruz ki, hayat pek kısa. Canlılar bu sonsuz rahmet ve keremi bir anlık tadıp sonra da ölüp gitmekteler. Hatta bazen hayata gözlerini açar açmaz veya hiç açmadan sönüp kayboluyorlar. Bu rahmet ve ihsanlar tadılıyor, fakat doyulmadan dünyadan çıkıp gidiliyor. Gençlik, güzellik, tazelik, güç ve kuvvet gibi nimetler kısa bir süre sonra solup gidiyorlar.
Bu kısacık hayatta küçük birer parıltısı böyle olan bir ihsan ve kerem ancak başka bir âlemde de devam etmelidir ki, tam ihsan ve kerem olabilsin. Aksi takdirde ihsan, rahmet ve kerem kendi zıtlarına dönerler. Allah bu dünyadan sonra bunları kesiver- mekle, nimet nimetsizliğe, lezzet azaba, sevgi ise düşmanlığa dönüşür. Öyleyse bu nimet ve ihsanların daha muhteşem bir biçimde devam edeceği başka bir âlem olmalıdır. Burada, tecellilerini tatmak, orada asıllarına lâyık olmaya teşvik içindir.

3.İZZET, CELAL VE ADALET
Kâinatın yaratıcısı, Rabbi ve sahibi olan Allah, denizden bir damla kabilinden işaret ettiğimiz sınırsız hikmet, rahmet ve keremi yanında sonsuz bir izzet, celâl ve adalet sahibidir de. O, öyle bir sultandır ki, dünyamızdan milyarlarca defa daha büyük olan yıldız ve gezegenleri emrine boyun eğdirir, koyduğu düzen ve dengeye her şeyi ayak uydurmaya mecbur eder, dünyamızı büyük bir canlı gibi her kış ölüme mazhar edip baharın gelişiyle yeniden diriltir, sayısız denebilecek çokluktaki bitki ve hayvan türlerini birer ordu gibi hayat vazifesinde görevlendirir, muhtaç oldukları rızıklarını, elbiselerini, silâhlarını verir ve dünya karargâhında her birisini fıtrî emirleri istikâmetinde yaşatır, kâfir ve günahkâr insanlardan başka her şey emrine itaat eder, boyun eğer.

Allah, sonsuz bir izzet ve celâl sahibidir. Tarih boyunca inkârcı, azgın ve zalim kavimlere verdiği felâketlerde bunu görmek mümkündür. Faraza onun emirlerine karşı gelenler, dağ ve dünya büyüklüğün- de birer zorba kâfir de olsalar, tepelerine dağ ve dünya büyüklüğünde gök cisimlerini birer mermi gibi yağdırıp onları dağıtır.

En küçük bir izzet, iktidar ve adalet sahibi bile, kendisine karşı gelen, emir ve yasaklarını hafife alan, izzet ve onuruna dokunan zorbalara ceza vermekte; emirlerine itaat eden, şefkat ve adalet kanatları altına sığınan, izzet ve büyüklüğüne saygı gösteren iyileri de mükâfatlandırmaktadır. Bir köyde bile, köyün huzurunu bozan, karışıklık çıkaran, başkalarına haksızlık eden bir kimseye “Ne yaparsa yapsın” denilmez. Köyün yetkili ve sorumluları tarafından cezası veriliverir. Nerede kaldı ki hâkimiyeti Rubûbiyyet derecesinde olan, her şeyi yoktan yaratan, uçsuz bucaksız kâinatı ahenk ve nizam içerisinde idare eden, bütün güç ve iktidar sahiplerinin yaratıcısı Yüce Allah’ın iyi kullarına mükâfatı, kötü kullarına cezası bulunmasın.
Oysa bu adalet bu dünyada tam olarak sağlanamıyor. Zalim bütün kötülükleri ve şımarıklığıyla, mazlum da hakkını alamadan bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Demek hesaplaşma başka bir mahkemeye bırakılıyor.

Gerçekten de nice insan vardır ki, binlerce nimete boğulmuşken nankörlük edip, kulluk ve hizmetlerini Allah’tan başkalarına yapıyor, Allah’ın kullarına zulmediyorlar. Allah’ın Kendisini tanıtmak için alabildiğine yaydığı sayısız delil ve nimetlerini görmezlikten gelip küfrân-ı nimette bulunuyorlar. Sonunda da inkâr içerisinde, zalim, cebbar, gaddar ve zorba bir hayat geçirerek ve ceza da görmeden çekip gidiyorlar. Oysa izzet, celâl ve adalet bu edepsizlere gerekli dersin verilmesini, mazlumların hakkının kendilerinden alınmasını ister. Bu dünyada olmadığına göre, âhiret vardır ve oraya bırakılıyor.

4.SONSUZ CÖMERTLİK VE GÜZELLİK
Her insan dikkatle bakmaya gerek kalmadan bu âlemde sınırsız bir cömertliğin hakim olduğunu görür. Her şey son derece sanatlı olmakla birlikte o ölçüde de boldur. Bir çiçekteki sanatı düşünün. Bütün insanlar bir araya gelseler bir tanesini renk, desen, tazelik ve canlılığıyla yaratamazlar. Ama bir bahar mevsiminde o çiçek gibi sanatlı, binlercesinin, milyonlarcasının yaratıldığını görmekteyiz. Koca koca ağaçların hayat programları küçücük tohum ve çekirdeklerinde binlercesi birden kodlanmakta, kimisi öğütülüp yenmekte, kimisi kuşlara ve haşerelere yem olmakta, kimisi de ayaklar altında ezilip gitmektedir.

Kâinatta, cismi itibariyle bir toz zerresi kadar olsun yer tutmayan şu ufacık insan için nebulalar, galaksiler, güneş sistemleri yaratılıyor. Güneş, ısı ve ışığıyla başını okşayıp âlemini aydınlatırken, diğer taraftan sayısız meyve ve yiyecekleri olgunlaştırıyor. Eğer bu harika cömertlik olmasaydı, bir çekirdeği ve bir yudum suyu milyarlara satın alamazdık.

Böylesine sınırsız bir cömertliğe sahip olan Rabbimizin, ölümle başımıza vurup, bu sonsuz hediyeleri bir daha vermemesiye elimizden alması düşünülemez. Çünkü böyle bir şey, o nimeti ikram edene karşı düşmanlığı netice verir. Bu da Onun hikmetine ve kâinatı yaratmasındaki mukaddes gayeye ters düşer. Çünkü O, âlemi ve hayatı Zâtını tanıttırmak ve sevdirmek için yaratmıştır. İlk bakışta bu nimetler acımasızca elimizden alınıyor gibi gözükse de, gerçekte öyle değildir. Daha büyük ve güzellerine bir geçiş yapmaktır. Tıpkı anne rahmindeki çocuğun aldığı gıdaların doğumla birlikte kesilmesi gibi. Bu kesiliş herşeyin bitmesi mânâsına gelmemekte, aksine dünya sarayına gözünü açan çocuk daha nefis ve güzel nimetlerle beslenmeye başlatılmaktadır.

Dünyadaki nimetleri âhirette ihsan edeceği nimetlerin birer numunesi ve gölgesi yapan Rabbimiz, asıllarını ve daha güzellerini öbür âlemde ihsan edecektir. Burada tattırmakta, orada yedirmektedir. Eğer ihsanlarını orada devam ettirmeyecek olsa, bu, Allah’ın sonsuz cömertliğine taban tabana ters düşer. Şanına yakışmaz. O böyle çirkinliklerden münezzehtir.

Baharda seyrede geldiğimiz rengarenk çiçekleri, şırıl şırıl akan çay ve ırmakları, daldan dala konmakta, hoş nağmelerle ötüşmekte olan kuşları düşünün. Zümrüt misal bitkilerin güzelliklerini, güneşin nazlı nazlı doğup batışını, bulutsuz bir gecede mehtabı seyretmenin tatlılığını göz önüne getirin. Bu eşsiz tabloların her biri, o sonsuz cemal sahibindan mesajlar taşımıyor mu? Hepsi de Onun eşsiz güzelliğinin birer parıltısı değiller mi? Bunlarla emsalsiz güzelliğini tanıttırmak istemiyor mu? Biz de bütün bunları kendimizden geçercesine temaşa ediyor, Onu tanımaya çalışıyoruz.

Eğer yeryüzünün efendisi yapılan insan, bütün bu güzellikleri seyrederken birden bire ebedî yoklukla önüne karanlık bir perde gerilse ve bir daha bu güzellikleri seyredemese, nice emekle meydana getirilen o güzelim tabiat tablosunun ne mânâsı kalır. O zaman nimet azaba, sevgi nefrete, akıl da bir işkence âletine döner. Oysa böylesi bir cemâl Sahibi böyle bir çirkinlikten münezzehtir. Demek ki Allah, sonsuza kadar cemalini göstereceği başka bir âlemi açacak, müştak seyircilerine bu güzellikleri doyasıya gösterecektir. Bu, bu dünyada gerçekleşme- diğine göre âhirette olacaktır.

Bu dünyada güzel isimlerinin parıltılarıyla bizleri mest eden, eşsiz güzellikler sahibi Allah, bizlere elbette ki bir gün Zâtının sonsuz cemâl ve güzelliğini de seyrettirme fırsatı verecektir. Evet, “Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabbine bakar”(2) âyetinin müjdesini bütün inananlarla birlikte yaşayacağız.

5.İNSANIN MANEVİ VARLIĞI
Dış dünya ile insan arasında çok sıkı bir bağ vardır. Birbirlerine omuz verir, destek olurlar. Bu alâka, Yaratıcılarının da bir olduğunu gösterir. Meselâ duyulan, tadılan, görülen şeyleri yaratan kim ise, insana duyma, tad alma ve görme duyularını veren de Odur.

İşte bu ölçüyle insana baktığımızda, onun sırf dünya için yaratılmadığını görürüz. Tıpkı ana rahmindeki bir çocuğa baktığımızda onun o dar yerde sürekli olarak yaşamak için yaratılmadığını anladığımız gibi. Anne rahmindeki yavrunun böyle bir geleceği görmemesi ve hatta bunu inkâr etmesi onu bu dünyaya gözünü açmaktan alıkoyamaz. Dünyaya gelmesi kaçınılmazdır.

Bu dünya da bizim için ana rahmine benzer. Âhiretin varlığı inkâr edildiğinde yaratılışımız da, bu dünyada bulunuşumuz da bir muamma olarak kalır. Bunun içindir ki, tarih boyunca gelmiş geçmiş, düşüncesi olan herkes, hep “İnsan nedir? Nereden gelmekte ve nereye gitmektedir? Vazifesi nedir?” gibi soruların cevabını merak etmiş, bulmaya çalışmıştır. Bir yerlerin yolcusu olduğunu kestir- mişlerse de, nereye gideceğini tam olarak tespit edememişlerdir. Bu soruların tam ve doyurucu cevabını ise ancak Yaratıcının görevlendirdiği peygamberler vermişlerdir.

Küçük bir havuzda bir balina yavrusu görsek, sürekli orada kalamayacağını, bir süre sonra mutlaka okyanuslara götürüleceğini anlarız. Çünkü, o yaratılışı gereği küçük bir havuzda değil, ancak büyük deryalarda barınabilir. İnsan da böyledir. O dünya havuzunda ebediyyen yüzmek için değil, ebedî bir âlem okyanusunda sonsuza dek yaşamak için yaratılmıştır. Bu gerçek, fıtratına kulak verildiğin- de hemen anlaşılacaktır. Çünkü fıtrat dinlendiğinde, “Sonsuzluk, ölümsüzlük isterim” diye haykırdığı ve bütün benliğiyle sonsuz bir hayatı arzu ettiği görülecektir. İşte bu duygu fıtratın sesidir ve ebedî bir hayatın açık bir delilidir. Sonra insan var olan bir şeyi arzulayıp özler. Varlığı söz konusu olmayan birşeyi istemez. Midemizdeki açlık, besinleri; susama duygusu suyun varlığını gösterdiği gibi bu sonsuzluk arzusu da ebedî bir âlemin var olduğunu göstermektedir.

Kısaca bu âlemdeki her şey bir bakıma öbür âleme bakar. Bu işaretleri sezemeyenler aslında, yaşadıkları âlemin mânâ ve mahiyetini idrak edemeyen kimselerden başkaları değildir.

6.HIFZ VE MUHAFAZA
Baharda filizlenip boy atan, yeşerip yaprak çıkaran bitkiler bize birçok şeyler anlatmak isterler. Bunlardan biri de bütün yıl boyunca harcadıkları çaba, gayret ve faaliyetleri meyve, çekirdek ve tohumlarında kaydetmeleri, bir nevi özetlemeleridir. Diyebiliriz ki herbir meyve, çekirdek veya tohum o bitkinin küçültülmüş bir şeklidir. Adetâ bitki bunlarda kodlanmıştır.
Ertesi bahar bitkiler bu meyve, çekirdek ve tohumlarıyla aynı davranış ve özellikleri gösterir bir surette yeniden hayata başlarlar. Diğer canlıların hayat programları da sperm ve yumurta hücrelerinde kaydolur. Özellikle hücrede yer alan DNA’da titizlikle yazılırlar. Herbir DNA o canlının âdeta teksir edilmiş bir kopyası olur.

Özelliklerimizin DNA’larımızda korunduğu gibi seslerimizin de fezada muhafaza edildiğini biliyor muyduk? İlim Hz. Âdem’den bu yana bütün insanların seslerinin havada mevcut olduğunu söylüyor. Hatta videoya kaydeder gibi, bütün ses, tavır ve hareketlerin yanından geçtiğimiz veya içinde yaşadığımız cisimler tarafından tespit edildiğini belirtiyor. Belki bir gün gelecek bu sesleri yeniden dinleme, görüntüleri seyretme imkânı olacak.

İşte her şeyde göze çarpan bu hıfz ve muhafaza kayıt ve tespit elbette bir gerçeğe işaret ermektedir. O gerçek de, söz konusu canlıların ve özellikle bu canlıların bir bakıma sultanı durumundaki insanın öldükten sonra, başıboş bırakılamayacağı ve toprağın altına atılan bir tohum gibi, fakat başka bir âlemde, o âleme lâyık bir hayata mazhar olacağı gerçeğidir.

7.SEMAVİ KİTAPLAR
Âhiret insanlık için o kadar büyük bir öneme sahiptir ki, başta Kur’ân olmak üzere bütün İlâhî kitaplar âyetlerinde ona büyük ölçüde yer vermişlerdir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîmin beşte üçü âhiretten bahseder. Onun âhirete verdiği yeri başka bir başlık altında ele alacağımız için burada diğer semavî kitapların bahsedişlerinden söz edeceğiz.

Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün peygamber- ler ve indirilmiş bütün semavî kitaplar âhiretin varlığını haber vermişlerdir. îmân esaslarında hepsi de aynıdırlar.

Semavî kitapların en büyüklerinden biri olan ve Hz. Musa’ya indirilen Tevrat ne var ki asliyetini koruyamamış, günümüze kadar birçok defalar tahrif edilmiştir. Özellikle maddîleştirilmiştir. Buna rağmen işaret kabilinden de olsa, Tevrat’ta âhirete ait birçok meselelere temas edilmiştir.

İncil ise bir bakıma Tevrat’ta tahrif olunan hususların doğrularını ortaya koyma, tahrif olunmayan hususları ise tasdik için gelmiştir. Onun da daha sonra tahrife tâbi tutulması ayrı bir konudur. Şimdi

İncil’den bazı âyetler naklediyoruz:
Matta İncili Beşinci İshah’da şöyle denilmektedir:
“Kim bu dünyada salih amel işlerse, o, Rabbinin melekûtüne yükselecektir.
“Müjdeler olsun miskinlere! Onlar melekût-u semâvâta yükselecekler.
“Müjdeler olsun merhametlilere ki, onlar öbür âlemde Allah’ın merhametine mazhar olacaklar.
“Müjdeler olsun müttakîlere ki, onlar Rablerini görecekler.
“Göklerin ve yerin melekûtünün misâli şuna benzer: Çiftçi tarlaya tohum atar. Bu tohumlar biter, göğe doğru boy atar ve büyür. İçinde bir takım dikenler boy gösterir. Bunu görenler tarlanın sahibine müracaat edip derler: Efendimiz! Mahsûlü arzu edilen bu güzel bitki nema buldu, yeşerdi, fakat aradaki bu dikenler de nedir? Cevap verir: ‘O da, bu da gerek!’ Havariler Hz. Mesih’e sordular: ‘Bunu bize izah eder misin?’ Hz. Mesîh, “Evet”, diyor ve anlatıyor: ‘O tohumu atan Allah’tır (c.c) Tarla ise yeryüzüdür. Ekilen tohum, beşerdir. İstenen mahsûl ise, salih insanlardır. Dikenler ise, kâfirlerdir. Burada iyi kötüyle beraber bulunacaktır. Fakat âhirette iyiler melekût-u semâvâta yükselecek; kötüler ise Cehenneme girecektir.”(3)

KURAN’IN HAŞRİ İSPAT METODU
Kur’ân-ı Kerîmin, öldükten sonra dirilmeyi ispat hususunda başlıca iki metodu kullandığını görüyoruz. Birincisi, temsilî kıyas, ikincisi de benzerini gösterme metodudur.
Şimdi bu iki metoda değişik örnekler vermeye çalışalım.

Kur’ân-ı Kerîm, temsilî kıyas metoduyla dış âlemden örnekler vererek öldükten sonra dirilmeyi isbat eder. Şu âyet-i kerîme buna bir örnektir:
“O Allah ki, gökleri, gördüğünüz gibi direksiz yükseltti, sonra Arş üzerinde hükmünü icra etti, güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirdi. Onların hepsi, belirlenmiş bir vakte kadar akıp gider. Allah herşeyi yerli yerince tedbir ve idare eder ve âyetlerini size açıklar. tâ ki Rabbinize kavuşacağını- zı kesin olarak bilesiniz.”(4)
Görüldüğü gibi, âyet-i kerîme, kâinatı düzene koyan, aya ve güneşe bu günkü düzenini veren ve her şeyin idaresine hâkim olan Allah’ın insanları öldükten sonra huzuruna çıkarmaya da kadir olduğuna dikkat çekiyor.

Bir mü’min âhirete inanırken, bütün rubûbiyyet ve icraatlarıyla kendisini gösteren ve hissettiren bir Allah’ın öldükten sonra dirilişi istediği şekilde var edeceğine de inanır:
“O gün göğü, kitapları dürer gibi toplarız. İlk yaratmaya nasıl başladıksa onu, yine öyle çevirir yok ederiz. Üzerimize söz; biz bunu mutlaka yapacağız.”(5)
Yani, gökleri bir kitap gibi dürer ve bugünkü mahiyetinden uzaklaştırırız. Hareket ve hararet kalmaz, bir duraklama ve bir donma baş gösterir. Mahfazasından çıkarıp nazarlarınıza arz ettiğimiz kâinat kitabını kapatıp, evvelce olduğu gibi yine mahfazasına koyarız. Bütün yaratıklar başlangıçta nasılsa o hale döner. İlkinde sebeplerin devreden çıkması gibi bu ikinci yaratışta da sebepler sukut edecek ve kitabı durduğumuz gibi tekrar açacak ve zerrâtı yemden yaratacağız.(6)

“Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet, O her şeye kadirdir.”(7)
Andolsun, Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık, bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.”(8)

Gökleri ve yeri bir sistem içinde var eden ve bundan asla yorulup usanmayan bir Allah, ölüleri tekrar diriltmeye kadir değil midir? İbret gözüyle baksanız, her hadisenin arkasında Allah’ın varlığını göreceksiniz. O Allah ki, asla yorulmaz ve dinlenme ihtiyacını duymaz.(9)

Temsili kıyas da Kur’ân’ın isbat metodlarından biridir. Bu, içinde yaşadığımız âlemi gözlerimizin önüne serip, Allah’ın yaratıcılığını göstererek, yeniden böyle bir âlemi yaratacağına zihinleri kabule hazırlar. Bu metod sayesinde insanın haşre olan inancı kat kat pekişir:
“Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir! O, çok bilen Yaratıcıdır.”(10)

“Sizi yaratmak mı zor? Göğü yaratmak mı? Ki onu Allah, bina edip yükseltmiştir.”(11)

“Sizin yaratılmanız mı, yoksa cin ve insi ihtiva eden bütün sistemlerin yaratılması mı zor? Kâinat sarayını kuran Allah, Cennette sizin için daha küçük saraylar inşa edemez mi?”(12)

“Onun âyetlerinden biri de şudur: Sen toprağı, kupkuru görürsün. Onun üzerine suyu döktüğü- müz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten Allah elbet ölüleri de diriltir. O her şeye kadirdir.”(13)

Bu konuda başka bir örnek de şu âyet-i kerîmedir: “Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, bilin ki, Biz sizi önce topraktan, sonra nutfeden [spermden,] sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size kudretimizi açıkça gösterelim. Dilediğimizi, belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç ve kabiliyet kazanmanız için sizi büyütüyoruz. İçinizden kimi [henüz çocukken] öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına [ihtiyarlığa] itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hâle gelsin [çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün.] Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir.”(14)

“İnsan, bizim kendisini bir nutfeden yarattığı- zı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi? Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi: ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi. De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir.”(15)

“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da [Rabbi onu] yarattı, ona şekil verdi. Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Şimdi bunları yapan Allah’ın, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?”(16)

KURAN’DA ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLME ÖRNEKLERİ
Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm kendine has metodlarla öldükten sonra dirilişi isbât ediyor. Şimdi de bu konuda bazı diriliş örnekleri sunalım:
Bakara Sûresinin 259. âyet-i kerîmesinde bir olay anlatılır. Müfessirler bu hususta surdan anlatırlar:

Hz. Uzeyr yıkık bir kasabaya uğrar. Uzeyr, azığını almış, eşeğine binmiş giderken evleri yıkılmış harabe hâline gelmiş, oturanlarından kimsecikleri kalmamış bir kasaba veya köy yıkıntılarının yanında konaklar. Etrafına bakar. Bu şekilde ölenlerin âhirette nasıl dirileceğini düşünür. O anda uykusu gelir ve yatar. Allah onu öldürür, yüz sene sonra diriltir. Yiyecekleri hiç bozulmamış, eşeğinin ise ancak kemikleri kalmıştır. Yıkık kasaba da îmar edilmiştir. Uyandığı ilk anda, bir gün kadar veya daha az bir zaman uyuduğunu zanneder. Yiyeceklerine bakınca gerçekten böyle olduğunu sanır. Eşeğine bakınca durumu anlar. Allah Uzeyr’in gözü önünde eşeğini diriltir. Böylece Allah’ın kudret ve azametini çıplak gözle müşahede eder.

Âyet-i kerîmede bu olay şöyle anlatılmaktadır:
“Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin çatıları, duvarları üzerine çökmüş ıssız bir kasabaya uğradı. ‘Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba?” dedi. Hemen Allah onu öldürdü, yüz sene sonra tekrar diriltti. ‘Ne kadar kaldın burada?’ dedi. ‘Bir gün yahut bir kaç saat’ dedi. Allah ona, ‘Bilakis, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de eşeğine bak. Seni insanlar için bir ibret işareti kılalım diye [yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik.] Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl birbiri üstüne koyuyor, sonra da ona nasıl et giydiriyoruz’ dedi. Durum kendisince anlaşılınca, ‘Şüphesiz Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmeliyim’ dedi.

“Hz. İbrahim bir gün deniz kenarında bir hayvan leşi görmüştü. Leş üzerine dalgalar geliyor, dalgalarla gelen balıklar o leşten yiyorlardı. Dalga çekilince de kara hayvanları ve kuşlar leşin başına üşüşüyor, herbiri birer parça koparıyorlar. Böylece leşin her bir parçası bir kuşun kursağına veya bir balığın karnına gidiyordu. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Rabbinden bir istekte bulundu. Hz. İbrahim’in bu isteğini ve bundan sonra cereyan eden olayları âyet-i kerîmenin mealinden okuyalım:

“Bir zaman İbrahim de Rabbine, ‘Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster’ dedi. Rabbi ona, ‘Yoksa inanmadın mı? deyince, ‘Hayır! İnandım. Lâkin kalbimin mutmain olması için görmek istedim’ dedi. Bunun üzerine, ‘Öyleyse kuşlardan dört tanesini yakala, onları kendine iyice alıştır, sonra kesip parçala, her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra onları kendine çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki Allah, azizdir, hakimdir.”(17)

tefekkurdergisi.com