Yeni Türkiye’ye hoşgeldiniz…

Olaylar
Yeni Şafak’tan Süleyman Seyfi Öğün, Markar Eseyan, Yusuf Kaplan, Gökhan Özcan; Star gazetesinden Ardan Zentürk, Aziz Üstel, Ahmet Kekeç, Orhan Miroğlu; Sabah’tan Engin Ardıç, Mehmet Barlas...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Süleyman Seyfi Öğün, Markar Eseyan, Yusuf Kaplan, Gökhan Özcan; Star gazetesinden Ardan Zentürk, Aziz Üstel, Ahmet Kekeç, Orhan Miroğlu; Sabah’tan Engin Ardıç, Mehmet Barlas, Haşmet Babaoğlu, Hasan Bülent Kahraman gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Süleyman Seyfi Öğün: Entelektüel hâller (1)

Kısa bir süre önce, bir TV kanalında, gazeteci yazar bir hanımefendi, Müslüman bir toplumda sorgulama yeteneğinin gelişmesini beklemenin nâfile olduğunu; çünkü İslâmiyet’in bireyi değil, cemaati hedef aldığını ifâde etti. Bu ifâde siyâsal bir tartışmayı doğurdu. Ben buna girecek değilim. Olayın beni ilgilendiren tarafı, entelektüel târih hakkında düşünmeyi kışkırtmasıdır. Doğrusu, bahse konu olan hanımefendinin ifâdesi bana, entelektüel târihin gidişâtı hakkında önemli bir ipucu olarak gözüktü.

Entelektüelin, modern dünyânın ürünü olduğunu biliyoruz. Anlambilimsel(semantik) olarak entelektüel, kendisini zihin işlerine adamış kişileri tanımlamaktadır. Zihin faaliyetlerinde bulunmak hayli eski bir faaliyettir. Fark, modern dünyânın, bu işleri özel bir ayrışmanın ve giderek ayrıcalığın konusu hâline getirmiş olmasıdır. Neden böyle oldu? Önce buna bir bakalım.

Sürecin öncelikle nesnel bir boyutu var: Biliyoruz ki, entelektüelin kültürel-araçsal sermâyesi kitaptır. Matbaa devrimi, kitabı ucuz bir emtia hâline getirdi. Kitâbî dünyâ hızla dünyevileşti. Zihinsel faaliyetler, yazılı ve basılı hâle geldi. Yâni hem nesneleşti, hem de ürünleşti. Bu, aslında maddî bir karşılığı da olan bir işbölümünün fonksiyonudur. Bahse konu olan işbölümünde kaçınılmaz olarak bilgiyi üreten üreten ve onu tüketen arasında bir ayırım yaşanmaktaydı. ‘Okur-yazarlık’ diye birleşik bir olgu olarak bildiğimiz olgu aslında, ‘yazar ve okunurluk’ olarak anlaşılmalıdır. Bu ilişki kendiliğinden etken-edilgen ayırımını doğurur. Entelektüel, yazarak varolur. Bu onu etken ve etkin kılar. Okumak ise, yazılanın tüketilmesi anlamında daha edilgin bir eylemdir.

19. yüzyıldan başlayarak kitabın hem üretimi, hem de okurluğu yaygınlaştı. Entelektüel, kentsel bir mekânda; içinde üretim ve tüketimin örgütlendiği; yığınlaşan, kalabalıklaşan bir toplumsal durumun içinde ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler, entelektüellerin yazdıklarının yazdıklarının okunma olasılığından daha fazla emin olmasını sağladı. Vurucu gelişme ise etkin-edilgin ayırımın, Foucault’nun üzerinde çok durduğu ‘bilgi-iktidar’ ilişkisine evrilmesidir. Bu ilişki zaman içinde; bilgi-iktidâr ilişkisinin farklı şekillerde yorumlandığı, entelektüellerin varoluşsal dünyâsını çeşitlendiren farklı hâllerin doğuşuna yol açtı. Şimdi bunlara bakalım.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Markar Eseyan: Yeni Türkiye’ye hoşgeldiniz…

Seçim sonuçlarını göremeden bu yazıyı yazmak zorundayım. Her hangi bir adayın zaferini erken ilan etmek gibi bir densizlik yapmak istemem. Lakin tüm beklentiler Sayın Erdoğan’ın Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı olacağı yönünde. Ülkeye, bölgeye ve dünyaya hayırlı olsun.

Sonuçları bilmeden de söyleyebileceğimiz ve yanılmayacağımız şeyler de var. Öncelikle, bu seçimi yapabilmiş olmanın kendisi bile ülke için çok büyük bir kazanım. Ortalama 17 ayda bir hükümetlerin değiştiği bir ülkede son 12 yıldır, bunca kepaze müdahaleye rağmen seçimleri zamanında yapabiliyoruz. Sadece zamanında yapabilmekle kalmıyor, bu seçimlerin ülkenin gidişatına yön verdiğine de tanık oluyoruz.

Herhangi bir darbeye müsaade etmeden, ‘el çabukluğu marifet, ne sihirdir ne karamet’ tarzında başbakanı kumpasçılara yedirmeden bir 12 yıl geçirdik. Dolayısıyla son 12 yılda en çok sandık itibar kazandı; yani halkın öz iradesi… Muhtemelen önümüzdeki on yıllarda yeni partiler sökün edecekler ve bu konforu kullanarak ülkeyi yönetebilecekler. Onların içinde siyaseten Erdoğan’a uzak partiler de olabilecek; ama bu konforu bu dönemde yapılanlara borçlu olacaklar; çoğunlukla da Erdoğan’ın kendisine.

Aslında kendi çapında küçümsenemeyecek bir mucizeyi yaşıyoruz. Gezi krizinde ve 17-25 darbesinde vaziyete şöyle bir bakmış, yeni vesayetin ne kadar güçlü ve her yere sızmış, her tarlayı sürmüş olduğunu dehşetle görmüş ve ‘Erdoğan gitti!’ demiştim. Normali böyle olmasıydı çünkü. Bu gitmenin kısa süreceğini de biliyordum; bin yıl sürecek denen 28 Şubat gibi… Ama bu fetret devrinde, tıpkı Özal sonrası doksanlar gibi büyük bedeller ödeyecektik. Yoksul Kürt ve Türk gençleri ölmeye devam edecekler, öfke ve çaresizlik geri gelecekti. Yapılmış birçok reform boşa gidecek ve bizler mitolojideki Sysphos gibi, dağın zirvesine zorla taşıdığımız kayanın menzile çok yakın bir yerde diplere yuvarlandığını görebilecektik.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yusuf Kaplan: Felsefe’den Hikmet’e: Hakikatin İZ’ini sürmek…

Greklerle başlayan Felsefe nedir? Sadece politika’dır. Düşünme çabası değil, Düşme/me korkusu.

Politika, hayatı, hakikati ve varlığı bir bütün olarak ihata edebilir mi?

Edemez elbette ki!

Politika, kurucu bir kaynak değil, kurulu dizgeleri ve düzenleri koruyan koruyucu bir barınaktır sadece.

O yüzden Greklerdeki felsefe çabası, insanın tanrılaştırılması, insanın yere düşmesi ve düşünememesiyle sonuçlanmıştı.

Düşme/me korkusunun pratik sonucu, Roma istilasıydı elbette.

HAKİKATİN İZİ AKIL’LA SÜRÜLEBİLİR Mİ?

Hakikatin izini nasıl süreceğiz?

Akılla mı, nefs’le mi, kalple mi, sır’la mı, seyr’le mi?

Önce akıl’la başlayalım.

Ratio/n (ölçme-biçme) anlamında, Greklerdeki, özellikle de modernlerdeki anlamıyla akıl nedir?

Düşünmeyi mümkün kılan ‘âlet’ mi, öldüren ‘âlet’ mi?

İbn Arabî’den Nietzsche’ye, Gazâlî’den Heidegger’e kadar bütün bilgelerin verdiği cevap ikincisidir.

Gazâlî şöyle der meselâ: ‘Gördüm ki akıl izmihlâl (yıkılma) içindedir. Akıl daha kendisinden bile habersizdir. Her şey nebevî hakikatte gizlidir. Bu hakikate yapıştım ve kurtuldum.’

Gazâlî’nin gözlemlerini çağımızın en büyük düşünürlerinden Heidegger’in şu tespitiyle karşılaştırmak zihin açıcı ve düşünmeye kışkırtıcı olabilir:

‘Düşünme ancak yüzyıllardan beri yüceltilmiş olan aklın, aslında en inatçı hasmı olduğunu tecrübe etmiş olmamızdan sonra başlar.’

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Gökhan Özcan: Fiili meçhul fail

Yürüyüp gitmek değildir aslolan, giderken kendini de beraber götürebilmektir.

Eskilerin bir yerlere giderken koca koca bavullar hazırlamaları, mümkün olan en fazla şeyi yanlarına anlamaya çalışmaları boşa değildi; adını koşamadıkları bir tedirginlikle hayatlarını da beraberlerinde götürmeye çalışıyorlardı onlar. Bizim çantalarımızsa küçüldükçe küçülüyor; çünkü biz zaten bir hayattan çıkıp bir diğerine girmeye çalışıyoruz sürekli.

Değişmeye bu kadar fütursuzca ve sınırsızca açık olmak doğru mu gerçekten? Bir gün özlesek, çok görmek istesek, kendimizi nerede bulacak, nasıl tanıyacağız?

‘Her şey değişiyor, uyum sağlamak zorundayız’ deniyor… Hayat kitabımızda ‘kadim’ diye bir kelime yok muydu bizim!

‘İnsan’ı kaybedersek, muhafaza etmeye çalıştığımız diğer her şey anlamsız kalır.

İmitasyon ile gerçek güzellik arasındaki değer farkı ortadan kalkmaya yüz tutmuşsa, kültür borsası kısa zamanda çöker.

Her sözün kopyalanıp her yere yapıştırılabildiği bir zamanda, anlam belli ki derin bir uykudadır.

Hayretle anladık ki hikmet insanlarla hiç temas etmeden kendi kendine dolaşımda olabilmektedir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvi: Muhtar bile olamaz dediler Cumhurbaşkanı oldu

Sadece Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilmedi.

‘Muhtar bile olamaz’ denilen adam Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı oldu.

Pensilvanya’nın ölsün diye beddua ettiği uzun adam Çankaya’ya çıktı.

Dün 10 Ağustos 2014’tü.

Yeni Türkiye’nin miladıydı.

3 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana dün bir kez daha balkon konuşmasında Erdoğan’ı izledim.

O kürsüye hep seçimler kazanmış bir lider olarak çıktı.

Dün o balkona Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak çıktı.

Hiçbir rakibi onun karşısında zafer konuşmaları yapamadı.

Ne Kılıçdaroğlu ne de Bahçeli bir kez olsun balkon konuşması yapamadılar.

AK Parti’nin önü ise her seçimde olduğu gibi yine festival alanı gibiydi.

Sloganlar atılıyor, seçim şarkıları söyleniyordu.

Biraz da AK Parti Genel Merkezi’nin içindeki havayı aktarmak istiyorum.

AK Parti çok seçim kazandı ama ben AK Parti Genel Merkezi’nde hiçbir zaman bir zafer sarhoşluğu havası hissetmedim.

Genel Merkez’e girince ilk olarak Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ile karşılaştım.

Seçim sonuçlarını değerlendirdik, tabi Yozgat’taki sonuçları da konuştuk.

Ekmeleddin İhsanoğlu’nun memleketi olmasına rağmen Erdoğan, Yozgat’tan yine başarılı bir sonuç almıştı.

Türkiye’nin 12.Cumhurbaşkanını karşılamak üzere birlikte aşağıya indik. Bakanlar ve parti yöneticileri oradaydı. İlk fırsatta Ali Babacan’ı, Bekir Bozdağ’ı, Ayşenur İslam’ı, Nihat Zeybekçi’yi gördüm. Hüseyin Çelik, Numan Kurtulmuş, M. Ali Şahin, Salih Kapusuz, Nükhet Hotar ilk başta göze çarpan isimlerdi. Milletvekili, MKYK üyeleri Erdoğan’ı karşılamak üzere bekliyordu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ardan Zentürk: Yeni rejim’in bir adı olmalı

Bu yazıyı, halkımız sandık başına gitmeden 24 saat önce yazıyorum, akan sonuçlara göre de değiştirmeye hiç niyetim yok!.. “Seçilmiş cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’a yeni görevi hayırlı olsun, yapacakları millet için bereketler getirsin, Allah utandırmasın… 

Cumhurbaşkanı seçim kampanyası, kısa, ama anlamlıydı.

1. Erdoğan liderliğinde memleketin son 13 yılına damgasını vuran AK Parti hareketinin, yalnız kendini ve Türkiye’yi değil, muhalefeti de dönüştürdüğü ortaya çıktı. Mustafa Karaalioğlu’nun belirttiği gibi, CHP’nin, Sosyalist Enternasyonal’den değil, İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan bir aday çıkarması tarihi önemdedir.

2. Kürt hareketinin cumhurbaşkanı adayı çıkarması, Selahattin Demirtaş’ın kampanyasının olgun kimliği Türkiye açısından büyük bir kazanç oldu, ülke, bölünme senaryolarının harmanlandığı bir dönemde, Kürtler’in, ülkelerine ve güçlenen demokrasisine sahip çıktığını gördüler.

3. Erdoğan oyununu açık oynadı, cumhurbaşkanı seçildikten sonra ne yapacağını, nasıl bir siyaset sürdüreceğini halka tek tek anlattı, “bunları kabul ediyorsan bana oy ver” dedi. Halk ondan, artık “çözüm süreci”ni sonlandırmasını, devletin kimliğini değiştirmeye çalışan gizli yapılanmaları da temizlemesini beklemektedir.

En önemli nokta

Erdoğan’ın kampanyasındaki en önemli cümlenin şu olduğuna inanıyorum: Devlet din ve inançların üzerinde baskı kuramayacağı gibi, hiçbir dini ve inanç grubu devleti kontrol edemez.

Bu, halk oyuyla Çankaya’ya rotalanan ve bugüne kadar “reformcu karakter” sergilemiş bir siyasinin Türkiye Cumhuriyeti’nin ana zeminini oluşturan “laiklik” anlayışını sergilemektedir. Aslında, “Arap Baharı” sürecinde ziyaret ettiği Mısır, Libya ve Tunus’ta altını çizerek ifade ettiği “Bireyler laik olmayabilir ama devlet laik olmalıdır” düşüncesinin devamıdır. Erdoğan, “laiklik” anlayışında Cumhuriyet’in benimsediği Fransız “katı seküler” yapılanmadan “esnek Anglo-Sakson” geleneğe dönüşü sergilemektedir. “Devlet-millet kucaklaşması” açısından kabul edilebilir bir anlayıştır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Aziz Üstel: Gün akşam oldu bir muhalefet bulamadım!

Başlığa bakıp da “Amma yaptın ha! Muhalefet olmaz mı?! Ben muhalifim herkesten önce!” diye bağıranları duyuyor gibiyim. Benim sözünü ettiğim aklı başında, kültürlü, bilgili, sözü dinlenir, iki lafından biri sövgüye kaymayan bir muhalefet! Geçmişin özlemini sür-git çekerek “Ah be gözünü sevdiğimin İstiklal Mahkemeleri! Kel Ali olacaktı da şunları bir güzel sallandıracaktı!” kıvamında, salyalar akıtarak havlayanlarla işim olmaz. Nasıl köprüye, havaalanına, yollara, fabrikalara sadece kıskançlıktan karşı çıkanlarla da işim olmayacağı gibi. Tezgahlar, komplolar, yalanlar dolanlarla muhalefet yapıldığını sanan, fil dişi kulelerde oturup sadece ve sadece bedduayla karışık sövgüyü hünerden sayanlar da uzak dursun lütfen! 

Türkiye’de ben kendimi bildim bileli muhalefet dendi mi CHP gelir hemen herkesin aklına. Çocuktum CHP muhalefetti, geldim gidiyorum hala muhalefet! Dünyanın neresinde görülmüş bu! Çok partili döneme geçtiğimizden bu yana, Pendik Motel faciası hariç, tek başına hükümet olamıyor. CHP’nin başına çökenlerin ortak noktası millete neyin yapılabileceğini değil neyin yapılamayacağını anlatmak. “N’ayır… N’olamaz… İstemezük” üzerine kurgulanmış bir muhalefet, beyin dumurunun kanıtı değildir de nedir? Köprünün yapıldığı yere mi karşısın? O zaman değişik bir yer göster! Gösteremez çünkü o kafa zaten ilk köprüye de nedenini bilmeden karşıydı. Sahi ilk köprüye neden karşıydılar hatırlayan var mı? Ben söyleyeyim izin verirseniz: “Eğer Boğaz’a köprü yapılırsa benzin tüketimi artacak. Biz yoksul bir ülkeyiz; o kadar petrol ithal edemeyiz; mahvoluruz!” Gerekçe aynen buydu. Bugünse tüp geçit yapıldı, ikincisi de yolda, üçüncü köprü bitti bitiyor ama kimse “Biz yoksul bir ülkeyiz. Bunca petrol ithal edecek paramız yok!” demeyi aklına dahi getirmiyor; salt geçmişin alışkanlıklarıyla, her taş üstüne taş koyana sövmek gerekir inancıyla açıyor ağzını basıyor küfrü!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Orhan Miroğlu: Türkiye’nin Berlin Duvarı çöktü

Sırrı Süreyya Önder, birkaç yıl önce tatlı bir hikaye anlatmıştı. Hikayenin onun rejisörlüğünde ve oyunculunda bir filme dönüşmesine, anlayabildiğim kadarıyla, Sırrı dostumuzun siyasi faaliyetleri engel oldu. Özeti şu diyeceğim, ama özetlenmesi ne mümkün, bu gerçek hikayenin her bir anı, insanı gülmekten öldürür! Hele anlatıcı Sırrı olursa.

İki uyanık Türkiyeli, Berlin duvarının dibine gider bir gecekondu kondururlar. Duvar yıkılır, ama onlar ille de gecekondum diye tuttururlar. Almanya mahkemelerine düşerler. Hiç alakaları olmamasına rağmen, o yıllarda Avrupalıların gözünde bayağı prestijli ve mağdur bir kimlik olduğu için ‘Kürt’ olduklarını bile kabul ederler!

Bütün mesele Berlin Duvarı’nın dibindeki gecekonduyu yıktırmamaktır!

Bizim Berlin Duvarı’nın dibinde, bu gecekondu sakinlerinden epey vardı, yıktırmayız diye yıllardır feryat figan, her yolu deniyorlar.

Berlin Duvarı’nın dibine iki gecekondu yapan bizim şu iki Alamancıdan hiç farkları yok!

Liberalken ulusalcı, ulusalcıyken cemaatçi, cemaatçiyken Kemalist, Kemalistken Kürtçü, filan oluveriyorlar!

Oysa duvar çöktü, ama bir türlü kabullenemiyorlar.

Berlin Duvarı 1989’da çöktüğünde Avrupa, kendi ‘Tuhaf Zamanlar’ını sona erdirmiş ve dünya bambaşka bir dünya olmuştu.

Ama maalesef, Berlin Duvarı’nın çöktüğü yıllar, Türkiye’nin kendi duvarını epeyce tahkim ettiği yıllar oldu.

Türkiye, değişimi ve kendi ‘Tuhaf Zamanlar’ından kurtulmayı bir başka bahara erteledi ve kendini daha sonra ‘düşük yoğunluklu’ diye tabir edilen, tarihi hala yazılamamış bir savaşın içinde buldu.

Şimdi muhasebe yapmak zamanı. Adaylar ve partiler bu muhasebeyi yapmalı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Kekeç: Önümüzdeki maçlara bakıyoruz!

Bu yazıya otururken kafamda evirip çevirdiğim cümle şuydu: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…”

Eski Türkiye’den sıdkı sıyrılmış kahir ekseriyet için “açıklayıcı” ve manidar bir cümle.

Nicedir alışık olmadığımız şeyler oluyor ülkede…

İyi şeyler oluyor…

Eski Türkiye’nin cehenneminden geçmiş olanlar, ne demek istediğimi anlayacaklardır ve bu “alışık olmadığımız şeyler”in altını dolduracaklardır.

Kürtçe şarkı söylemenin bile ağır yaptırımlara bağlandığı çirkin, tahammülfersa, yaşanmaz bir Türkiye’ydi geride kalan…

Düşüncelerinizle ve yaşam biçiminizle var olamazdınız…

İnanç tercihleriniz doğrultusunda kendinizi gerçekleştiremezdiniz.

Sokak başını tutmuş tanklar, polis panzerleri, asker süngüleri… Faili meçhule kurban gitmiş binlerce insan… Ülkenin doğusunda sürdürülen vahşi iç savaş… Bayındır olmayan kentler… Kasvetli kasabalar… Yüzde 150’lere varan enflasyon… Faiz sarmalı… sistematik devalüasyon… Bol sıfırlı ve değersiz banknot… Hastane kuyrukları… Yasaklı kitaplar… Yasaklı filmler…

İlaveten açlık ve yoksulluk…

Böyle bir Türkiye…

Bu satırların yazarı, yaşadığı hayat dilimi içinde iki tam, bir yarım darbe gördü… Onlarca muhtıraya tanık oldu. Üç kez gözaltına alındı. İki kez siyasi şubede darp edildi… Kitaplarını yakmak zorunda kaldı…

IMF tarafından “kurtarıcı” olarak gönderilen müstemleke memurlarının, hazineden gasp ettikleri 40 milyar dolarla ellerini kollarını sallayarak çekip gittikleri ve “kurtarıcı” misyonlarını sürdürdükleri bir Türkiye…

Bu müstemleke artıklarını, en son, “Cumhurbaşkanı adayı” piarında gördük ve hiç şaşırmadık.

Hiç şaşırtmadılar bizi…

Sevindirici haber şu: Eski Türkiye’yle birlikte onlar da tarihe karıştılar… 11 Ağustos itibariyle “yok” hükmündeler.

İşte eski Türkiye’yle birlikte gömülen “eks” listesi:

Listenin başında “Kürt” mutfağından yemememizi, Kürt bakkaldan alışveriş yapmamamızı, Kürt mamulü kebap ve lahmacuna yumulmamamızı söyleyen Türk Solu dergisini görüyoruz.

Peşinden, “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” pankartlarının altında yürüyen liberaller geliyor… Hrant Dink öldürüldüğünde “Hoş gidişler ola” başlığını kullanan Türk Solu dergisini aynı safta duruyorlar. Birbirlerine çok yakışıyorlar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Aziz Üstel: Gün akşam oldu bir muhalefet bulamadım!

Başlığa bakıp da “Amma yaptın ha! Muhalefet olmaz mı?! Ben muhalifim herkesten önce!” diye bağıranları duyuyor gibiyim. Benim sözünü ettiğim aklı başında, kültürlü, bilgili, sözü dinlenir, iki lafından biri sövgüye kaymayan bir muhalefet! Geçmişin özlemini sür-git çekerek “Ah be gözünü sevdiğimin İstiklal Mahkemeleri! Kel Ali olacaktı da şunları bir güzel sallandıracaktı!” kıvamında, salyalar akıtarak havlayanlarla işim olmaz. Nasıl köprüye, havaalanına, yollara, fabrikalara sadece kıskançlıktan karşı çıkanlarla da işim olmayacağı gibi. Tezgahlar, komplolar, yalanlar dolanlarla muhalefet yapıldığını sanan, fil dişi kulelerde oturup sadece ve sadece bedduayla karışık sövgüyü hünerden sayanlar da uzak dursun lütfen! 

Türkiye’de ben kendimi bildim bileli muhalefet dendi mi CHP gelir hemen herkesin aklına. Çocuktum CHP muhalefetti, geldim gidiyorum hala muhalefet! Dünyanın neresinde görülmüş bu! Çok partili döneme geçtiğimizden bu yana, Pendik Motel faciası hariç, tek başına hükümet olamıyor. CHP’nin başına çökenlerin ortak noktası millete neyin yapılabileceğini değil neyin yapılamayacağını anlatmak. “N’ayır… N’olamaz… İstemezük” üzerine kurgulanmış bir muhalefet, beyin dumurunun kanıtı değildir de nedir? Köprünün yapıldığı yere mi karşısın? O zaman değişik bir yer göster! Gösteremez çünkü o kafa zaten ilk köprüye de nedenini bilmeden karşıydı. Sahi ilk köprüye neden karşıydılar hatırlayan var mı? Ben söyleyeyim izin verirseniz: “Eğer Boğaz’a köprü yapılırsa benzin tüketimi artacak. Biz yoksul bir ülkeyiz; o kadar petrol ithal edemeyiz; mahvoluruz!” Gerekçe aynen buydu. Bugünse tüp geçit yapıldı, ikincisi de yolda, üçüncü köprü bitti bitiyor ama kimse “Biz yoksul bir ülkeyiz. Bunca petrol ithal edecek paramız yok!” demeyi aklına dahi getirmiyor; salt geçmişin alışkanlıklarıyla, her taş üstüne taş koyana sövmek gerekir inancıyla açıyor ağzını basıyor küfrü!

Basıyor basmasına da dinleyen var mı? Ciddiye alan kaldı mı artık çoğunluğun kıyısında köşesinde tur atan ya da hepten fosilleşmiş muhteremlerin dışında? Vallahi olmadığını, sövmeyi siyaset biçimine dönüştürmüş Kılıçdaroğlu Kemal Bey kendi ağzıyla söylüyor:

“Anlamıyorlar, dinlemiyorlar… Hep başkasına kulak veriyorlar!”

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: 269

Laf çoktan bitmişti.. Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda aylarca, haftalarca, günlerce öncesinden konuşup hepimiz lafı bitirdik.

Dolayısıyla şimdi “mükerrer” iş yapıp aynı çorbayı tekrar ısıtmaya gerek yok.

Üstelik bu sayfanın bağlanmasını bekletemiyorlar, aynı şeyleri söylemek için gecenin bir saatine kalma fırsatına sahip değilim.

Televizyonda ahkâm kesmenin de “müesseseye reyting ve reklam toplamadan” öte bir yararı yok. Çok geldi başıma: Yüksek Seçim Kurulu haber ve yorumları “serbest bırakalı” henüz on dakika geçmiş, binlerce sandıktan hepi topu iki yüzünden sonuç gelmiş, dayarlar kamerayı adamın gözüne, yorum yap!

Gecenin üçünde neredeyse yalvardığımı da bilirim: “Gözlerim kapanıyor, bırakın beni gidip yatayım!” 

“Bir tur daha,” derlerdi, “hele bir tur daha dönelim, dörtte gidersin!…” 

Hazırcevaplık yarışmasına girmeyi sevmem, toz duman yatışsın, yorumu çarşamba günü yaparız. 

Bari bir haber verelim de yazı boşa gitmesin: Sinema tarihinin en büyük birkaç filminden biri olan, Sergio Leone’nin “Bir Zamanlar Amerika’da” adlı dev eserini bilirsiniz. 

Piyasada mevcut DVD’si 229 dakika çekiyor, dört saate yakın.

Leone’nin filmi yedi saat olarak tasarladığı, hatta “biraz uzun olmadı mı Signor Leone?” diyen Amerikalı yapımcıya “evet, doğrusu bana da biraz uzun geldi, acaba üçer buçuk saatten iki bölüm mü yapsak?” diye cevap verdiği bilinir. (Yapımcı buna karşılık olarak “siz benimle dalga mı geçiyorsunuz Signor Leone?” demiş.) 

Öküz Amerikalı daha sonra filmi kendi kafasına göre yeniden montaja sokmuş, hem kısaltmış hem de o muhteşem “flashback”leri piç edip filmi “kronolojik” bir yapıya getirmiş ve katletmiş. Leone de mahkemeye gidip dava açmış, film asıl yapısına kavuşturulmuş. (DVD’nin “making of” bölümünde yapımcı günah çıkarıyor, “o zamanlar gençtim, sinemadan anlamıyordum” diyor.) 

Her ülkeden yüzbinlerce sinemasever, filmin 229 dakikalık şekliyle de yetinmiyor, “asıl uzun versiyonunu” yıllardır bekliyordu…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas:Demokrasi ve istikrar yolunda ilerlemeye devam

Sandıklardan çıkan sonuçlar, tabii ki önce siyasete yansıyacak… Bu açıdan baktığınızda “Şu anda Türk siyasetinde kesinlikle bir iktidar sorunu yok” demek mümkün… Ama bu çizgiden giderek “Türk siyasetinde bir muhalefet sorunu da yok” diyemezsiniz.

Halkın ağırlıklı eğiliminin oya dönüşerek oluşturduğu hortumun Kılıçdaroğlu ve Bahçeli tarafından inşa edilen “Çatı”yı havaya uçurduğunu görmemek mümkün müdür? Tabandaki hoşnutsuzlukların bu partilerin tepesine yansıyamaması devam ettikçe ve kronik ezilmişliğe rağmen bu partilerin lider kadroları yenilenmedikçe Türk siyasetindeki “Muhalefet sorunu” tırmanarak devam edecektir. 

Yok olma süreci mi? 

Bu lider kadroları seçim kampanyası döneminde seslendirdikleri üslubu son başarısızlıklarını örtmek için bundan sonra da sürdürürler ve demokratik rekabet yerine ajitasyon siyasetine devam ederlerse, hiçbir başarısızlıktan ders alamadıkları bir kez kanıtlanmış olacaktır. Bu da “Muhalefet sorunu”nu daha dramatik noktalara taşıyacak ve CHP ile MHP yok olma sürecine gireceklerdir.

Ancak seçim sonuçlarının siyaset dışında özellikle toplum bilimlerine de yansıması gerekiyor.

Kendilerini “Beyaz Türk” olarak görenleri hoşnut etmek için üretilen ve “Tayyip Erdoğan saplantısı”nın omurgasını oluşturduğu sözde sosyolojik tahliller ya da siyasi yorumlar, bunları yapanları “Yerli Ecnebiler” konumuna sürüklemiştir. 

Yerli ecnebiler 

Bunlar Türkiye sathında yaşayan milyonlarca insanın beklentilerini, yurda ve dünyaya nasıl baktıklarını araştırmak yerine Gezi kalkışmasından veya Gülen örgütünün beddualarından, Türk toplumunun sosyolojisini anlamaya çalışmışlardır.

Tüm yaşamlarını “Askeri vesayet”in yok edilmesine adamış görünenler, bu vesayeti yok eden Tayyip Erdoğan’a karşı “Gülenist Vesayet”in savaşçıları olmuşlardır. Kendilerini “Kürt Barışı” davasına adamış olarak gösterenler, Tayyip Erdoğan “Barış Açılımı”nı sabote etmeyi yeni meslekleri olarak seçmişlerdir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hasan Bülent Kahraman: Erdoğan: Partisinden büyük

Daha çok tartışacağımız, irdeleyeceğimiz seçim sonuçlarıyla ilgili birkaç saptamayla başlayalım… 

1- Türkiye, Gezi olaylarını yaşadı: 2013 Haziran. Türkiye yolsuzluk tartışmasını yaşadı: 17 ve 25Aralık 2013. Türkiye yerel seçim yaptı: Mart 2014. Bu olaylardan sonra o seçimde Ak Parti’nin aldığı oy % 45 idi, kabaca. Muhalefet ise MHP ve CHP olarak % 44’te kaldı. BDP-HDP oyları ise % 5.5 diyelim. Katılım % 90’dı.

CB seçimini anlamak için bunlar çok önemli göstergeler. O seçimde Erdoğan ve Ak Parti karşıtı olan birçok kişi ve çevre son dakikada “düzen bozulur” diye iktidar partisine oy verdi. Oylar daha düşük çıkacaktı, bu “tepki yükseltti” dendi. Peki. Ben de kabul ediyorum. O zaman da yazmıştım. Oyların ben 2011 seçimi sonrasında % 50 bandının üstünde olduğu kanısındaydım. Başta saydığım olaylar düşürdü, o belirttiğim amillerle de % 45’te kaldı. 

2- Bu seçimde ise birçok insan, bir öncekinin tersine, çeşitli mülahazalarla, Erdoğan’a oy vermedi. Ak Partili olduğu halde oy vermeyenlerin mevcudiyeti herkesin malumu. Buna rağmen Erdoğan, 30 Mart seçimlerinde Ak Parti’nin aldığı oyların çok üstünde bir oy oranı yakaladı. Şu satırları yazdığımda oyları % 53-54 arasında değişiyordu.

İki olguyu alt alta koyup düşününce ortaya çıkan sonuçları özetleyeyim: Erdoğan’ın kişisel karizmasının oy karşılığı Ak Parti’den büyüktür. İkincisi, çeşitli saiklerle dalgalanan oyları bir tarafa bırakınca, bu seçimde bilhassa oy vermeyenleri denkleme dahil edince Ak Parti’nin oy oranının bu civarda % 55 mertebesinde olduğu söylenebilir. Ama o oranın elde edilememesi ayrı bir meseledir. 

3- Türkiye, yaklaşık olarak 2010 referandumunun oy oranını yakaladı. Dört yılda yaşanan bunca olaya mukabil aynı oranın bugün gene elde edilmesi, üstünde durup düşünmeyi gerektirecek bir durumdur. Erdoğan karizmasıyla, performansıyla, hırsıyla bu başarıyı yakalamıştır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız 

Ufuk Ulutaş: “Biz maraton koşucusuyuz. Bu şarkı bitmez”

Tarih 21 Nisan 1998, DGM İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ilişkin darbe güdümlü kararını açıklamıştır: 1 yıl hapis ve 860 TL para cezası. Tarih 24 Eylül 1998, Yargıtay 8. Ceza Dairesi hapis süresini 10 aya indirerek cezayı onadı. Aynı günün Hürriyet Gazetesi’nin sayfalarına gidiyoruz: 

“İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 aylık mahkumiyet kararı Yargıtay tarafından onaylandı. Erdoğan’ın siyasi yaşamı, bu kararla bitmiş oldu. FP’nin liderliği için adı sık geçen Erdoğan artık muhtar bile seçilemeyecek…” (Hürriyet-24 Eylül 1998) 

28 Şubat medyasının amiral gemisinde yapılan bu “ileri görüşlü” analize gore Erdoğan 44 yaşında tası tarağı toplayıp hiçbir zaman muhtarı bile olamayacağı bir köye dönecek veya en fazla oturduğu apartmanın yöneticiliğine soyunacaktı. (O da yasaklanmamıştır sanırım.) Burda ironik olmayan bir “ileri görüşlülük” payesi DGM ve Yargıtay 8. Ceza Mahkemesi’ne verilmeli. Türkiye’nin 2000’li yıllarına damgasını vuracak, girdiği her seçimi kazanacak ve adını Türk demokrasisinin en başarılı siyasetçisi olarak tarihe yazdıracak Erdoğan’ın müesses nizama karşı “tehlikesini” seneler öncesinden gördükleri için. Refah Partisi’nin herhangi bir üyesini değil, Recep Tayyip Erdoğan’ı hedefe koydukları için. 

Aynı sayfalarda Erdoğan hakkında bir yazarın ifadelerine yer veriyordu Hürriyet: 

“Bir yazar onu, “Amerikalıların ‘Winner’ dediği cinsten. Hani o yalnız kazanmak için ateş edenlerden” diye tanımlıyor.” Yazarın tanımlaması Amerikalıların “spot on” (tam isabet) dediği cinsten gerçekten de ama yazar Hürriyet’i ikna edememiştir: “Ancak, bugüne kadar hep kazananların tarafında yer alan RecepTayyip Erdoğan, bu kez yine kazanmak için çıktığı hayatının en büyük avında kaybeden oldu. Yargıtay, Necmettin Erbakan’ın tahtının rakipsiz veliahtı olduğunu herkesin kabul ettiği Erdoğan’ın siyasi yaşamına nokta koydu.” Yine de Hürriyet bir şerh düşüyor: “Ancak, onu tanıyanlar, Erdoğan’ın bu karar karşısında köşeye çekilmeye yanaşacağına hiç ihtimal vermiyorlar.” Onu tanıyanlar, onu gerçekten de iyi tanıyorlarmış. Tanımayanlar ise şimdiye kadar tanımışlardır. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız