“Dinle siyasetin ayrılması bir Batı söylemidir”

Din Adamları
Emeti Saruhan’ın röportajı   Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu, İslam toplumlarının hızla sekülerleştiğini, dinin hem iktidarın meşruiyet kalkanı hem de muhaliflerin güç...
EMOJİLE

Emeti Saruhan’ın röportajı  

Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu, İslam toplumlarının hızla sekülerleştiğini, dinin hem iktidarın meşruiyet kalkanı hem de muhaliflerin güç kaynağı olarak kullanıldığını ifade ediyor. İslam alimlerine çok iş düştüğüne dikkat çeken Bardakoğlu ‘Ancak ulema-i İslam da dünyevileşti’ diyor.

İlim ehlinin cennetine döndü

Ali Bardakoğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, kendi deyimiyle Ankara nöbetini devrettikten sonra ilmi çalışmalarına geri döndü. ‘Kalem ve kitap, eğitim ve öğretim ilim ehlinin cennetidir’ diyen Bardakoğlu bürokrasi ve günübirlik tartışmalardan biraz sıkılmış görünüyor. İSAM’da çalışmalarına devam eden Bardakoğlu bizi buradaki odasında misafir etti.

Dindarlık artıyor gibi gözükse de sekülerleşiyoruz diyorsunuz. Bu tespiti neye dayanarak yaptınız?

Türkiye dahil İslam ülkelerinde dindar kesimler hızlı bir sekülerleşme yaşıyor. Biz ferdi ve sosyal hayatımızı ahlakileştiren, insani ilişkilerimizi olgunlaştıran, rahmet olarak bütün davranışlarımıza yansıyan, hak, adalet ve güveni tesis eden bir dindarlaşma süreci değil, şekillerde yoğunlaşan, görselliği öne çıkaran, dini duyarlılığı belli zaman dilimlerine ve davranışlara hasreden ve geri kalan alanı dinden bağımsızlaştıran bir süreç yaşıyoruz. Arada bir iç sorgulama yaşasak da yaşattığımız belli dindarlık motifleriyle teselli buluyoruz. Dindarların önceden uzak durduğu sistemle bütünleştiği tezi daha doğru görünüyor.

İslam’ın rahmet olarak bütün davranışlarımıza yansıdığı bilinç düzeyine neden erişemiyoruz?

Ben mükemmeliyetçi değilim. Dinin nihai hedeflerinin dünyada mükemmel olarak gerçekleşeceği, hiçbir eksikliğin olmayacağı gibi bir hayal içinde değilim. Allah dünyayı bir sınav yeri kıldı. Kendi iç dünyamızda olduğu gibi toplumda da iyi-kötü mücadelesi, arayış ve çalkantılar hep sürer. Ama gönül istiyor ki, dini kendimize meşruiyet aracı kılmak yerine kurtuluş çaresi olarak görelim. Ne yazık ki din toplumun ortak bağı olmak yerine çekişmelerin temel argümanı, bloklaşmaların sığınağı oldu. Dikkat edin, birçok İslam ülkesinde din hem iktidarın meşruiyet kalkanı hem de muhaliflerin güç kaynağı. O kadar bulanık bir alan ki! Burada İslam alimlerine büyük görev düşüyor. İslam alimleri bu hengamede bir yer kapma ve yer edinme kaygısını bırakıp dinin hakikatını seslendirmek, yanlışa yanlış demek, hakkın sesi olmak zorundalar.

Dinle siyaset ayrılmalı mı diyorsunuz?

Dinle siyasetin ayrılması bir Batı söylemidir. İkisi aynı düzlemde ve denk iki kavram değil. Din varoluşun nihai anlamını veren ilahi bildirim ve varlığın metafizik pencereden genel tanıtımı, üst ve genel bir bakış. Bu anlamıyla din siyasete de, sosyal hayata da, ferdi hayata da, aile düzenine de, ticaret hayatına da bir rahmet olarak yansır ve onları güzelleştirir, ahlakileştirir. Dini vicdanlara hapsetmek, sosyal hayattan tecrit etmek mümkün ve anlamlı değil. Ama toplumlar siyasi yönetim dahil kendi reel sorunlarını kendileri çözecektir. İslam alimlerinin kendi çağlarına şahit olması, günlük akışa ve taraf oluşlara kendilerini kaptırma yerine üst bakışla herkese hitap etmeleri gerekir. En büyük eksiğimiz İslam alimi. Ne var ki ulema-i İslam da dünyevileşti.

Neden İslam alimi yetiştiremiyoruz?

Acaba İslam alimi yetiştirmek istiyor muyuz? Önce bu soruyu soralım. İstiyorsak gerekli şartlarını hazırladık mı? İslam alimi yetiştirmeyi önemsediğini düşünenler başta olmak üzere, dinin ve ilmin hakemliğine tahammül edebilecek miyiz? Cevap evet ise, ilk olumlu adım atıldı demektir. Çünkü İslam alimi yanlışa yanlış, doğruya doğru diyen, insanların gözünün içine bakarak değil İslam’ın ana kaynağı Kur’an ve Sünneti esas alarak hakkı ve hakikatı dillendiren otorite demektir. Sağduyunun sesidir. Ancak İslam alimi deyince her kesim kendi doğrularına destekçi ve sözcü arıyorsa, alimin ilmini ve dindarlığını yarı ümmiler tartacaksa çözüm tıkanır.

DİNDARLIĞIN İÇİNİ DOLDURMALIYIZ

İslam alimi yetişmesi halinde dünyevileşme girdabından kurtulabilir miyiz?

Türkiye ve İslam dünyası için hem iyimser hem de karamsar bir tablo çizmek mümkün. Realiteden uzak ham bir hayal dünyasına da girmemek lazım. Sayıları hızla artan ilahiyat fakültelerimiz umarım ilmi ciddiye alır, toplumun ve akıntının peşinden değil, ona öncülük eden ve yön veren ilim ehlinin yetişmesine hizmet eder. Öte yandan toplum olarak İslam algımızı gözden geçirmek ve dindarlığımızın da içini doldurmak zorundayız.

İçini nasıl dolduracağız?

Önemli olan başörtülü kızların sayısının artması değil, İslam’ın bütün muhtevasını taşıyacak kıvama doğru yürüme kararlılığının olup olmadığı. Hacca ve umreye gidenlerin sayısal artışı da öyle. ‘Başımı örttüm’, ‘namazımı kılıyorum’, ‘Hacca, umreye gittim’, ‘sakal bıraktım’, ‘içkiyi ağzıma sürmüyorum’ diyen bir kimse bunun yeterli olmayacağını, daha yapması gereken bir dizi görev ve sorumluluğunun bulunduğunu daima bilir. Ne zaman ki yaratana itaat ve yaratılana şefkatte, ahlakta, insani ilişkilerde, temizlik ve çalışkanlıkta, doğruluk ve dürüstlükte, dayanışma ve yardımlaşmada, insan haklarında, adab-ı muaşerette, velhasıl ferdi ve sosyal her alanda Kur’an’ın öngördüğü bir çizgide yürümeye başlarız, o zaman dindarlığımızın içi doluyor demektir.

KORKUYORSAK DİNDAR ALGISI SORUNLU

Dindar nesil yetiştirme projesi başarabilir mi bunu?

Devletin böyle projesi olup olmaması başka bir tartışmanın konusu ama devlet adamlarının nesillerin dindar, ahlaklı olmasını istemesinden tabii bir şey olamaz. Bunun zıddını isteyecek halleri yok ya! Avrupa’daki Hristiyan devlet adamları da kendi toplumları için aynı arzuyu dile getirse bundan da rahatsız olmamalıyız.

Öyle diyorsunuz ama karşı çıkan da çok oldu.

Sanırım dindar deyince yukarıda anlattığım bir dindarlıktan ziyade toplumun algıladığı farklı bir dindar profili söz konusu. Dindar nesil olmalı mı sorusuna insanlar kaygı ve tereddütle yaklaşıyorsa demek ki gerek algıda gerekse sunulan ve öne çıkan dindar profillerinde bir sorun var demektir. Hiç kimse işin bu yönünü ele almıyor ve hemen siyasi bir polemiğe dalıyor.

Bizim eksiğimiz olabilir ama bunda Cumhuriyet’in ortaya koyduğu dindar profilinin de katkısı yok mu?

Batıda Katoliklik dindarlık algısında şekli öne çıkarırken Protestanlık adeta içini boşalttı. Pozitivizm de onu vicdana hapsedince bu yüzyıla hayli örselenmiş bir batılı dindarlık algısıyla girdik. İslam dünyasında da din alanında ciddi özgüven kayıpları oldu. Bu hayli uzun bir konu. Ancak günümüzde dindar insan tabiri neredeyse tamamı Müslüman bir toplumda kaygıya yol açıyorsa hepimizin kara kara düşünmesi lazım. İslam dininin bütün erdemlerinin üzerinde görüldüğü, ulvi değerlerin yansıdığı bir kişiden insanlar rahatsız oluyorsa o zaman ortada ya algı ya da takdim ve temsil yanlışlığı var demektir. Bana göre ikisi de var. Dönüp biz nerde yanlış yapıyoruz sorusunu sormak zorundayız.

Modern çağ dindarlığını yerleştirmeliyiz

Şehirli dindar kavramına sıkça vurgu yapıyorsunuz. Bugün ne durumdayız?

Sosyal hareketler ve kültür değişimi ağır seyreder. Ben şehirli dindar kavramını önemsiyorum. Bahsettiğim şey ‘modern çağ dindarlığı’. Şehirli dindarlığın sanat ve estetik, edebiyat ve musiki, derunileşmiş dini hayat, incelmiş insani ilişkiler, ilim ve irfan, sevgi ve saygı, çevre bilinci, insan ve hayvan hakları duyarlılığı gibi pek çok yönü var. Entelektüel ve tasavvufi boyutları var. Bugün bunların birçoğunu yitirdik. Modern deyince akla modernizm geliyor ve kaygılar başlıyor. Kastettiğim asrı idrak eden, 21. yüzyılda yaşadığının farkında olan dindarlık. Yaşadığımız dünyadan soyutlanarak kitapların arasına dalıp 3., 5. asırda yaşayabiliriz. Bunun kimseye faydası olmaz. Ya da Kur’an’ı, sünneti, İslam’ı 21. yüzyılda idrak eder ve bu yüzyılın sorunlarıyla yüzleşerek Müslüman kalabiliriz. Yapmamız gereken de bu.

Modern hayatla dinin çatıştığı pek çok alan var. Müslüman mesafesini nasıl ayarlamalı?

Biz kendi dindarlığımızı sağlamlaştırma, sorgulama ve geliştirme yükümlülüğü ile karşı karşıyayız. O nedenle 21. yüzyılda yaşadığımızı farketmek zorundayız. Bu modernizmin rüzgarına İslam’ı teslim etmek anlamına gelmez, zaten istesen de yapamazsın. Çünkü Allah’ın dini bellidir, emir ve yasakları apaçık ortadadır. Dinin sahibi odur ve kıyamete kadar dinini koruyacaktır. İslam’da reforma İslam’ın kendisi geçit vermez. Ancak modernizm korkusuyla yaşadığımız dünyadan kendimizi soyutlamamız da doğru olmaz. Kur’an Peygamber efendimize indi ama her çağın alimleri ve Müslümanları Kur’an’ı kendi çağlarına, kendi dünyalarına inzal etmek zorundadır. Ben Kur’an’ı anlamak ve kendi dünyama getirmek durumundayım. Peygamberimi bu asra getirmek durumundayım. Bu asra ışık tutmak gibi çetin ve önemli bir iş varken bakıyoruz yük ağır, kendimiz o asra gidiyoruz.

Dini cemaatleşmeyi sorun olarak görüyor musunuz?

Görmüyorum. Dini cemaatleşmeler aslında dini değil, sosyo – ekonomik oluşumlardır ve kaçınılmazdır. Mesela 15 milyon insanın yaşadığı İstanbul’a gelmiş, bu kalabalıkta tutunmaya ve yer edinmeye çalışan, yalnızlık çeken, ekonomik ve sosyal çevreye, psikolojik açıdan ünsiyete, dostlara ihtiyacı olan insanların bir araya gelmesi, sosyalleşmesi, gruplaşması tabiidir. Bu esnada her sosyal oluşumda aidiyet duygusu gelişir, alamet-i farika olarak bazı farklılıklar benimsenir. Bütün bunlar bir dereceye kadar anlaşılabilir gelişmelerdir. Fakat bu farklılaşma dini alana kayar ve her bir grup kendi dindarlık tarzlarını ve din algılarını yeniden inşa etmeye, bu arada ötekinin dindarlığını da sorgulamaya başlarsa durum ciddileşir ve sorun üretmeye başlar. Avrupa’da bir zamanlar bu yaşandı. Ekonomik ve sosyal oluşumlar giderek camilerini ayırdı ve ayrı dini grup haline geldi. Temelde sosyal ve ekonomik işbirliği gruplarının dini farklılaşma eğilimleri ilk etapta üyelerin alt aidiyet duygularını beslediği, iç dayanışma ve bütünleşmeye manevi harç olduğu için revaç bulsa da uzun vadede üst dini aidiyet ve bütünlüğü zedeleyebildiğini ve genel dini algıyı olumsuz yönde etkilediğini de görmek gerekir.

Hakimliği bırakıp ilahiyata geçtim

 İstanbul’da hangi kültür çevrelerinde bulundunuz?

İstanbul’daki lise ve üniversite öğrenciliği yıllarında şimdi rahmetle andığımız birçok zatı görme, dinleme şansı buldum. Mahir İz, Muhammed Hamidullah, Ali Üsküdarlı, Muhammed Tanci, Necip Fazıl, Nurettin Topçu ilk aklıma gelenler. Münir Nurettin Selçuk’un konserleri, Sabahattin Zaim, Nihad Sami Banarlı… Allah cümlesine rahmet etsin. İstanbul’un çok yönlü ve yoğun bir kültür ortamı vardı ve istifade edenler için en büyük açık üniversite oydu. İstanbul İmam Hatip’ten mezun olunca Yüksek İslam Enstitüsü’ne ve lise fark dersleri vererek aynı zamanda Hukuk Fakültesi’ne devam ettim.

Hem İslam Enstitüsü hem de hukuk mezunusunuz. İki fakülte birden okuma sebebiniz neydi?

O dönemde birçok arkadaşımız böyle bir yol izleyerek iki fakülteyi beraber okudu. Bazıları Yüksek İslam Enstitüsü’yle edebiyat okuyup İslami Türk Edebiyatı’nda yol aldı, bazıları sosyoloji okuyup din sosyolojisi alanında çalıştı. İktisat, siyasal, tıp okuyanlar, sinema yönetmenliğini seçenler. Hayli çeşitli bir dağılım vardı. Ben de hukuk okuyup İslam hukuku alanını seçtim.

Meslek seçiminde de hukuk değil de ilahiyat ağır basmış?

Bir süre hakimlik stajı yaptım ve hakim olarak işe başladım. İlahiyat fakültelerinde asistanlık imtihanları açılınca hakimlik maaşı iki katı olmasına rağmen hiç düşünmeden oraya geçtim. Çünkü akademik çalışma yapmak ve ilme intisap etmek istiyordum. Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nde Fıkıh Asistanı olarak göreve başladım. Daha sonra Erzurum İslami İlimler Fakültesi’nde doktoramı tamamladım.

1991-1992 seneleri arasında İngiltere’de ve 1994 yılında da Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunmuşsunuz. Neler yaptınız bu dönemde?

İngiltere’ye daha çok dil amaçlı gittim ama doktora sonrası dönem olduğundan alanımla ilgili Batı’da yapılan çalışmaları izledim, toparladım. Oradan topladığım zengin literatür burada çok işime yaradı. Amerika’da da İslam Hukuk Düşüncesi üzerine ortak bir akademik çalışmada Türkiye’yi temsilen bulundum.

Diyanet İşleri Başkanlığı’na atanmanız nasıl oldu?

Marmara İlahiyat’ta İslam Hukuku hocalığı ve İslam Araştırmaları Merkezi’nde (İSAM) İslam Ansiklopedisi’nin Fıkıh İlim Heyeti Başkanlığı’nı yaptığım sırada ilgili devlet bakanı Mehmet Aydın Bey’in talebi üzerine Ankara görevi başladı. Sekiz yıl kadar nöbeti yaptım ama ilimden kopmadım. Görevi devredip, asli işim olan ilim dünyasına geri döndüm. İlim dünyası, ilim ehlinin nefes darlığı çekmediği, bol oksijeni bulunan bir alandır. Ankara’dayken de üzerime düşen görevi en iyi şekilde yapmaya çalıştım. Ama doğrusunu söylemek gerekirse kalem ve kitap, eğitim ve öğretim ilim ehlinin cennetidir ve geniş teneffüs alanıdır. Zaten kalıcı olan da budur.

İmam Hatipler ümit kaynağıydı

Ailenizde İslami ilimlerle ilgilenen kimse var mıydı?

Doğum yerim olan Tosya’da 1960-70’li yıllarda ziraat ve ticaret öndeydi, ancak geçmişten gelen ilmi-irfani geleneğin izleri de yaşıyordu. Kazasker Mustafa İzzet Efendi’den sonra birçok alim ve meşayih gelip geçmiş. Biraz da bunların tehassürü vardı diyebilirim. O yıllarda Anadolu’da İmam Hatip’e gidenlerin çoğu gibi ben de muhitimde ilk defa İmam Hatip’e gidenlerden biriyim. Babam çorak bir dönemde yetiştiği için dini ilimleri de içeren bir eğitim almam arzusundaydı. Böyle bir okulun bulunduğunu duyunca beni Çorum İmam Hatip’in orta kısmına yazdırdı.

İlk olmak avantaj mıydı dezavantaj mı?

Kastamonu’da Tosya’da bu kadar okul varken Çorum’a gidip okumamı macera olarak görenler vardı. Ama ben İmam Hatip öğrencisi olarak Tosya’da vaaz etmeye, hutbe okumaya başlayınca, başta ‘Ermiş Hoca’ diye bilinen dedem olmak üzere, büyük bir mutlulukla karşılandım. Dedeme okuldayken Osmanlıca bir mektup yazmıştım. Onu alınca hem ağlamış hem sevinmiş. Çünkü dedem daha da ağır şartlar altında yaşamış gençliğini. Böylece yoğun ilginin ve ümidin de kaynağı olduk. Ailem sonra İstanbul’a taşındı. Ben de lise kısmını İstanbul (Fatih) İmam Hatip’te okudum. Özellikle İstanbul İHO sınavla öğrenci alıyordu. Okulun iyi bir eğitim vermesinin yanı sıra İstanbul’da olmak da başlı başına bir ayrıcalıktı.

Cami altında market olmaz

Diyanet İşleri Başkanlığı döneminizde önceki dönemlerden farklı olarak neler yaptınız?

Diyanetin temsil yönü, din hizmetinin toplumun her kesimini kucaklaması, din görevlilerinin mesleki gelişimi, dinin saygınlığının günübirlik tartışmaların sıcaklığı içerisinde buharlaşmaması ve insanları din konusunda taraf olmaya sürüklememesi, İslam dininin doğru bilgisinin topluma iyi anlatılması, dinle ilgili konuşurken farklı kesimlerin beklentilerini karşılamak için değil Kur’an’ın ve sünnetin doğru bilgisini esas alma hep önceliklerimiz oldu. Yurt dışı ilişkileri geliştirdik. Kadının din hizmetlerinde daha aktif şekilde yer almasına, insan ve kadın haklarına, çevre ve sosyal problemler karşısında dindar duyarlılığına önem verdik. Dinin sadece belli şekil ve ibadetlere hasredilmeyip geniş bir perspektifle sosyal hayatın bütün alanlarına yansıyan bir rahmet olarak algılanması anlayışını yerleştirmeye çalıştık.

Camilerin sosyal mekanlar olması projeniz başarıya ulaştı mı?

Sosyal projeler çok uzun solukludur ve sabır ister. Bir sosyal projeye başlarsınız, sonucunu genelde çocuklarınız, torunlarınız görür. Camilerin sadece ibadet için sınırlı zamanlarda kullanılması yerine halkın doğru dini eğitimi, kaynaşma ve sosyalleşmede daha etkili biçimde rol almasını önemli buluyorum. Camiden başlayan ama cami duvarının dışına çıkan sosyal açılımlı din hizmeti anlayışı giderek gelişiyor. Camiler mesela Rusya’da ve Amerika’da sosyal hayatın tam merkezinde. Camilerimizin etrafında çocuklarımızın gençlerimizin buluşacağı sosyal mekanlar, çeşitli seminerler, kurslar, faaliyetler olsa ne güzel olur. Bu yönde bazı adımlar atıldı ama ülkemizde cami ile ilgili daha çok problem var.

Ne gibi problemler?

Cami mimarileri tahmin ettiğimizden daha kötü. Estetik yoksunu, kopya camilerin yapımı devam ediyor. Camilerin altlarında, kenarlarında marketler, dükkanlar, iş yerleri büyük bir sorun. Cami dernekleri başlangıçta hayra öncülük ediyor, ama milletten toplanan paralarla yaptırılan camilere ve din görevlilerine giderek tahakküm etmeye başlıyor. Camilerde para toplanması din görevlisinin itibarını hayli sarsıyor. Bu bir tarafa, bu gelirin derneklerce harcanma usulünün de ciddi bir denetimi gerekiyor. Din görevlisinin lojmanı da başlı başına bir sorun. Lojman cami yakınında ama komşular içinde olmalı. Bugün birçok din görevlisi oturduğu lojman için vakıflar idaresine yüklü miktarda ecr-i misl borçlusu. Dini vakıfların idaresiyle dini hizmetlerin idaresinin birbirinden ayrılmış olması birçok sorunu beraberinde getiriyor.

Nasıl çözülecek bu sorunlar?

Ecdadımız camiyi yaparken o camiyi ayakta tutacak akarı da o camiye tahsis etmiş. Bugün bu sistemden eser yok. Camiler yapılırken estetiğe, mimariye, şehrin güzelliğine katkı sağlamasına özen gösterilmiyor ve Diyanet tamamen devre dışı. Cami yapımında, müştemilatın din hizmeti amaçlı kullanımında Diyanetin devrede olduğu bir sisteme ihtiyaç var. Dini vakıfların idaresinin Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesine alınması kurumsal asabiyetler oluştuğundan pratikte zor.

Yeni Şafak