Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Olaylar
Zaman gazetesinden, Etyen Mahçupyan; Yeni Şafak’tan Fatma Barbarasoğlu, Ali Bayramoğlu, İbrahim Karagül, Mustafa Kutlu; Star gazetesinden Beril Dedeoğlu, Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren; Sabah gaze...
EMOJİLE

Zaman gazetesinden, Etyen Mahçupyan; Yeni Şafak’tan Fatma Barbarasoğlu, Ali Bayramoğlu, İbrahim Karagül, Mustafa Kutlu; Star gazetesinden Beril Dedeoğlu, Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren; Sabah gazetesinden Haşmet Babaoğlu, Tulu Güneştekin, Hasan Bülent Kahraman bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Etyen Mahçupyan: Berrak bir su ararken

Bundan birkaç yıl önce Başbakan Erdoğan çeşitli meslek erbabı aydınlarla Dolmabahçe Sarayı’ndaki dizi toplantılarda bir araya gelmişti.Bunlardan gazeteci ve yazarlarla olanında bir sunuş yapmış ve gündemde olmamasına karşın sözü Ermeni meselesine getirerek aynen şöyle demişti: “Yüzümüze bakmak için berrak bir su arıyoruz”… O güne dek herhangi bir devlet yetkilisinden veya siyasetçiden duyulmuş olan en samimi ve aslında en radikal sözdü. Samimi bir itiraftı, çünkü tarihi gerçek yaşanmışlığın içinden bilmediğini söylüyordu. Aynı zamanda bunun önkoşulunun samimiyet olduğunu da vurgulamış oluyordu. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan’a göre şu an ‘bulanık’ sulardaydık ve ‘berraklık’ herkesin gayretine muhtaçtı. Ama bu basit cümle aynı zamanda devletin ideolojik zeminini sarsan bir radikalizm de içeriyordu. Cumhuriyet’in başından beri sürdürülen ve esas olarak inkâra dayanan tarih yorumunun mesnetsiz ve temelsiz olduğunu ima etmekteydi. Ayrıca söz konusu tespit Erdoğan’ın bu meseleye yeniden bakmak istediğinin, bu arzuyu taşıdığının da nişanesiydi.

İşin ilginç yanı şu ki oradaki hazirun bu sıra dışı sözün üzerinde daha sonra durmadı ve hatırlamadı. Benim birkaç yazıda tekrarlamam da herhangi bir çağrışım yapmadı. Erdoğan üzerinden siyaset okuması yapmakla yetinenler, böyle bir cümlenin kurgulanmasına neden olan toplumsal ve zihniyetsel zemini ıskalamış oldular. AKP’nin kendisini neden bir misyon partisi olarak gördüğünü bile anlamayanların, bu misyonun içeriğini kavramakta zorlanmaları şaşırtıcı değil. AKP bir yeniden inşa hedefiyle siyaset yapıyor ve arkasında her an niceliksel olarak genişleyen bir potansiyel yeni toplum bulunuyor. Cumhuriyet, bütün kurumları ile birlikte geleceğe taşınırken içerİden dönüşüme uğratılmak ve nihayette daha meşru bir zemin üzerinde yeniden kurulmak isteniyor. Bunun gerçekleşmesi ancak küresel dünyaya entegre olabilen, onun norm ve standartlarını paylaşan bir devlet ve toplum yapısıyla mümkün. Bu nedenle çatışma döneminde demokratik usullerin dışına çıkma istidadı gösteren bu parti, halen Türkiye’nin tek demokratikleştirici aktörü olabiliyor.

Erdoğan’ın otoriterleştiği ve bir tek adam rejimi hayal ettiğini öne sürenler, bunun en basmakalıp yollarından birinin dış tehdit yaratmak olduğunun altını çizmekteler. Gerçekten de Gezi’den bu yana Başbakan’ın diline yerleşen komplo söylemi bu kuşkuya hak veriyor. Ancak gerçekliği doğru algılamak, çok daha geniş bakmayı gerektiriyor. Geçen haftaki taziye mesajı herhalde bu konuya yeniden ve ‘berrak’ gözle eğilmek için bir fırsat… Cevap bekleyen soru şu: Eğer Başbakan bir tür diktatör olmak isteseydi, bu taziye mesajını iletir miydi? Hiçbir şey yapmayıp beklese diasporanın ve diğer ülke parlamentolarının baskısı altında kalacak ve ‘milli’ duruşa sahip çıkma şansını yakalayacaktı. Diğer ülkeleri düşmanlaştırmak ve buradan kendisine halk desteği kotarmak herhalde Erdoğan için çocuk oyuncağıydı. Ama öyle yapmadı… Tersini yaptı. Acaba neden? Çünkü Erdoğan’ın hayalini kurduğu ve muhafazakâr tabanla paylaştığı ‘millilik’ böyle bir şey değil. AKP’nin tasavvurundaki millilik, çok kültürlü ve çok kimlikli bir sosyal yapının toplum olabilmesi ve kendisini millet görebilmesi ile ilgili. O nedenle taziye gerçekte bir AKP adımı. Türkiye’nin adımı olmanın ötesinde, geleceğin Türkiye’sinin adımı…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fatma Barbarasoğlu: Birlikte yaşamak için birlikte inşa edilecek ‘yarın’ tahayyülüne muhtacız…

Bu satırları Orta Afrika’nın Müslümanlarının yerinden yurdundan ayrıldığı, siyahinin siyahiye düz bakamadığı bir dönemde yazıyorum.

Orta Afrika’nın imha edilen Müslüman halkının haberleri, ‘iletişim çağında’ pek fazla haber değeri taşımıyor. Kıyıya vuran balina için aya kalkan ‘insanlık’, ötekinin yaşadığı sıkıntılara sağır.

Dış dünyanın vereceği ‘insani tepki’ konjonktürün mihmandarlığında kör, topal, sağır olabilir bunu daima zihnimizde kayıtlı tutalım.

Ortadoğu, Afrika, Balkanlar, Kırım… 19.Yüzyıl hortlayarak geri mi dönüyor?

Hortlayan dün hanemizde bir tecrübe olarak mı kayıtlı yoksa bitmeyen bir şaşkınlık olarak mı?

Sınırların eridiği, coğrafyanın sonuna gelindiği bir çağda, sadece geçmişin acıları ve ıstırapları üzerinden değil, yarın kurgusu üzerinden bir arada olmayı başarmamız gerekiyor.

Yarınlar için, dünde kalan acının bakteri üretmesine imkan tanımayan duyarlılık alanı inşa etmek zorundayız.

Sözü nereye getireceğim?

Geçtiğimiz hafta Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü, Türk Felsefe Derneği ve Atatürk Kültür Merkezi tarafından, Türk Felsefe Derneği Onursal Başkanı Prof. Dr. Necati Öner’e ithaf edilen ‘Birlikte Yaşamak’ Sempozyumu düzenlendi.

Sempozyumun tam da Sayın Başbakan’ın 1915 olaylarında hayatını kaybetmiş Osmanlı vatandaşlarına başsağlığı mesajı dilemesine denk gelmiş olması zamanına doğmuş bir sempozyum olarak dikkat çekici idi. Diğer taraftan sosyal bilimlerin özellikle de felsefecilerin çağın sorunları üzerine düşünmelerine davet çıkarması bakımından oldukça önemli. Türkiye’de sosyal bilimler maalesef kitaplardan kitap çıkarmak düzeneğinde devam ediyor. Sosyal bilimler ne acıdır ki, henüz hayattan kitap çıkarabilecek noktaya varamadı.

Acilen cevaplamamız gereken soru şu: ‘Birlikte yaşamak’ kavramını bir ayna olarak kendimize çevirdiğimizde göreceğimiz resim ile başa çıkabilecek miyiz?

‘Eski acılar’ üzerinden ortak duyarlılık alanları inşa ederken, temel olarak devletin vatandaşları ile yaşamış olduğu yanlışları, vatandaşlar olarak bizim birbirimiz üzerinden ifadelendirmememiz gerekiyor.

Türkiye sınırları içinde kalan herkesin, kendisini ve kendisine uzak olanı ‘BİZ’in sınırları içinde görmeye gönüllü durması lazım.

Bu gönüllülüğün olması için, devletin herkese eşit mesafede olması kadar, bireylerin de kendisine benzeyene ve kendisine benzemeyene mesuliyet zinciri içinde, saygı mesafesini sürdürerek koruması gerekiyor.

Tarih çoğu defa bugünden geriye doğru yazıldığına göre, ‘bugün’ birbirimize yan bakmadan hayatı anlamlandırmakta karşılaştığımız sıkıntıları ‘öteki’nin hanesine kaydetmeden, şikayet kültürünü terk ederek, mesuliyet üzerinden ontolojik duruşumuzu korumaya niyet etmeliyiz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Bayramoğlu: AYM’nin muhalefete soyunması…

Anayasa Mahkemesi tartışmasını sürdürmekte pek çok yarar var.

Siyasi söz siyasi durumu ifade eder.

Dün bu köşede yayınlananları okuyamayanlar için tekrar etmek isterim:

Anayasa Mahkemesini’nin son dönem kararlarını doğru, hükümetin bu kararları eleştirme tarzını yanlış buluyor, bu tarz üzerinden yargıya müdahale ettiğini düşünüyorum. Buna karşılık Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın yaptığı son konuşmada (yargının sorunları, vicdan yolsuzluğu meselesi, hukuk devleti gerekleri gibi) yerinde olan kimi bölümler dışında vurguları ve üslubu ölçüsüz bir siyasi çıkış, hatta siyasi alana müdahale olarak görüyorum.

Bu mesele sadece ilkesel düzeyde, ‘doğru-yanlış elemesi’yle ele alınabilecek bir durum değildir.

Haşim Kılıç’ın konuşmasının siyasi arka planı olmadığı söyle- nebilir mi? Önümüzde yeni bir seçim, kritik bir cumhurbaşkanlığı seçimi bulunduğuna göre, iktidara yönelik ağır eleştiriler içeren bu tür konuşma seçim ikliminden bağımsız ele alınabilir mi?

Elbette hayır…

Siyasi arka planın pek çok ayağı vardır, üstelik.

1. Anayasa Mahkemelerinin, anayasal yargının temel işlevi her yerde esasen siyasi denetimdir. Her karar siyasi sonuçlara yol açar. Türkiye örneği bu bakımdan oldukça keskindir, sadece siyasi değil, aynı zamanda ideolojiktir. Uzlaşma ve demokrasi kültürünün zayıflığı, çözülemeyen her siyasi sorunun ‘mahkemelik’ olması, devlet ideolojisiyle donanmış yüksek mahkeme dokusunun sonuçlarını yıllardır yaşarız.

2. Bu işlev bireysel başvuru hakkıyla derinleşmiştir. Bu hak, belirli koşullarda, bireysel hakları ilgilendiren hem idari karar ve eylemler hem yargısal kararlar açısından Anayasa Mahkemesi’ni devreye sokmuş bulunuyor. Bu denetimin kapsamını belirleyecek tek unsur AYM’nin vereceği kararlar olduğuna ve AYM’nin kararları idari tasarrufları da (twitter yasağında olduğu gibi) içereceğine göre denetim işlevi genişlemiş, denetimin siyasi niteliği derinleşmiş bulunuyor.

3. Bu nitelik ya da bu işlev son günlerde olduğu gibi sıcak siyasi konular açısından devreye girdiği zaman ve siyasi muhalefet eksikliğinde mahkemenin oynayacağı rol bir muhalefet rolü şeklinde tezahür edebiliyor ya da beklenti bir muhalefet kurumu olması istikametinde olabiliyor. Ruşen Çakır’ın, bir kaç gün önce yaptığı şu tespit durumu anlatıyor: ‘Eğer birileri Türkiye’deki muhalefet boşluğunu doldurma görevini AYM Başkanı’na havale etmek isterse yanlış yapmış olurlar. İlkin, Haşim Kılıç’ın böylesine zorlu bir misyonu üstlenebilecek bir profile sahip olduğuna inanmıyorum. Daha önemlisi, böylesi bir arayışın, Erdoğan’a tam da Çankaya seçimleri öncesi fazlasıyla ihtiyaç duyduğu bir fırsatı sunmak anlamına gelebileceğini düşünüyorum…’

AYM’ye yüklenmek istenen muhalefet işlevinde AK Parti düşmanı kesilen kimi kamusal entelektüellerin, CHP ve MHP gibi siyasi partilerin izlerini görmek mümkündür.

Cemaat faktörüne ayrı bir yer ayırmak gerekir. Seçimlerle bittiği sanılan ama pek açıdan yeni başlayan mali çatışma, Anayasa Mahkemesi’ni de en azından iddia ve tartışmalarda kuşatmıştır. Başbakan’ın paralel yapı vurgusu, AK Parti kulislerinde konuşulan mahkemenin raportör dokusundaki hakim cemaat yapısı, cemaate yakın oldukları iddia edilen kimi Anayasa Mahkemesi yargıçları hafife alınmaması gereken iddialardır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: İşte bu yüzden onu susturmak istiyorlar

Cesur adamlar ve cesur adımlar tarih yapar. Büyük yürüyüşler başlatır, toplumları dönüştürür tarihin akışını değiştirir.

Korkaklar, silikler, sindirilmişler tarih yapamaz. Sistem içinde eriyip giderler ve kısa bir süre sonra toplumsal hafızadan bile silinirler.

Günübirlik pozisyon alanlar, önlerine bakanlar, dar alanlara hapsolanlar, öfkeye, çıkara, saplantılara göre rol üstlenenler hep kaybeder.

Milletlere ve ülkelere öncülük edemezler. Önder olamazlar. Toplumları ayağa kaldırıp onlara hedef gösteremezler. Bir davanın mensubu olamazlar. Bir ülke tasavvuruna, tarih hafızasına, gelecek ufkuna sahip olamazlar.

Bunları hep yazarım. İnandığım için yazarım. Bir büyük Türkiye özlemiyle yazarım. 20. Yüzyıl’ın bütün çaresizlik ve onursuzluklarından kurtulmamız gerektiğine inandığım için yazarım. Bir yüz yılın utanç içinde geçmesinden, ülkelerin ve milletlerin bütün değerlerinin ezilmesinden acı duyduğum için yazarım.

Türkiye için de coğrafya için de bütün bunların farkında olan, bütün bunların üstüne bir şeyler diyen bir söyleme, bir güçlü çıkışa ne kadar muhtaç olduğumuzu bilirim.

Çanakkale’de, dün 98. yıldönümünü bile hatırlamadığımız Kut-ul Amare’de, Kanal’da, Gazze savaşlarında varolan ruhu yeniden kazanmamız gerektiği için, yıllardır kaybettiğimiz o değerleri, duyguları, ülke ve millet algısını yeniden canlandırmak için yazarım.

Bu duygu ve bakışın tarafı yoktur, siyasi partisi yoktur, cephesi yoktur. Bu, ortak kimliğimizdir, geçmişimiz olduğu kadar geleceğimizdir.

Bu yüzden de Avrupa’dan, Amerika’dan veya dünyanın bilmem hangi ülkesinden gelip bize, insanlarımıza buyruk verir gibi konuşanlardan, akıl öğretenlerden hiç hazzetmedim. Geçmişi bile olmayanların bize ders vermesini hiç kabullenemedim. Yoksunluklarımızın, eksikliklerimizin bir tür ezilmişliğe dönüştürülmesine hep isyan ettim.

Ancak böyle bir bilinç, böyle bir algı, ülke ve millet tasavvuru ile ayağa kalkabileceğimize inandım. Bence böyle bir dönemin ayak seslerini duyuyoruz. Yüz yıl sonra, Anadolu sınırlarına hapsedilmiş ruhlarımızın özgürleşeceği bir tarihsel kırılmanın işaretlerini görüyoruz. Toplumsal uyanışımız, çevremizde olup bitenlere bakışımız, kendimize güvenişimiz, bütün iklimlere uzanıp insanlarla el ele tutuşma azmimiz bunun göstergesidir.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dünkü konuşmasında aynı cümleleri gördüm. Türkiye’yi aşan o bakış bize ait. Bizim tarihsel duruşumuzdan parçalar içeriyor. Korkularımızdan, zaaflarımızdan, yoksunluklarımızdan söz eden ancak bütün bunların ötesinde yüz yıllık tarih vurgusu yapan, bir asır sonranın hesaplarını içeren o konuşma, Türkiye’nin günübirlik tartışmalarının çok ötesinde bir meydan okumadır.

Bir çağrıdır..

‘Türk müsün, korkmayacaksın. Kürt, Arap, Çerkez, Gürcü, Laz, Roman, Boşnak mısın, korkmayacaksın. Sünni, Alevi misin, artık korkmayacaksın. Namaz kıldığın, oruç tuttuğun, Kur’an okuduğun, çocuğunu Kur’an kursuna gönderdiğin, başörtüsü taktığın için artık çekinmeyeceksin, başını öne eğmeyeceksin, korkmayacaksın. Annenden öğrendiğin dili konuştuğun için mahcup olmayacak, korkmayacaksın. Düşünceni ifade etmekten, inandığın gibi yaşamaktan, yaşam tarzını muhafaza etmekten korkmayacak, çekinmeyeceksin.’

‘100 yıl, yani bir asır oldukça uzun bir zaman dilimi. Eskilerin deyimiyle, köprünün altından çok sular aktı. Zaman, yaralarının bir çoğunu tedavi etti. Eskiye ait çok sayıda tartışma, çok sayıda münakaşa artık yerli yerine oturdu. Dünya üzerinde devletler, genellikle arşivlerindeki gizli belgelere 50 yıllık gizlilik süresi koyarlar. Çok nadiren 100 yıllık gizlilik süreleri olur. 50 yıl, 100 yıl içinde tarihin gizli ya da açık hadiseleri, artık insan hafızasında bir yere oturur. Tabulardan, önyargılardan, politik kaygılardan azade şekilde konuşmaya başlanır. Bizim de millet olarak artık 100. yıl dönümlerine ulaştığımız bütün bu hadiseleri soğukkanlılıkla, önyargılardan, siyasi tartışmalardan uzak şekilde ele alma, gerçekleri olduğu gibi öğrenme ve öğretme vaktimizin geldiğine inanıyorum. Bizim 100 yıl önceki bütün bu olayları artık korkularımızdan arınarak, kurtularak ele almamız gerektiğini düşünüyorum.’

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mustafa Kutlu: İşporta

Farkında mısınız bilmiyorum ama şu satırları okuyanlar biraz dikkat ederse göreceklerdir: İstanbul’da ‘Suriçi’nde işportacı kalmadı. İşporta Anadolu’dan İstanbul’a göçen dar gelirli veya işsiz kimselerin başvurduğu bir geçim yoluydu. Zamanla o kadar çoğaldılar ki neredeyse üç tekerlekli arabaları ile tüm sokakları, meydanları doldurdular.

Kelime (işporta) İtalyanca’dan dilimize geçmiş. ‘Sepet’ mânasını taşıyor. Zamanla üç tekerli araba, tezgah da bu anlamda kullanılmaya başladı.

Eski İstanbul’da sepet mânası ile, isterseniz buna ‘küfe’ diyelim, sokak sokak gezip sebze meyve satanlar varmış. O ağırlığı bütün gün sırtında taşımak zor iş yani. Şimdilerde sadece ayva zamanı aynı şekilde ayva satanlara rastlıyorum.

Ama burada bir parantez açıp eski ‘sokak satıcıları’nı işportadan ayırmalı. Yoğurtçu, sütçü, ciğerci, simitçi, salep ve boza satanlar, macuncular, keten helvacılar vesaire. Hâlâ bazılarına rastlanıyor.

İşportacılar bazı mekânları zamanla kendi mülkleri gibi kullanmaya başladı. Eminönü meydanına tezgah açanlar kendi hemşerilerinden gayrısını oraya sokmadılar. Zabıta ve polis ile girişilen kavgalar sıradan hale geldi.

Öyle ki, işportacı kaçar zabıta kovalar karikatürlere, Yeşilçam filimlerine konu oldu. İşporta malı ucuz ve kalitesiz idi. Dar gelirli vatandaş ihtiyacını işportadan karşılardı. Meselâ karpuz diyelim. Halde bunun iyisi, olgunu seçilir; geride ‘çıkma’ denilen ikinci sınıf mal kalır, bunu da işportacı alır, beşi-onu kelek çıksa da çok ucuza aldığı için kalan maldan kâr ederdi. Yeter ki zabıtanın hücumuna uğramasın. Bazan zabıta arabayla ve kalabalık gelir tezgahları dağıtır, çoğunun tek sermayesi olan arabayı yükler götürürdü.

Düşünün evde çocuklar ekmek bekliyor. Bu adam uzak İstanbul’daki tek göz gecekondusundan gün doğmadan yola çıkmış, o trafikte ite ite arabayı satış yapacak yere getirmiş. Daha siftah etmeden zabıtaya yakalanmış. Dramatik bir sahne idi bu ve bizim merhametli halkımız daima işportacıdan yana çıkardı.

Ancak düzgün, temiz bir şehir hayatı bu başıboşluğu affetmez. Yıllar süren zabıta-işporta savaşı sonunda işportacıların pes etmesi ile neticelendi.

İş yok, para yok.

İşportacı bu defa maç sırasında stat çevresini, (köfteciler, ciğerciler, turşucular, simitçiler vb.) miting ve gösterilerde, bayramlarda kalabalığın olduğu yerleri kollamaya oralardan nafakayı çıkarmaya başladı. İstanbul çevresinde yeni oluşan semtlerde de kontrol, yasak o kadar sıkı değildi, oralara takıldılar.

Ayrı bir uygulama da bazı malları satanların belediye iznine tabi olarak, tek tip arabalarla ve herhalde vergi de vererek bazı köşelerde satış yapmasına izin verilmesi var.

Bunlar İstanbul’un renklerini taşıyor. Simitçiler, poğaçacılar, kestaneciler, mısırcılar, dondurmacılar vb.

Yine de bu malları satan resmi satıcıların gölgesinde korsan satıcılara rastlanıyor. Artık şansa kalmış. Yakalanır veya yakalanmaz. Cağaloğlu’nda, Çatalçeşme’de bizim sahaf İbrahim’in dükkanı önüne ikindi gölgesi düşünce gelen bir simitçi ile tanıştım. Sohbeti koyulaştırdık. Adam dertli. Zamanında arabaları, kamyonları varmış. Ortakları buna kazık atmış, arabalar kaza yapmış, borçlanmış, borçlarını ödeyemez olmuş, buralara düşmüş.

Senelerdir Küçükpazar’da kalıyor. Hem köyde kalan ailesine para gönderiyor, hem takside bağladığı borçlarını ödüyor.

Kimbilir kaç yıl daha kar, yağmur, çamur demeden zabıtaya yakalanma korkusu ile o sokakları adımlayacak.

İnanmayacaksınız ama simitçilerin bile mafyası var. İstanbul simit fırınları ve satıcıları (Ki bunlar aynı yörenin insanları, araya yabancı almazlar) belki mıntıkaları paylaşmıştır. Kimse kimsenin alanına giremez. Bu paylaşım sebebi ile iki cinayet işlendi. Hayat zor.

Evet, Kadir Başkan’ın Suriçi’ni işportadan kurtarması bir başarıdır. Seneler süren kangren olmuş bir işi başardı. Tıpkı minibüslerin Suriçi’ne girmesini yasakladığı gibi. Onlar ne oldu, nereye gittiler.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Beril Dedeoğlu: Filistin-İsrail barış sürüncemesi

Dünyanın bir gözü Ukrayna diğer gözü Suriye’deyken Filistin sorunu bir süreliğine dikkatlerden uzaklaşmıştı. Hatırlanacağı gibi İsrail, barışa konu olan maddelerde uzlaşmanın mümkün olamayacağı gerekçesiyle görüşmeleri dondurmuştu. Bununla birlikte, bazı gelişmeler yaşanmış olmalı ki, hem Filistin hem de İsrail tarafından atılan yeni adımlar söz konusu.

Tabi bu adımların mutlaka hayırlı sonuçlar yaratması gerekmiyor.

İlk önemli gelişme Filistin tarafında yaşandı. Biri Hamas’la diğeri Mahmud Abbas’la temsil olan iki Filistin, sonunda bir protokol imzalayarak bir araya geldi. Bu birlikteliğin ömrü konusunu bir yana bırakırsak, Filistin’in bir bütün olarak davranma kararının son derece olumlu bir gelişmeye karşılık geldiğini belirtmek gerekir. Zira sadece Abbas’ın yürüttüğü görüşmeler bir biçimde sonuca ulaşsa, yol haritasının Hamas tarafından kabul edileceğine dair hiçbir garanti söz konusu değil. Üstelik Filistin’in bir kısmı ile imzalanacak anlaşmaların diğer kısmını bir yandan dışlayacağı, ancak öte yandan da “başka bir Filistin” devleti ilan edilmensin yolunu açacağına kuşku bulunmuyor. Öteki Filistin’in yani Gazze’nin oyun dışında tutulması ise, burada yaşayanların daha radikal davranmasını teşvik eder.

Tanıma- tanınma

Bu durumda İsrail açısından bir çıkmaz söz konusu, zira müzakere edecek olanların yarısını, Abbas’ı resmi olarak tanıyor; diğer yarısını, Hamas’ı tanımadığı gibi terör örgütü olarak görüyor. İsrail’in Hamas’ı resmi muhatap olarak kabul etmeme nedeni ise, Hamas’ın İsrail’in bölgedeki varlığını reddetmesi. Kabaca, Hamas İsrail’in bölgeyi tamamen terk etmesi tezi üzerine inşa olmuş bir kuruluş.

Ancak bugün gelinen nokta farklı, Filistinliler arası imzalanan protokol sonrasında yapılan açıklamada Hamas’ın İsrail devletinin varlığını tanıdığı, ancak Yahudi devleti olarak tanımadığı ifade edildi. 

İsrail devleti-Yahudi devleti ayırımı yapılması birçok bakımdan önemli. Öncelikle Yahudi yurdu olarak tasarımlanan bölgelerin reddedilmesi söz konusu, ki buna Kudüs de dahil. Ayrıca Yahudileri fena kızdıracak bir açıklama olduğuna kuşku yok. Kim bilir belki Filistin’in bir İslam devleti olarak kurulması söz konusu olamayacaksa İsrail’in de Yahudi devleti olmaması gerektiğine yapılan bir vurgu söz konusudur. Ancak neresinden bakılırsa bakılsın, bu durum çarpışarak geri çekilmek anlamına gelir. Zira bir ilk olarak İsrail devletinin tanınması söz konusu ve bu da müzakerelerdeki ön koşullardan birinin kalkması anlamına geliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fehmi Koru: Ülkemizden Almanya Cumhurbaşkanı geçti

Gençliğini komünist sistem altında geçirmiş Alman Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, evsahibinin yanında her bakımdan mutlu bir görüntü veriyordu. Medya önüne çıktığı her fırsatta Türkiye’deki ‘kötü gelişmeler’ konusunda görüşler açıklamış, konuğu olduğu bir ülkede diplomasinin izin verdiğinden öte sözler sarf etmişti. 

Hakkında hep saygın ifadeler kullandığı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, kendisini ağırladığı sofrada yumuşak bir konuşma yapmasını bekliyor olmalıydı ki, hitabın yarısında işittikleri, yüz ifadesinin değişmesine sebep oldu.

Birkaç metre ilerisindeki masada oturmuş, hitabın Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerine dair bölümüne sıra geldiğinde, dikkatimi Cumhurbaşkanı Gauck üzerinde yoğunlaştırmıştım. Önce Türkiye’nin AB macerasının iki taraflı bir tercih sonucu başladığını hatırlattı Cumhurbaşkanı Gül. ‘Üyelik müzakeresi’ kararının AB üyesi ülkelerin oybirliği sonucu alındığını vurgulayıp sözü uluslararası hukukun ‘ahde vefa’ ilkesine getirdi.   

Ve ardından esas vurucu ifadeler: ‘’Bu konuda bazı çelişkileri görmekten çok üzüntü duyuyoruz. Bir taraftan, özellikle son dönemde, ülkemizde bazı geçici olduğuna inandığım olumsuzlukları tenkit eden dostlarımızın, Türkiye ile yargı, temel haklar, özgürlükler fasıllarının açılmasına müsaade etmemelerini büyük bir çelişki olarak görüyorum…”  

Avrupa’da Almanya’nın aralarında bulunduğu bazı ülkeler Türkiye’ye yargı ve temel haklar konularında eleştiriler yöneltmeyi marifet sayıyor. Olabilir; her ülke bir başkasında gördüğü eksiklik veya yanlışlığı nezaket ölçüleri içerisinde dillendirebilir.

Eleştirdiği konularda kendisini de eleştiriye açık tutmak şartıyla…

Hâlâ ‘çifte vatandaşlık’ konusunu çözememiş, kendisini ‘ikinci vatan’ seçmiş, kalkınmasına katkıda bulunmuş milyonlara ‘vatandaşlık’ vermekte zorlanan bir ülke Almanya; resmi uygulamalarında ayrımcılık kokusu alınabildiği gibi, ‘Neo-Nazi’ örgütlerinin Alman olmayanları hedef alan şiddet eylemlerine girişebildiği bir ülke…

‘Neo-Nazi’ cânileri yargılamada bile sorunlar yaşıyor…

Verdikleri söze rağmen ve Türkiye ev ödevlerini birer birer yerine getirdiği halde, özgürlükler konusundaki müzakere fasıllarının açılmasına direnen AB’de, Almanya’nın oyalayıcı etkisi hissediliyor.

Sonra da, Alman cumhurbaşkanı, ülkemize gelip, bizlere ‘AB prensipleri’ni hatırlatabiliyor…

Prensipler arasında verilen sözleri tutmamak, ‘ahde vefa’ ilkesine yüz çevirmek de var mı?

Yemek masasının şeref konuğuna ayrılmış en merkezi koltuğunda oturan Cumhurbaşkanı Gauck benim bu düşündüklerimi zihninden geçirmiş midir acaba?

Eleştirdiği Türkiye İstanbul’da bir Alman Üniversitesi açıyor… Alman şirketleri dünyada en rahat Türkiye’de çalışıyor…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: İdamlar ABD hesabına yazılır

Evet, çok net ve açık: Mısır’da 528 değil, 683 değil, 37 değil, bir tek idam olsa, bir tek müebbed olsa, bunların tamamı ABD hesabına yazılacaktır. 

Sisi’nin taşeron bir cani olduğu, Amerika’nın himayesi altında darbe yaptığı ve yüzlerce insanın idamına imza atabilme cür’etini ancak ve ancak ABD’den en azından göz yumma işareti alarak gösterdiği noktasında en küçük bir şüphe duymamak gerekiyor.

Türkiye dışındaki dünyadan henüz “insanca” bir ses yükselmiş değil.

Evet, çok doğru, Batı dünyasının yüreği, karaya vurmuş balinalar için harekete geçerdi, ama Mısır’da 10 dakika içinde verilen ve her on saniyeye bir ölüm kararının düştüğü idamlar karşısında bir yürek sesi çıkmadı henüz.

Utanç verici bir suskunluk gözleniyor Batı dünyasında…

Neden Batı dünyasının yüreğini sorguluyorum, çünkü İslam dünyasında olan bitenlerle çok ilgiliydiler, çünkü İslam coğrafyasına demokrasi gelmesi gibi bir gündemleri vardı, çünkü İslam coğrafyasında, despotik yönetimlerin gitmesini ve hukukun üstünülğünün hayata geçmesini istiyorlardı.

Baksanıza Alman Cumhurbaşkanı gelmiş Türkiye’de “hukukla niye problemlisiniz?” diye soruyor. Ne olmuş? “Twitter kapatılmış!” Alman Cumhurbaşkanı şu sıralar Mısır’a gidip “Ne yapıyorsunuz siz? Elleriniz neden bu kadar kanlı?” diye sorsa ya.

Obama Kahire’ye gelip, “Ne oluyor burda? Böcek mi eziyorsunuz?” diye sesini yükseltse ya…

İslam dünyasında halk iradesinin yükselme yönü boğazlarına durdu, onu Mısır’da Sisi gibi bir katilin eliyle İhvan’a jenosid uygulamakla, Suriye’de Esed’in varil bombaları ile bir ülkenin insan ve medeniyet birikiminin yokedilmesiyle çıkarıyorlar.

Yoksa Mısır’la, Suriye ile hiç ilgileri yok mu? Ben hiç ilgileri olmayan bir dünya ile ilgilenmelirini istiyorum Batılı ülkelerden?

Saddam Kuveyt’e işgal birlikleri gönderdiğinde Amerika bunu savaş sebebi saymadı mı?

Şu anda Amerika Irak’tan savaş tazminatı olarak günde 4 milyon varil ve varili, o da üretim sarafı olarak sadece 10 dolara petrol almakta değil mi?

Suudi Arabistan hele, bölgede Amerikan çıkarlarını engellemeye kalksın, kaç darbe ile karxşılaşır ve kaç idamg elir peşinden tahmin etmek zor mu?

Ne oldu da Amerika, adeta aklını yemişçesine darbenin “demokrasiyi kurtarma hareketi olduğu”na hükmetti ve böyle yüzlerce idamı görmez oldu?

Çünkü İhvan, Amerikan formatına göre bir Mısır – Suriye – Filistin vadetmedi?

Zordur İslam dünyasının İslam dünyası olması?

Zordur türkiye’nin türkiye olması.

Zordur bu coğrafyanın 100 yıllık prangadan kurtulması.

Hegemonik küresel güçler  -rengi şu veya bu olabilir- bütün kurguyu kendi çıkarlarına göre tanzim ederler.

Kan gerekiyorsa kan dökerler. Çifte standartsa çifte standarttır. Çıkarlarına uygunsa, mesela düşmanlarını kuşatma ya da adamlarını koruma amacına denk düşüyorsa, “insan hakları” söylemini dillendirirler, birilerini yoketmek gerekiyorsa, onu idama götürecek gerekçe üretirler.  

Tayyip Erdoğan’ın yolu bir süreden beri neden dikenlendi? Neden ona alternatif arayışları başladı kimi küresel odaklarda?

Zannediliyor ki, iş, sadece kişilerin müslümanlıklarıyla ilgili?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Bu köşk hangi köşk?

Yıllarca “al gülüm ver gülüm” bir iktidar, itibar ve keyif dünyasında yaşadılar.

Daracık fakat manzarası hoş bir pencereden bakıyorlardı ülkeye.

Göremediklerini yok sayıyorlardı. Gözlerine batan şeyleri de medya gücüyle “batırıyor”lardı.

2002’den bu yana manzara değişince…

Bütün sosyal dinamikleriyle Türkiye’yi karşılarında görünce zihinleri karıştı; hem çıkarları hem de konforları bozuldu.

Hâlâ güçlü, zengin ve etkililer.

O yüzden de her şeyin iyisini bildiklerini sanıyorlar fakat “iyi” üzerinde hiç düşünmediklerini fark edemiyorlar.

Siyaseti dizayn etme ısrarlarından vazgeçmiyor fakat her seferinde şapa oturmaktan da yorulmuyorlar.

Zamanın onlar için 1990’ların sonunda durduğunu anlamak işlerine gelmiyor.

Siyasi iklim sert olmasa, durum komik aslında; bak eğlen, öyle bir şey! 

***

Bu zihni anlamak için bir örnek vereyim…

Haşim Kılıç’ın malum konuşmayı yaptığı gün Milliyet’te Güneri Cıvaoğlu Köşk için aklından geçen alternatif isimleri yazmıştı.

Ciddi ciddi “bir ufuk turu” olarak adlandırmıştı yaptığı şeyi.

Prof. Yılmaz Büyükerşen, Coca-Cola CEO’su Muhtar Kent, Ekmeleddin İhsanoğlu, Meral Akşener.

“Ufuk” bu işte!

Adaylara bakınca, insanın “yahu bu köşk hangi köşk?” diye sorası geliyor.

Gerçek o ki, söz konusu sosyal çevrenin “ufku”nun bundan sonra da değişeceği yok.

Medyada gazete ve tv yöneticiliği, başyazarlık ve tv’de yıllarca siyasi yorumculuk yapmış Güneri Bey geçen yıllardan habersiz gibi.

“Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığına kim yakışır?” sorusuna verdiği cevaplar hâlâ 90’ların medya yöneticilerindeki “şıklık” ve “life- style” takıntısını taşıyor.

“Dünyanın en büyük şirketini yöneten adam Türkiye’yi de yönetir” kafasında.

Prof. Büyükerşen’in “yerel liderlik ötesinde ülke çapında tanındığını” sanıyor.

Ekmeleddin İhsanoğlu’na gelince…

Türkçe’yi hafif Arapça aksanıyla konuşan zarif beyefendi, yıllardır Aydın Doğan’ın köşk adayı diye bilinir. Eh, listede tabii ki, bulunacak.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Tulu Gümüştekin: Mısır’daki katliama karşı kimin sesi yükselecek?

Mısır’daki darbe yönetiminin, dünyanın görmek istemediği gerçek yüzü her geçen gün daha fazla açığa çıkıyor. Son haftalarda, yönetim hiçbir vicdanlı insanın kabul edemeyeceği bir hunharlık tırmanışına geçti. Önce, son derece şaibeli ve aceleye getirilmiş, hukukun ruhuna tümüyle aykırı bir mahkeme süreciyle 524 kişiye idam kararı çıktı. Büyük ölçüde, Müslüman Kardeşler örgütüne mensup olan kişilerin, sorgu ve delil kurallarına herhangi biçimde uyulmadan tutuklandığı ve yargılandığı bu süreç, başlı başına bir insanlık trajedisi haline geldi.

İslami referanslara sahip olduğu için hedef alınan meşru iktidarın, uydurma bir yargı süreci sonrasında 524 üyesi idama mahkûm edildi, ancak bu cezaların infazı da Kahire Müftüsü’nün insafına bırakıldı. Onun 37 kişi hariç diğerlerinin cezasını onaylamaması üzerine, yeni bir davada bu defa 629 idam kararı verildi. Muhtemelen Müftü bunların da önemli bir kısmını onaylamayacak. Mısır’daki iktidar, insan hayatları ile sanki basit bir pazarlık konusuymuş gibi yüzlerce idam kararı vererek, kendi halkını dehşete sevk ederek, bir terör ortamı yaratarak ayakta kalmaya çalışıyor. Arap Devrimi sonrasında, iki ayaklanmada önce Hüsnü Mübarek’in arkasındaki desteği çekmek zorunda kalan, sonra seçimlere gitmek mecburiyetine itilen Mısır ordusunun darbeci cuntası açısından, bu tür “terörle siyaset yapma” anlayışı, kendi iktidarını kesintiye uğratanlardan intikam alma arayışı, çok şaşırtıcı olmayabilir.

Şaşırtıcı, hatta isyan ettirici kısmı, ABD ve AB ülkeleri başta olmak üzere demokrasi dünyasından, bu rezilliğe ciddi bir “dur” sesi yükselmemesi. Hiçbir yaptırımın ufukta olmaması… AB’nin Temel Haklar Bildirgesi’nin birinci maddesi insanlık onuruna, ikinci maddesi yaşama hakkına ayrılmıştır. Buna göre “Herkes, yaşama hakkına sahiptir. Hiç kimse, ölüm cezasına çarptırılmamalı veya idam edilmemelidir.” Kendisine yaşam biçimi olarak idam cezasının lağvını benimsemiş bir anlayış, Mısır’da yüzlerle, binlerle insanın hayatını hiçe sayan rejime karşı olabilecek en sert tavrı almalı diye beklersiniz. Türkiye’nin, en başından beri aldığı ödünsüz tavra Mısır’daki darbeci yönetim, Büyükelçi düzeyindeki ilişkileri düşürerek tepki vermişti. O dönem Türkiye’nin aceleci ve fevri davrandığını ileri sürenlerin, hiç değilse şimdi seslerini yükselterek bu insanlık trajedisine dur demeleri beklenir. Ancak ciddi bir sessizlik hâkim.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hasan Bülent Kahraman: Devam ediyor…

Bir başbakanın başarılı bir dönemin ardından Cumhurbaşkanlığına çıkması misyonuyla ilgilidir, parlamenter sistemlerde. Parlamenter sistemde Cumhurbaşkanlığı ne kadar güçlü yetkilerle donatılmış olursa olsun Başbakanlıkla aynı işlevde değildir. Olmaz. Olmaması da gerekir.

Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na çıkmayı istemesi bir “olgu.” Ve bu olgu Erdoğan’ın “formasyonu” bakımından bir paradoks yaratıyor. Bugünkü koşulları haiz bir Cumhurbaşkanı olmayı istiyorsa Erdoğan, Başbakanlıkta sürdürdüğü misyonu tamamladığını düşünüyor demektir. Düşünmüyorsa sistemi değiştirecek, Başkanlık sistemine doğru zorlayacak, en azından Cumhurbaşkanlığını fiili olarak Başbakanlık gibi yönetecek. Önce birinci koşulu irdeleyelim, icracılık işlevinin bittiği kanısında mı Erdoğan? 

***

Bir kere onun profilindeki bir Başbakan bunu düşünmez. Düşünmediği, dünya kadar açıklaması var, anlaşılıyor. İkincisi ve daha önemlisi, toplumun çeşitli kesimleri aynı kanıda mı derseniz onun yanıtı da belli, hayır değil. Anadolu sermayesi, büyük ve küçük kanatlarıyla bunu düşünmez. Göçerler, 12 yıldır Erdoğan’ın icraatıyla kendisine bir tutunacak dal edinmişler, bunu düşünmez. Daha da şaşırtıcı kısmını söyleyeyim, İstanbul sermayesi de bunu pek düşünmez. Doğrudur, Erdoğan’la çatışmaktadır, Erdoğan’dan yorulmuştur, bu sosyo- ekonomik bir gerçektir, ama Erdoğan’ın misyonunun tamamlandığı kanısında değildir. Son seçimlerde o sermaye gruplarının belli katmanları oyunu belki tereddütle, belki istemeyerek, ama çaresizlikten çok nesnellikle götürüp Erdoğan’a verdi.

Bu durumda ikinci koşul devreye giriyor. Erdoğan ya Başkanlık sistemi kuracak diyorum ya da CB makamını BB gibi yönetecek. 

***İşte bugünkü tartışmanın özü budur. Ayrıntıyı atlamayıp, neyi tartıştığımızı bilelim: kimse Erdoğan’ın CB olmasına itiraz etmiyor. Elbette muhalif bir çevre var. Son derecede doğal. Demokrasi onun varlığıyla kaimdir. Ve bu yabana atılmaması gereken bir güçtür ama şimdilik bırakalım onu bir yana. Biz bir koalisyondan söz ediyoruz. Buna ikinci tur koalisyonu diyelim. O çevre Erdoğan’ın CB olmasını kabulleniyor.

Fakat o çevre bile Başkanlık sistemine, yarı -başkanlık sistemine, haydi adını koyarak söyleyelim, bunların yeteri kadar hukuki dayanak bulmadığı bir ortamda belirecek tek adam pozisyonuna itiraz ediyor.

Meşrudur bu itiraz. Erdoğan’ın o çevreyi, yani bütün bir toplumu bu modellere ikna etmesi gerekir. Bunun kolay olmadığı çok açık. Gene net bir biçimde adını koyarak söyleyelim, 2013 Haziranından sonra gelişen olayların ardından şimdi hemen bir Başkanlık sistemi arayışı kolay sonuçlanacak bir girişim değil. Kendine ait zıtlaşmalar, gerilimler, çatışmalar doğuracağı muhakkak. Kaldı ki, ortada güçlü tutulması gereken bir parti var. Onda meydana gelecek bir zaaf bütün sistemi çökertir, bugünkü koşullarda.

Yazının devamını okumak için tıklayınız