Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Olaylar
Yeni Şafak gazetesinden Akif Emre, Leyla İpekçi, Mehmet Şeker, İbahim Tenekeci, Ali Bayramoğlu, Mehmet Şeker; Star’dan Fehmi Koru, Hakan Albayrak, Taha Özhan, Saadet Oruç; Milliyet’ten&nbs...
EMOJİLE

Yeni Şafak gazetesinden Akif Emre, Leyla İpekçi, Mehmet Şeker, İbahim Tenekeci, Ali Bayramoğlu, Mehmet Şeker; Star’dan Fehmi Koru, Hakan Albayrak, Taha Özhan, Saadet Oruç; Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş; Sabah’dan Mehmet Barlas, Engin Ardıç, Hasan Celal Güzel; Akşam’dan Turgay Güler, Kurtuluş Tayiz; Vatan’dan Ruşen Çakır bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Ali Bayramoğlu: MİT yasası: Yeni sorunlar

Uzmanlar ‘çağdaş devletlerin karşı karşıya kaldığı en zorlu sorunlardan biri, istihbarat servislerinin hesapverebilirliğine yo¨nelik hem demokratik hem de etkili bir sistem kurmak olduğunu söylerler…’

Peki bu nasıl olacaktır?

Bu konudaki en derli toplu referans, Cenevre Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Denetimi Merkezi (DCAF), Norvec¸ Parlamentosu İstihbarat Go¨zetim Komitesi ve Durham U¨niversitesi İnsan Hakları Merkezi’nin birlikte hazırladıkları rapordur. ‘Hem gec¸iş devletlerinde, hem de ko¨klu¨ demokrasilerde uygulamaya konabilecek en iyi uygulamaları’ belirleyen ve o¨neriler getiren bu rapor, TESEV tarafından 2008 yılında Türkçeye çevirilmiş ve yayınlanmıştır. Bugün ilgilileri ve meraklıları için tesev.org sitesindeki yerini muhafaza etmektedir.

Raporun Türkçe önsözünde MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş şunları söyler:

‘Cağdaş devlet, çağdaş demokrasi kavram ve uygulamaları ic¸inde ‘demokratik gu¨venlik’, ‘demokratik istihbarat’, ‘insani gu¨venlik’ gibi kavramsal ve niteliksel bir su¨recin ortaya c¸ıkması da, insan hakları mu¨cadelesinin şekillendirdiği o¨nemli sonuc¸lardandır. Bu gelişmeler gu¨venlik, istihbarat servislerinin hesap verebilirliği, go¨zetimlerinin sağlanması, demokratik şeffaflıklarının gerc¸ekleştirilmesi gibi c¸ağdaş demokrasilerin kurumsallaştırılmasının, olmazsa olmaları arasında bulunmaktadır…’

Geçen hafta yeni MİT yasası meclisten geçti ve Çankaya’ya gitti.

Bu demokratik seviyenin neresindeyiz?

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Fehmi Koru: Cumhurbaşkanı Gül’ün çıkışı…

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Kütahya’yı ziyareti sırasında sarf ettiği ‘’Benim ilerisi için bir siyaset planımın olmadığının bilinmesini isterim’’ sözü aslında ülkemizin geldiği noktayla ilgili bir gerçekliğin beyanıdır.

Abdullah Gül neredeyse çeyrek yüzyıldır siyasi hayatın içerisinde. Zorluklar da gördü, ikballer de. Bir Anadolu çocuğuna bu ülkenin sunabileceği bütün siyasi makamlarda bulundu. Yedi yıldır cumhurbaşkanı olarak yurduna hizmet ediyor.

Kural olarak bir beş yıl daha aynı makamda kalmasına hukuki bir engel yok. Cumhurbaşkanlığı yapmış birinin sonradan başbakanlık üstlenmesi de görülmemiş değil: Başka ülkelerde örnek çok, bizde de İsmet İnönü 1950 yılında cumhurbaşkanı olarak ayrıldığı siyasi hayata 1960 darbesi sonrası başbakanlığı üstlenerek dönmüştü.

Kütahya’daki açıklama, öyle anlaşılıyor ki, günümüz şartlarını değerlendirmesinin ve istişare halkasını oluşturan yakın çevresiyle yaptığı görüşmelerin bir sonucu… Başbakan Tayyip Erdoğan’la buluşmasında söyleyeceğini bu sözlerle bizlere de çıtlatmış oldu.

Neden böyle bir ‘çıtlatma’; neden kararını Başbakan Erdoğan’la buluşmasına kadar kendisine saklamadı?

Sorunun cevabını, son birkaç gündür adı etrafında üretilen spekülasyonlarda aramak gerekiyor… Gazete köşeleri ve televizyon ekranlarında kendisinin aklından geçmesi mümkün olmayan niyetler üzerine yorumlar yapılıyor. Bazıları rencide edici bu yorumların önüne geçmek için yapılmışa benziyor bu açıklama…  

Burası Türkiye… Cumhurbaşkanı Gül’ün bu sözlerini bile, açıklamanın hemen ardından, bir pazarlık kartı açma niyeti, bir siyasi manevra olarak yorumlayanlar çıkabildi.

Türkiye artık fotoğrafında Abdullah Gül’ün bulunmadığı bir siyasi hayata hazırlansa iyi olacak…

Onun kendisini siyasi çekişmeler dışına çıkarması, özellikle Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi sonrasını planlaması gereken Ak Parti’ye, bunu sağlıklı biçimde yapabilmesi için vakit de sağlamış oldu.

Muhalefet partileri de, doğal olarak, Ak Parti’nin muhtemel adayı artık belirginleşmiş olacağı için, kendi cumhurbaşkanı adaylarını bundan böyle daha rahat belirleyebilecektir.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Engin Ardıç:  Sermaye cahil eğitim şart

Muharrem Yılmaz “demokrasi olmadan ekonomik büyüme olmaz” demiş. Ümit Boyner kadar güzel ve havalı olmadığı için kamuoyu kendisini pek fazla tanımaz ama TÜSİAD başkanıdır.

TÜSİAD, yani “İstanbul sermayesi” olarak bilinen alafranga patronlar kulübü.

Yok, tövbe, daha net konuşmuş, “yavaş demokratikleşmenin ekonomik büyümesi de yavaş olur” demiş.

TÜSİAD demokrasi istiyor, tercihan da halkın oyuyla iktidara gelmiş Recep Tayyip Erdoğan’ın “gitmesini” istiyor… Nasıl mı? Taksim’de ayaklanma çıkaran küçük burjuva gençlerine kumanya dağıtarak, Beymen mağazalarının Internet bağlantılarını yalan haber üretebilmeleri için onlara açık tutarak, gazlı bez ve tentürdiyot yardımı yaparak, gayet demokratik bir şekilde…

Peki, Muharrem Yılmaz demokrasiden bu kadar iyi anlıyor da acaba ekonomiden ne kadar anlıyor? “İlahi, adam parayı çuvalla kazanmış, daha ne anlayacak?” diyeceksiniz.

Yılmaz’a göre, ekonomik büyüme ancak demokrasiyle sağlanırmış, demokrasi olmazsa ekonomi de büyümezmiş.

Demek ki, bu zatlar “sermaye birikimlerini” işçiye bütün haklarını vererek yapmışlar… Karl Marx da “sömürü olmadan sermaye birikimi olmaz” demişti ama hadi yürüsün, Marx ekonomiden ne anlar?

Demek ki, örneğin İngiltere, sanayi devrimini ve kapitalist kalkınmayı “yedi yaşındaki çocuk işçileri kömür madeninde günde on altı saat kırbaç altında çalıştırarak” gerçekleştirmemiş… Demokrasiyle başarmış da biz bilmiyoruz. Demek ki örneğin Paris Borsası, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, Napoleon, On Sekizinci Louis, Onuncu Charles ve Louis-Philippe devirlerinde, seçilmek için değil seçmen olabilmek için dahi yılda bilmemkaç yüz frank vergi vermek şartı konmadığı için, demokrasiyle gelişmiş katlana katlana… 

(Sayın Yılmaz, bütün bu isimler size yabancı gelebilir, Google’a bakınız.) Demek ki Almanya, Bismarck döneminde demokrasiyle dünyanın ikinci sanayi ülkesi haline gelmiş.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Hasa

Hakan Albayrak: Avrasyacılık bize yâr olmaz

Rusya Ukrayna’yı parçalıyor, Kırım’ı yutuyor. ABD ve Avrupa Birliği çaresiz. İyi bir şey mi bu? Hiç değil. “Rusya kazanıyor, ABD kaybediyor, emperyalizm geriliyor” diye sevinenler yanlış yolda.

ABD, bölgemizde istediği kadar askerî üssü olsun, Atlantik’in ötesinde bir güçtür. Gelir, gider. Rusya ise 500 senedir burnumuzun dibinde. İkisi de emperyalist; fakat Rus emperyalizmini aşmak, Amerikan emperyalizmini aşmaktan daha zor.

Tatarların neredeyse kökünü kuruttu Ruslar. Kuzey Kafkasya’yı tamamen yuttular ve bu topraklarda yaşayan halkları büyük ölçüde özlerinden kopardılar. Orta Asya 100 sene Rus ve Sovyet bayrağı altında kaldı ve bugün hâlâ Rusların nüfuz alanı. Öte yandan; Polonya, Rus emperyalizmi yüzünden 200 seneliğine tarih sahnesinden silindi. Ukrayna, Gürcistan kötürüm kaldı. Ermenistan, Rusya’nın şahsiyetsiz bir piyonu olmayı marifet sayacak kadar sefil. Rusya’dan güya kopup Avrupa Birliği’ne katılan Baltık ülkeleri de, Örovizyon şarkı yarışmalarında verdikleri oylarla, kendilerini onca zaman esir eden Rusya’ya muhabbetlerini bildirip duruyorlar!

Türkî veya Çerkez topluluklarındaki Ruslaşmayla kıyaslanabilecek bir Amerikalılaşma ABD’nin nüfuz alanındaki ülkelerin hiçbirinde gerçekleşmemiştir. Mini minnacık Panama ve Porto Riko’yu saymazsanız, ABD’nin yutup da hazmettiği bir memleket de yoktur. Bir zamanlar tepeden tırnağa Amerikan kontrolünde olan Küba ve İran, yine Küba ve İran. İkinci Cihan Harbi sonrasında uğradığı Amerikan işgaline rağmen Almanya yine Almanya. Türkiye’miz de ABD’nin dillere destan nüfuzunu aşarak kendini Türkiye olarak gerçekleştirebildi. Dünün “CIA Kürtleri” bile ABD’den bağımsız bir siyaset izleme iradesini ortaya koyabiliyorlar. Suudi Arabistan ve Körfez’deki diğer zengin Arap ülkeleri mi? Sınırlarının güvenliğinden emin oldukları anda onlar dahî ABD’nin yörüngesinden çıkarlar.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Hasan Celal Güzel: Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru

Sevgili okuyucular, bu cumartesi sohbetinde, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ile ilgili yeni bir gelişme konusundaki yorumlarımı sizinle paylaşmak istiyorum. 10 Ağustos’ta, yani yaklaşık üç buçuk ay sonra yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine çok az bir zaman kala, Cumhurbaşkanı Gül’ün TÜSİAD toplantısı sırasında, basın mensuplarına beyan ettiği şu iki cümle önemli bir gelişmenin işaretidir:

Cumhurbaşkanı Gül, gelecekte siyasî plânı olmadığını açıkladı ve kendisinin Başbakan Erdoğan ile yer değiştirmesinin (yani Putin- Medvedev Modeli’nin) aleyhinde bulunarak, ‘ben bunun demokrasiye yakışan bir uygulama olduğu kanaatinde değilim’ dedi. 

***

Önce şunu belirteyim ki Cumhurbaşkanı Gül’ün şahsına, kanaatlerine ve icraatına saygı duymakla beraber, Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın yer değiştirmesinin demokrasiye aykırı hiçbir tarafı yoktur. Esasen, buna karar verecek olan da millet iradesidir. Zira Türk demokrasi tarihinde ilk defa olarak Cumhurbaşkanı doğrudan millet tarafından seçilecektir.

Cumhurbaşkanı Gül’ün bu iki önemli beyanı yan yana değerlendirildiğinde şu tablo ortaya çıkmaktadır: 

1. Cumhurbaşkanı Gül, cumhurbaşkanlığına bir dönem daha devam etmek arzusundadır. 

2. Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan olarak siyasete devam etmek istemediği anlaşılmaktadır.

Cumhurbaşkanı Gül’ün tekrar cumhurbaşkanı seçilmek istemesi tabiîdir. Ancak, eğer Başbakan Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’na aday olmak isterse, ilk turda yüzde 50’nin üzerinde oy alarak rahatlıkla seçilebilecektir. Esasen Cumhurbaşkanlığı, 11.5 yıldan beri Türkiye’nin siyasî liderliğini yapan Başbakan’ın hakkıdır; karizmasıyla, özellikleriyle ve hizmetleriyle bu göreve lâyıktır.

Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı adayı olursa karşısına aday olarak kim çıkarsa çıksın kolaylıkla bu makama seçilebilecektir. Muhalefetin, medyanın ve Türkiye düşmanı bir takım odakların aleyhte çalışmaları bu gerçeği değiştiremez. CHP ile MHP’nin son seçimlerde aldığı toplam oy oranı yüzde 40 civarındadır. Bu durumda Cumhurbaşkanı Gül, -bazı ehli hamâkattan muhalif siyasilerin ve medya mensuplarının zannettiği ve tahrik ettiği gibi- cumhurbaşkanı seçiminde Başbakan Erdoğan’ın karşısına çıkmaz. Zirâ kırk yıllık dostum Abdullah Gül, hem yüksek ahlâk ve prensip sahibidir; yedi yıl önce kendisini özveriyle destekleyen yakın bir dostunun rakibi olmaz, hem de eğer böyle yaptığı takdirde kaybedeceğini de çok iyi hesaplayacak kadar akıllı ve zekidir.

Diğer taraftan, Başbakan Erdoğan’ın karşısına çıkarılacak herhangi bir bürokrat aday da asla başarılı olamaz. 

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Turgay Güler: Nedir arkadaş sizdeki bu İsrail aşkı?

Söz konusu İsrail olduğunda etekleriniz tutuşuyor. 

Söz konusu İsrail olduğunda panik ve telaş içinde ortaya atılıp zırvalıyorsunuz. 

Size mi kaldı İsrail’i övmek, yüceltmek, korumak, kollamak ve dahi aklamak? 

Hatırlayın, Fethullah Gülen kanlı Mavi Marmara gemisi baskınının ardından hiç vakit kaybetmeden Amerikan Wall Street Journal gazetesine koşup demeç vermişti. 

Ne demişti? 

“İsrail’in onayı olmadan hareket etmek, otoriteye başkaldırıdır”. 

Bak sen! 

Ne otoritesi beyim, ne izni? 

İsrail fiilen işgalci olan bir devlettir. 

Nokta. 

Kaldı ki, işgalci olmasa dahi ne değişir? 

Uluslararası sularda eşkıyalık yapıp, 9 kişiyi katleden bir terör devletinden, götüreceğiniz insani yardımlar için izin mi alınır? 

Kınama yok, lanetleme yok, üzüntü yok, gözyaşı yok, beddua yok… 

Dahası da var. 

Kanlı baskından bir süre sonra Cüneyt Özdemir Fethullah Gülen hocasını ziyarete gitti. 

Özdemir o ziyarette Gülen’in “Mavi Marmara’da ölenlerin şehit olmadığını söylediğini” yazdı. 

Özetle, o gemidekiler öleceklerini bile bile gitmişlermiş. 

“İntihar ettiler!” demeye getiriyor. 

İslam inancı açısından, aklı başında bir kişinin “intihar” etmesinin hükmünü sanırım bilmeyen yoktur. 

Bu yaklaşımın ardından şehit olan bu 9 kişinin ailelerinin yüzüne nasıl bakılır? 

Hiç şüphesiz yüzüne bakılamaz ama telefonları dinlenir! 

Hülasa, hocası böyle yaparsa, cemaat ne yapmaz ki? 

Daha dün değil miydi İsrail Gazze’yi bombalarken, “terör kamplarını vurdu!” demeleri. 

Sonra bu rezilliği örtbas etmek için kırk takla atmaları. 

İsrail’in hedef tahtasına koyduğu İHH’yı terör işbirlikçisi olarak gösterme gayretlerini de unutmadınız sanırım.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Aslı Aydıntaşbaş: Abdullah Gül’ün isyanı

Abdullah Gül’ün dün siyasete bomba gibi düşen açıklamaları, siyasetin kirlendiği, üslubun sertleştiği bir dönemde, cumhuriyetin en değerli koltuğuna oturma şerefine çoktan erişmiş, doygun bir devlet adamının haysiyet isyanıdır. Siyaset tarihimizde az görünen bir örnektir.

Cumhurbaşkanı, dün Kütahya’da yaptığı açıklamada, ”mevcut şartlar çerçevesinde gelecekle ilgili bir siyaset planının olmadığını” söyleyerek, şahsıyla ilgili haftalardır yapılan ve zaman zaman kırıcı bir üslupla dillendirilen spekülasyonlara da dur demiştir.

Ortada esrarengiz bir durum yok.

Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı konusunu henüz yüz yüze görüşmediğini biliyoruz.

30 Mart sonrası Başbakan Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmaya kararlı olduğunu da biliyoruz. En azından her gün şu ya da bu biçimde duyuyoruz.

Erdoğan, kah seçim sonrası hükümete yakın gazetelerle yaptığı sohbette, kah Ak Partili kurmaylarla yaptığı beyin fırtınasında Köşk adayı olduğunu deklare etmiştir. Bundan sonrası sadece işin teatral, prosedür boyutudur. O da önümüzdeki haftalarda olur zaten.

Peki Abdullah Gül dünkü ‘Ben yokum’ açıklamasıyla ne mesaj veriyor?

Erdoğan ille de Köşk’e çıkmak istiyorsa, Abdullah Gül kuşkusuz buna engel olmayacaktır.

Ancak Cumhurbaşkanı dünkü açıklamasıyla fiili başkanlık sisteminde bir Medvedev ya da Yıldırım Akbulut olmaya niyeti olmadığını da açıkça deklare etmiştir.

Dün görüştüğüm ve Abdullah Gül’ü yakından tanıyan isimler, Cumhurbaşkanı’nın açıklamasındaki ”mevcut koşullarda” ifadesinin altını çizdiler.  

Mevcut koşullar nedir?

Başbakan seçim sonrası kendisine yakın yazarlarla yaptığı toplantıda, bundan sonra Çankaya’da ”koşan, terleyen” bir cumhurbaşkanı olması gerektiğini söylemiş, hemen ardından Ak Partili vekillerle yaptığı (ve özenle basına sızdırılan) toplantıda ”Köşk’e çıkarsam tam yetki kullanırım” demiştir. Ak Parti kurmayları, hiç zaman kaybetmeden ”tam yetki” ile kastedilenin, ‘kabineyi toplama’ gibi 12 Eylül Anayasası’nın Kenan Evren’e verdiği (ve hiçbir cumhurbaşkanı tarafından kullanılmayan) yetkiler olduğunu söylemiştir.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Kurtuluş Tayiz: Gülen’in dibine düşen yazar

Herkesin hayran olduğu bir isimdi. Abartmıyorum. En azından bizim kuşağımız için böyleydi. Perihan Mağden’in yazılarını nefesimizi tutarak okurduk. Beni etkileyen yanı yazılarına neşrettiği akıldan çok, bakış açısıydı. Bakmasını biliyordu; o görüyordu. Şaşırtıcıydı aynı zamanda. Eğlenceliydi. Esprili yanı her ne kadar Yıldıray Oğur seviyesine ulaşamasa da okurun sıkıntısını almaya yetiyordu. Oğur’un esprileri, yalanla sarılıp sarmalanmış bir gerçeği açığa çıkararak gülümsetirken, onun esprileri insana sadece alaycılık ve biraz da sırıtma hissi veriyordu. Mağden, yakın zamana kadar bizim kuşağın kalbinde özel bir yere sahipti. Kaybolup gitmelerine de alışmıştık. Gitmeleri meşhurdu, iz bırakmadan. Onu beklerdik. Dönüşü hep güzel olurdu. Kaç kişi böyle hissetti, bilmiyorum; belki benim her zamanki aşırılığım, heyecanlı halim yüzündendir… 

Gezi geldi geçti bu ülkeden ve de 17-25 Aralık… Gözlerim az aramadı kendisini. O hırçın üslubuna, birkaç cümlede iş bitiren kalemine duyulan ihtiyaçtan belki. Yoktu, görünmedi hiç ortalıklarda… Sonra kendisine, kapı kapı dolaşan cemaatin ablaları gibi ajanslarda, haftalık gazetelerde Erdoğan ve AK Parti’nin ne kadar kötü, Gülen cemaatinin ise ne kadar “ahlaklı” ve “reformist” olduğunu anlatırken rastladım… 

Bu satırları okurken, içimde yükselen bir put daha yıkılıverdi ayaklarımın dibine: “Ben Gülen hareketine şöyle bir önem atfediyorum. Bu hareketi, İslamiyet’in içinde bir Protestanlık çalışması olarak görüyorum. Bence Gülen hareketinde ahlaki kaygılar var. Yani İslamiyet’e ahlaki kaygıları entegre etmeye çalışan bir din adamı var karşımızda. Fethullah Gülen’in konuşmalarını azıcık bile dinleseniz ahlaki meselelerden sıkça bahsettiğini fark edersiniz. Böyle bir reform hareketineİslamiyet’in çok ihtiyacı var. Bu ihtiyaca Gülen hareketinin cevap olma ihtimali ABD’yi de çok cezbetti.” Cemaat ağabeylerinin bile “ahlaki olarak üstün olan biziz” yalanını tekrarlamaktan utandığı, şantaj kasetleri ayyuka çıkan, boğazına kadar iftiraya ve yalana batmış bir istihbarat çetesinden Perihan Mağden’in “İslamiyet’in ihtiyaç duyduğu ahlaki çalışmaları yapan Protestan bir hareket” çıkarması büyük bir başarı! 

Bu satırlar, Perihan Mağden’in yazarlık hayatının herhalde en utanç verici değerlendirmesi olarak kayıtlara geçecek. Neden böyle olacak dersiniz? Bu, Gülen hareketini övmesi ya da yermesi yüzünden değil; bu gruba duyduğu yakınlık veya uzaklıkla da ilgili değil; gerçekleri ters-yüz etme ahlaksızlığına girişmesi nedeniyle kayıtlara böyle geçecek. Gerçeğin böyle olmadığını en iyi bilen üç beş isim arasında sayılır Perihan Mağden… 

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Taha Özhan: İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!

Sol çevrelerin sık kullandığı ve literatüre hediye ettiği bu slogan; Türkiye’de birçok farklı mağduriyetin bir tercümesi oldu yıllarca. Daha geriye gitmeye gerek yok, özellikle 1990’larda. Bir kaç yıl önce, İstanbul’da, Kültür Bakanlığının restore ettiği bir bina açılışı sırasında da aynı slogan gündeme geldi. Yetmişine yaklaşmış kişilerden oluşan küçük bir grup emekli solcu, geçen yüzyıldan beri demokratik yollarla seçildiği sendikaya başkanlık yapan bir ismin liderliğinde protesto yapmak istiyorlardı. 

Açılışı yapılacak olan binada, 1970’lerde bazı arkadaşlarının işkence gördüğünü, dolayısıyla da bugün yapılacak törene izin vermeyeceklerini söylüyorlardı. Sıradan bir açılış olduğundan bakanın gelmesini bekleyen bir polisten başkası da etrafta görünmüyordu. Yirmili yaşlardaki polis, doğumundan yaşı kadar önce olan bir olayı kendisine anlatmaya çalışan, muhtemelen babasından da yaşlı grubu anlamsız gözlerle dinliyordu. Bakanın yaklaştığı bilgisi gelince, zaten ne istediklerini anlamadığı 15-20 kişilik gruba doğru yönelerek dağılmalarını söyledi. Ne olduysa o anda oldu. Bütün bir grup hep bir ağızdan ‘insanlık onuru işkenceyi yenecek’ diye haykırmaya başladı. Şaşkına dönen genç polis bu sefer sinirle bağırarak, sendika liderine, ‘amca ne işkencesi, kim işkence yapıyor?’ diye sordu. Grup daha ikinci kez sloganı tekrarlayamadan kendi kendine bir anda sustu.

Genç polis iki şey yapmıştı. Sloganı üzerine alınmıştı ve 1970’lerden 2010’lara hızlı bir şekilde gelmişti. Zarar vermediği bir grup yaşlı adamın kendisine işkenceci demesine safça itiraz etmişti. Bu itiraz karşısında grup ne diyeceğini şaşırmış, içine düştükleri derin anakronizm mahcubiyetini belki de fark ettikleri için sükut etmişlerdi. Benzer bir krizi son bir kaç yıldır aydınların büyük bir kısmı da yaşıyor. İşin hazin yanı, protestocu yaşlı grup gibi susmak yerine çok daha fazla bağırmayı tercih ediyorlar. Türkiye’nin ‘bir dikta rejimi tarafından yönetildiğini, nefes almanın mümkün olmadığını, her türlü temel hakkın ihlal edildiğini, totalitarizmin envaı çeşidinin arzı endam ettiğini, otoyolların bile katliam için yapıldığını, tek adam zulmünün arşa ulaştığını, değiştirilebilir siyasi iktidarın değiştirilemeyen bürokrasi üzerindeki her türlü tasarrufunun ceberut bir devletin inşası olduğunu, egemenlik tartışmasından sadır olan neticelerin vahşi hakimiyet stratejileri’ olduğunu dillendiriyorlar.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Mehmet Barlas:  Abdullah Gül görevinin hakkını vererek ayrılıyor

Siyasetçiler de diğer meslek sahiplerinde olduğu gibi çeşit çeşittir. Bazıları oturdukları koltuktan güç alırlar, bazıları da oturdukları koltuğa güç katarlar…

Ama siyaset nankör bir meslek… İstediği kadar ülkesine ve halkına hizmet etsin, toplumun önünde yeni ufuklar açmış olsun, hiçbir siyasetçi ölmeden ya da aktif siyasetten çekilmeden “Devlet Adamı” olarak anılmaz. Çünkü siyasetin temelinde insafsız bir rekabet vardır. Bir siyasetçinin başarılı olması, bir diğer siyasetçinin başarısız olması demektir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün siyasal yaşamının bundan sonrası için karar vermesi gereken günler yaklaşırken, bu vesile ile siyaset mesleğinin bütün olumlu ve olumsuz yanlarının tartışıldığını görüyoruz. 

Teşekkür etmeliyiz 

Kanımca öncelikle yapılması gereken şey Abdullah Gül’e toplum olarak teşekkür etmemiz gerektiğidir. Gül Cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı sürede, devletini ve milletini çok iyi temsil etmiş, üzerine aldığı görevin hakkını vermek için geceyi gündüze katıp çalışmıştır.

İnanç sahibi siyasetçilerin “Hizmet”e bakış açılarını Korkut Özal’ın 1970’lerde yaptığı bakanlıklar sırasında anlamak fırsatım olmuştu… O dönemde ziyaret ettiğim bakanların masaları “Olur” imzası bekleyen dosyalarla dolu olurdu. Ama Tarım Bakanı’yken de, İçişleri Bakanı’yken de Korkut Özal’ın makam masasının üzeri hep boştu. Ona “Size imzalamanız için hiç evrak gelmez mi, masanız neden boş” diye sorduğumda şu cevabı vermişti:

– Milletim ve Allah’ım bana bu görevi verdi… Bir evrakı yarına bıraktığımda, milletime de Allah’ıma da hesap veremem. Bu nedenle benim masamda evrak birikmez… 

Görevin hakkını vermek 

Abdullah Gül de üstlendiği tüm görevlerin hakkını verdi. Bakanlığı da, Başbakanlığı da, Cumhurbaşkanlığı da, çalışkan ve sorumlu bir siyasetçinin nasıl olması gerektiğinin örnekleri ile dolu.

Ama bir de siyaset mesleğinin gerçekleri var gündemde.

Cumhurbaşkanlığı sona erdikten sonra Abdullah Gül de, siyasetin vefa tanımayan insafsız rekabet ortamına girecek.

Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra bir kenara çekilmek yerine aktif siyasete dönen İsmet İnönü’yü unuttuk mu? Ya Gül’ün de zihninde böyle bir model varsa? Veya bu modeldeki Gül, Tayyip Erdoğan’ın karşısındaki bir konumda yer alırsa?

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Ruşen Çakır: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Bugünkü şartlar çerçevesinde benim gelecekle ilgili bir siyaset planımın olmadığını burada paylaşmak isterim” diyerek Cumhurbaşkanlığı seçimleri süreciyle ilgili tartışmaların akışını büyük ölçüde değiştirmiş oldu. Gül’ün sözlerini analiz edece olursak:

– Anlam: Dün gün boyu Gül’ün bu cümlesinin ne anlama geldiği tartışıldı. Birçokları gibi ben de bu sözlerden Gül’ün ikinci kez cumhurbaşkanlığı için aday olmaya itirazı bulunmadığı, fakat Başbakan Erdoğan’ın Köşk’e çıkmak istemesi hâlinde AKP liderliğini ve Başbakanlığı düşünmediği anlamını çıkardım. Gül’ün Erdoğan’ın karşısında muhalefetin desteğini alarak cumhurbaşkanlığı yarışına girmek istemediği de aşikâr.

– Neden: Yakın zamana kadar ilk akla gelen ve en makul formül olarak görünen “Erdoğan Cumhurbaşkanı, Gül Başbakan” seçeneğinin Gül’ü cezbetmediği anlaşılıyor. Bunun bir nedeni Erdoğan’ın beklenmedik bir şekilde “eş başkanlık” sistemini gündeme getirmesi olsa gerek. AKP’nin kuruluşunda en az Erdoğan kadar emeği olduğunu düşünen Gül’ün Cumhurbaşkanlığı gibi bir görevin ardından siyasete dönünce iktidarını paylaşmak istemediği anlaşılıyor. Ama daha önemli neden Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması hâlinde de facto olarak “partili cumhurbaşkanı” kimliğine sahip çıkarak yürütmeyi, hatta yasamayı, dolayısıyla partiyi kendi otoritesine tabi kılmak isteyeceğinin işaretlerini vermekte olmasıdır. Gül “bugünkü şartlar” derken herhâlde bu durumu, yani Erdoğan’ın söz konusu niyet ve stratejisini kastediyor.

– Yer: Gül önceki gün Ankara’da TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı’nın onur konuğuydu. Orada önemli siyasi mesajlar vermesi beklenirken, dün de yazdığımız gibi “cool” bir konuşma yaparak hayal kırıklığına yol açtı. Gül’ün bu önemli siyasi açıklamayı TÜSİAD toplantısı yerine dün Kütahya’yı ziyaretinde yapmış olmasının sembolik anlamı yabana atılmamalı.

– Zaman: Gül henüz Başbakan Erdoğan’la Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili konuşmuş değil. Eğer bu açıklamayı o buluşmanın ardından yapmış olsaydı, “istediğini elde edemediği için…” şeklinde yorumlar yapılabilirdi. Zaten Gül, değişik vesilelerle siyasi geleceği için Erdoğan’la pazarlık yaptığı yolundaki yorum ve spekülasyonlardan rahatsız olduğunu ima etmişti. Onun yine değişik vesilelerle, kendi siyasi geleceğine kendisinin karar vereceğini alenen beyan etmiş olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla dünkü cümlesini, Gül’ün kendi iradesine sahip çıkmasının ifadesi olarak görmek mümkün.

– Bundan sonra: İlginç bir şekilde Gül bu açıklamasıyla hem kendi rahatladı, hem de Erdoğan’ın elini rahatlatmış oldu. Ne var ki kendisinin Cumhurbaşkanı adayı olması hâlinde Gül faktörünün devreden çıkacak olması AKP liderinin önüne yeni sorun ve sıkıntılar çıkartabilir. Bunların en başında parti ve hükümetin başına kendisinin ve Gül’ün yerine kim(ler)in geçeceğini belirlemek geliyor. Eğer Gül talip olsa, bu görevlerden herhangi birini, hatta her ikisini birden üstlenmesine pek bir itiraz gelmezdi. Şimdiyse AKP içinde bu görevlere talip olacak isimler arasında bir tür yarışa bile tanık olabiliriz.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Akif Emre: Erguvan: Fanilik Estetiği

İstanbul’un en güzel mevsimi erguvan zamanıdır. Hiçbir renk, hiç bir bahar belirtisi erguvan kadar İstanbul olamaz.

Erguvan geçmiş zamanların İstanbul’undan, Boğaziçi’nden bugüne bir esinti, bir renk, bir koku, bir imge… Erguvan bu bakımdan yaşayan, her dem taze olan bir nostalji duygusunu diri tutar. Eskimeyen duyguların canlılığıdır renkleri, naif bedeni, dalları geçmişin hatıralarını taşır…

Bu duyguyu en iyi Boğaziçi’nde uzaktan yapacağınız seyirde belki bir gemi gezintisi yaşatabilir. Geçmişin seyirlik tadı… Hala yeşilin betona karşı direndiği, yenilmediği Boğaziçi sırtlarında öbek öbek kendini gösteren erguvan renkleri geçmişten ne kadar iz taşıyorsa bugününe de o denli yakışıyor.

Ahşap köşklerin, evlerin bahçelerinden dışarıya taşan erguvanlar geçmiş zaman İstanbullarının dünya tasavvurunu, estetik algısını, güzellik duygusunu nasıl aksettiriyor, adeta tüm bir hayat algısını ağacı, dalları ve rengiyle nasıl özetliyorsa bugünün İstanbul’una da o denli denk düşüyor.

Eski zaman İstanbul’unun evleri her şeyden önce bir güzellik, ölçü, tabiatla uyum; hepsinden önemlisi birer tevazu örneğiydi. En göz alıcı yapılar bile dünyalık bir çağrışıma sahip değildi; saklanan mahcup bir güzellik duygusunu hissederdiniz. Tıpkı her an fani olmaya hazır yapı malzemelerinden inşa edilişi gibi… Ahşabın belli bir ömrü vardı, doğallığında ömrünü tamamlar, yeni nesillere yenilenebilir bir dünya bırakırdı. Ahşap bir ev yapan bilirdi ki, yarınlara bırakılan bu ev gelecek nesillerin hayatını değiştirilemez, geri döndürülemez biçimde rehin almaz, alamazdı. Büyük yangınlarla kül olmamışsa bile değişen zamana uyum gösterecek kabiliyette ya da fanilikteydi. Erguvan da bu anlamda fani bir güzellikti. Güzelliği ne kadar göz doldursa da onun zevkine erenler faniliğin idrakinde olurdu. Her an solmaya, dökülmeye mahkûm bir güzellik… fanilik duygusunun estetiği… Tıpkı geçmiş zaman İstanbul’undaki fanilik estetiği gibi…

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Saadet Oruç: Suriye’de yaprak kıpırdasa Ukrayna’da fırtına kopar

Ukrayna’da bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Dilim dilim parçaları ayrılıyor ülkenin. Kırım’ı şimdi de Donetsk ve diğer bölgeler izleyecek. Bakmayın diplomasi masasında Batı ile Rusya’nın oturup krizi çözer gibi yapmalarına. Nurtopu gibi bir soğuk savaşımız var artık. Üstelik bu soğuk savaşta “Suriye’de yaprak kıpırdasa, Ukrayna’da fırtına çıkar” cinsinden garip denklemler de var. Rusya ile Batı arasındaki hassas stratejik dengelerde ufak bir değişim bile bir başka noktada büyük sarsıntılara neden olabilecek derecede.

Avrupa Birliği ve NATO genişlemesinin izlediği yanlış stratejilerinde payı var Ukrayna’da olan bitenlerde. Rus lider Vladimir Putin kendi ağzıyla söyledi. NATO’nun kendi sınırlarına dayanmasından duydukları endişeyi ve Kırım’da yaşananların da bununla irtibatlı olduğunu geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği bir röportajda dile getirdi.

Benzeri bir teyit Almanya cephesinden de gelmiş, Berlin’de diplomatlar tarafından yapılan ve gazete sütunlarına yansıyan yorumlarda Ukrayna’da yaşananları AB genişlemesinin hesapsızlığına bağlayan açıklamalar duyulmuştu.

Soğuk savaşın bittiği ve artık iki kutuplu dünyadan yeni bir sisteme geçildiği varsayılırken, eskisinden daha farklı dalga boylarında ilerleyen ve ittifakların hızla yer değiştirdiği bir dünya tablosu izlemeye başladık.

Suriye’de kimyasal silah kullanan bir diktatörün nefes alabildiği, orada atılan geri adımların Karadeniz cephesinde sorulduğu yeni bir sistem…

Türkiye’yi çepeçevre saran bir yeni soğuk savaş tablosu. AB ve NATO’nun genişleyeyim derken, itibar erozyonu yaşadığı, etkinliğini kaybettiği, Birleşmiş Milletler’in de bırakın siyasi krizleri çözme yetisini, en doğal insan haklarına dahi sahip çıkamadığı bir yeni soğuk savaş.

Fransız aşırı sağcı lider Marine Le Pen’in Rusya’dan yana tavır alıp, bu soğuk savaş nedeniyle Avrupa’yı suçladığı bir resim.

Marine Le Pen deyip geçmeyin.

Faşizmin maskesini en zarif bir şekilde takıp, yeni model diye Fransa’ya yutturan bir siyasetçiden bahsediyoruz. Dünün komünistlerinin en büyük destekçisi bugün faşistler… Ve Avrupa faşizmi, Mayıs ayında yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde artık önemli bir güç olarak Avrupa siyaset sahnesinde söz sahibi olacak.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

İbrahim Tenekeci: İtimat ehli olmak…

Selam, selamet demektir. Gecenin bir yarısında, sokakta yürürken, tanımadığınız bir insanın size selam vermesi yahut selamınızı alması, güvende olduğunuzun işaretidir. Hemen rahatlar, kendinizi emniyette hissedersiniz.

Gece için bu böyledir. Fakat gündelik hayatta, iş ortamlarında vs, selamı veren de, alan da, ilginçtir, birbirine itimat etmiyor, edemiyor. Galiba ortak bir ‘güven bunalımı’ yaşıyoruz.

İki insan karşılıklı olarak konuşabilir, dertleşebilir, iş yapabilir, kavga edebilir; fakat namaz kılamaz. Namazın kılınması için, birinin diğerine sırtını dönmesi icap eder. Böyle bir şeyin birinci şartı ise itimattır.

Tekrar ve tekrar hatırlatalım: İtimat, itikattan önce gelir. Sıralama, güvenmek ve inanmak şeklindedir.

Benden mi kaynaklanıyor, bilmiyorum. Bildiğim, son yıllarda, itimat ettiğim insan sayısında ciddi bir azalma olduğudur. Oysa ‘mümin güven yurdudur’ ve her mümine itimat etmemiz gerekir. Fakat edemiyoruz.

İtimat etmediğimiz veya ettiğimize pişman olduğumuz bir kimseye saygı da duyamayız. Tersi de doğrudur: İnsan, saygı duymadığına itimat da edemez.

Mehmet Kaplan, ‘Saygı, insanlar arasında maddi ve manevi bir uzaklığı gerektirir’ diyor. Kaplan’a göre, iç içe yaşayan insanlardan, özellikle şehirlilerden, saygı adına pek bir şey beklenemez.

Doğru söze ne denir? İlla bir şey diyeceksek, şunu söyleyelim: Mütedeyyin camiada her şey iç içe girince, saygı da sessiz sedasız ortalıktan çekildi.

Görünen o ki, bu yakınlıktan yahut karmaşadan, itimat bahsi de fazlasıyla payını aldı.

Dünyevî konularda birbirimize o kadar yaklaştık ki, karşılıklı olarak, kusurlarımızı, zaaflarımızı, hırslarımızı falan görmeye başladık. Gördükçe de, en yakın arkadaşlarımıza bile itimat edemez hale geldik. Bu arada, safları sıklaştırmak uyarısının konumuzla bir ilgisinin olmadığını da belirtelim. Çünkü burada, omuz vermekten değil, omuz atmaktan bahsediyoruz.

Bu, meselenin yalnızca bir yönü. Bir de şu var: Özellikle son yıllarda, herkes kendisine dikkat kesilmiş görünüyor. Sosyal medyaya, siyaset sahnesine yahut edebiyat dünyasına biraz dikkatli bakarsak, gidişatı rahatlıkla görebiliriz. Önceliği kendimize verirsek eğer, diğer insanlar pek umrumuzda olmaz. Böylece, itimat telkin etmeyen biri olup çıkarız.

Konuyu açmak adına başka örnekler de verebiliriz. Vermeyelim.

Sonuç olarak; itimat ve saygı duvarı yıkılınca, insana mahsus birçok incelik de o duvarın altında kalıyor.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Mehmet Şeker:  Yiğitler için işte meydan

1 Mayıs kutlamaları için başka bir meydanı kabul etmiyorlar.

Yenikapı’daki dev miting alanını bile.

Erdoğan orada iki milyon insana hitap etmişti.

Bu arkadaşlar orasını dolduramama endişesi taşıdıkları için mi razı gelmiyorlar?

Hayır… Daha fazla insanı toplayacaklarını bilseler dahi o meydanı değil, ille Taksim’i istiyorlar.

Taksim’i kutsal bir mekân olarak gördükleri kesin.

Biliyorsunuz, bir platform kurdular: Taksim Dayanışması Platformu.

Toplanıp açıklama yapıyorlar:

‘Taksim yerine başka bir yer gösterilmesi, inananların hac ibadetini başka bir yerde yerine getirmelerini istemek gibi bir şey.’

*

Konuşun, konuşun.

İçinizde ne varsa ortaya dökün.

Yoksa millet sizi nasıl tanıyacak?

Dini konulardan habersiz olduğunuzu nasıl anlayacak?

İbadetlere bakışınızın bile sakat olduğunu konuştukça açık edeceksiniz.

Niyetinizin aslında 1 Mayıs’ı kutlamak olmadığı nasıl belli olacak?

*

Eğer maksat gerçekten 1 Mayıs’ı kutlamaksa, çok daha elverişli, çok daha geniş meydanlar var.

Alınterine saygı duyan yiğitler için işte meydan: Kazlıçeşme, Yenikapı…

Şehri kilitlemeden, etrafa zarar vermeden, trafiği tıkamadan, provokasyonlara fırsat vermeden kutlama yapılacak meydanlar bunlar.

Ancak maksat başka.

Yalnızca 1 Mayıs kutlaması değil istenen.

Etrafta yakıp yıkılacak işyerleri olmalı.

Mağazaların vitrinleri indirilmeli.

Arabalar devrilmeli, yakılmalı.

Bankaların camları kırılmalı.

Kırılan dökülen ne varsa büyük ateşlere atılmalı.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Leyla İpekçi:Kalbin mescitleri

Akşam vaktinin girişine az kalmıştı. Soluk soluğa koşuyordum Boğaz sahilinde. Eşimle birlikte önümüze çıkan ilk camiye girdik. Cemaatle vakit namazı kılabilme imkanı bulduğum için sevinçliydim. Ezan başladığında içeriye vardık. Baktım, üst kata çıkan kadınlar bölümünün kapısı kilitli. İmama aceleyle burayı açmasını söyledim. Açamıyoruz dedi.

Vakit namazlarını şehrin herhangi bir yerindeki camiinde kılma alışkanlığında olanlar bilir, bu çoğunlukla böyledir. Kadınlar bölümü kapalı tutulur. Caminin girişindeki bir minik oda, hemen ayakkabıların konduğu dolapların gerisinde, kadınlar için tahsis edilir. Sıkış tıkış, oraya sığmanız istenir. Hele yanınızda çoluk çocuk varsa, hepten zorluk olur hem sizin için, hem cemaat için.

Bu kez cemaat namına toplam üç kişi var. O halde dedi eşim, izin verin bari caminin arka bölümünde, bir vakitler hanımlar için ayrılmış bölümde namazını kılsın eşim. İmam ise bana ısrarla arkaya, o kapalı bölüme geçmemi söylüyor. Ama diyorum, başıma daha önce de geldi, oraya mikrofon sistemi konulmadığı için, sizin sesiniz gelmiyor, bense buraya cemaatle namaz kılmaya geldim. Gerisini içimden ekledim: Buna engel olmak bir vebal yüklemesin sonra size!

Giderek huşum azalıyordu, imam beni cemaatle namaza teşvik edecek yerde, çık git, ayakkabı dolabının arkasına işini gör demeye getiriyordu. Gözlerim dolmuştu. Sessizlik oldu. Peki dedi imam, geç şöyle arkada dur. Bu buyurganlık ve zar zor koparılan izin karşısında minnettar olmam gerekiyordu. Aşk olsun dedim içimden hüzünle. Aşk girse keşke biraz da camilere…

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ