Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Olaylar
Yeni Şafak gazetesinde Nazif Gündoğan, İbrahim Karagül ,Leyla İpekçi, Akif Emre, Atilla Yayla, Abdulkadir Selvi; Radikal’dan Oral Çalışlar; Star gazetesinden Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, Yalçın...
EMOJİLE

Yeni Şafak gazetesinde Nazif Gündoğan, İbrahim Karagül ,Leyla İpekçi, Akif Emre, Atilla Yayla, Abdulkadir Selvi; Radikal’dan Oral Çalışlar; Star gazetesinden Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, Yalçın Akdoğan, Taha Kıvanç; Sabah’tan Mehmet Barlas, Emre Aköz, Hasan Celal Güzel; Akşam’dan Kayahan Uygur, Fahrettin Altun; Vatan’dan Hüseyin Yayman  bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması gereken yazılar…

Nazir Gündoğan: Öldüren öldürülür

Akıllı telefonların işgali altında, akılsız şehirlerle kuşatılmış, kökleri derinlerde, kültürel ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya bir dünyada yaşıyoruz. İnsan hayatını hiç önemsemeyen, herşeyi bilen, ben merkezli, siyasal liderlerle, dünya büyük bir yangın alanına dönüştü. Gökyüzünün sonsuzluklarına açılma ve denizlerin derinliklerine inme, yollarını açan, bilimsel ve teknolojik gelişmeler, insanlığın beklediği barış ve mutluluğu getirmedi.

Çocukların geleceğinden çalınan dünya kaynakları, böylesine sorumsuzca silahlanmaya harcandığı için, dünyada kimse ölmekten ve öldürmekten başka, bir düşünce, bir eylem tanımıyor ve bilmiyor. Dünyanın her ülkesinde, ekonomik, siyasal ve kültürel hayat, ‘Nasıl daha kısa yoldan, daha hızlı öldürülür’ ve ‘Savaşlarda nasıl daha uzun yaşanır, daha geç ölünür’ sorularına odaklandı. Artık dünyada herkes, ‘Öldürmeyen öldürülür’ korkusuyla yaşıyor. Kimse ölümü evinde beklemiyor.

Son iki yüzyılda büyük yaralar alan dünya gemisini, hem yüzdürecek, hem de batıracak olanlar, insanlardır. Nasıl geçmiş barışları ve savaşlarıyla, insanlar eliyle inşa edildiyse, gelecek de bilgileri ve bilgelikleriyle, insanların eliyle, yeniden inşa edilecektir. İnsanların, geçmişleri gibi, gelecekleri de birlikte oluşturulacaktır. Dünyanın ortak geçmişi vardır, ortak geleceği olacaktır. Dünyaya acımayan insana, dünya acımaz. Dünya insanda, insan dünyada yeniden doğmalıdır.

İnsanlar dünyanın sınırlı kaynaklarını ele geçirmek için, hem kendi aralarında, hem de tabiatla yüzyıllarca savaştılar. Dünya, insanlığın dört bin yıllık ve bilgelik birikiminden beslenen, yeni bir ‘paylaşma medeniyeti’nin temellerini atmak zorunda. Dünyanın yerüstü ve yeraltı kaynakları, bütün insanların temel ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılar. Yeter ki, dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimse dünyadan ihtiyacından fazlasını almasın ve aldığı kadar dünyaya katkıda bulunmayı bilsin.

Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, hiçbir ülkenin devlet ya da hükümet başkanı, adil yönetimde, İran’ın Nuşirevan’ından, Etiyopya’nın Neçasi’sinden geri kalmamalıdır. Adil yönetimin olmadığı dünyada, adil üretim ve adil tüketim olmaz. Adil yönetim, hayatın her boyutunda, yapılacak bütün açılımların temelidir. Montaigne’nin vurguladığı gibi: ‘Adaletin olmadığı yerde etik de yoktur.’ Adalet ve etik hayatın birbirinden ayrılmaz iki yüzüdür.

Adalet ve etiğin elele verdiği bir dünyada, güzel savaş ve çirkin barış olmaz. Einstein’in ‘Enerji eşittir madde çarpı hızın karesi’ formülü, barış içinde geçerlidir: ‘Barış eşittir adalet çarpı etiğin karesidir.’ Adil yönetimin olduğu bir dünyada, kimse haksızlığa uğramaz, herkes hakkını sonuna kadar savunur ve alır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Leyla İpekçi: Siyaset ve Dostluk

İçinde yaşamasak anlamakta zorlanacağımız onlarca haksızlığın içinden geçiyoruz yine. Vesayet döneminde Cumhurbaşkanlığı seçimi için sistemi kilitlemeye çalışan yapıyla mücadele ettiğimiz oranda irticacı, terörist filan ilan ediliyorduk. Geldiğim laik ulusalcı çevredeki dostlarımla aram bozulmuştu. O kadar ki cumhuriyet mitingleri döneminde ya uzağa düştük ya da sessizce dağıldık.

Zihniyet olarak herkesin bir gün ‘yeterince eğitildiğinde’ kendisine benzeyeceğini varsaymak, başkalarını kendin gibi kılmaya çalışmak bir seçkincilik hastalığı. Adalet ve hakkaniyet temelinde buluşamıyorsak, en azından anılarımıza sadık kalabilirdik. Bugün aynı mücadele başka dostlarla aramızda devam ediyor.

Erdoğan’ı bir başbakan olarak hakir gören, onu oraya biz getirdik, savcılarıyla hakimleriyle istediğimizi yaptıramazsak indiririz diyen bir zihniyet daha. Ona bir yandan iktidarı dahi yakıştıramıyorlar ama bir yandan ona oy verenleri güce biat etmekle suçluyorlar! Kendileri dışında kalan mütedeyyin kesimleri ‘bize düşmanlar çünkü biz ideoloji yapmıyoruz, iş yapıyoruz’ diye kodlayabiliyor ve buna inanabiliyorlar. Bu seçkinci bakış, dönüp dolaşıyor koskoca bir insan topluluğunu adaletten ve merhametten uzağa düşürebiliyor.

Gezi’den beri yine aynı durum. Evet diyorum, haklısınız, Başbakan’ın siz biz ayrımcılığı yaparak konuşması ateşli gençleri daha da kışkırtıyor, evet dindar nesil istiyoruz diye kendi doğrularını herkese dayatması da hatalı, evet Aleviler’i de rencide etti, evet, evet, kentsel dönüşümde de bir yığın sorun var… Fakat bu yüzden hukuk dışı darbelerle devrilmesini onaylayacak mıyız?

Eğer Gezi hareketi (işgal –occupy- mottasıyla) bir gece Dolmabahçe başbakanlık ofisine ve aynı anda Ankara başbakanlık konutuna doğru ilerleyen isyancıların mekanları işgal etmesiyle sonuçlansaydı hangi fotoğraf dünyaya servis edilecekti? Ki bu an meselesiydi. Mısır gibi kaosa düştüğümüzde, ekonomi kilitlendiğinde, kör kurşunlar gencecik yaşamları rastgele sonlandırmaya başladığında.. Elinizdeki o uluslararası ‘zalim diktatörü devirdik’ görüntüsü ne işe yarayacaktı? Bunda sizin payınız ne olacaktı?

IMF’ye olan borcumuzun sıfırlandığı günlerdi. Bizi on yıllarca esarete ve bağımlılığa mahkum eden sömürü sisteminden kurtulmuştuk. Memlekette kan dökülmesin diye bizzat savaşan tarafları barış müzakerelerine oturtmaya çalışan, bu uğurda suikastlardan saldırılara, tehdit ve şantajlara onca zulümle boğuşan birine diktatör dememizi istediniz. İçte ve dışta Türkiye’nin önünü kesmek isteyenlerin kanlı heveslerini çoğaltmak sizi hiç rahatsız etmedi mi?

Peki 17 Aralık veya 25 Aralık kalkışması başarılı olsaydı nasıl bir memlekette yaşıyor olacaktık? Hepimizin sonuna dek karşı çıktığımız yolsuzluklar sahiden tek meselemiz mi olacaktı? Halkın seçtiği başbakan indirildiğinde daha demokratik bir ülkeye mi uyanacaktık? Erdoğan hastanedeyken barış müzakerelerini yürütüyor diye MİT başkanını indirme operasyonunu nereye dek meşrulaştıralım? Ya Adana’daki tır operasyonunu savunmak? İllegal yollardan binlerce kişiyi yıllarca dinlemeyi makul bulmak? Komutanlara kızının gizlice çekilmiş mahrem görüntüleri üzerinden şantaj yapmayı, istifaya zorlamayı normal mı bulalım?

Yazının devamı için tıklayınız

Akif Emre: Reklamın iğvasında şehirler

Bir kavram ne kadar çok tüketiliyorsa o kadar içi boşaltılıyor demektir. Bir kavrama, bir değere, özellikle politik ve sosyal alanda, ne kadar çok vurgu yapılıyorsa aslında o değerin eksikliği, hatta yokluğu söz konusu demektir. Dönemsel olarak en çok eksikliği hissedilenin, toplumun en arızalı olduğu tarafın politik dilde, o dönemde en fazla öne çıkan, kullanıma, tüketime sürülen kavram olması şaşırtıcı değildir.

Entelektüellerimizden siyasetçilerimize, iş adamlarından belediyecilere çok geniş bir kesim tarafından son zamanlarda iki kavram bolca kullanılıyor; biri ‘medeniyet’ diğeri ‘şehir-kültürü’… Şehirlerimiz içinden çıkılmaz hal aldıkça, maddi medeniyet daha fazla bizi kuşatmaya başladıkça her iki kavramı daha çok tüketiyor, tükettikçe içini boşaltıyoruz. Bir eksiklik göstergesi olarak ‘medeniyet’ ve ‘şehir’ gösteren işlevi üstleniyor.

Şehirlerimizin anlamı bozulurken, şehirler anlam kaybına uğratılırken, yeni anlamlar yüklenerek adeta kimliksizleşiyor. Tıpkı insanımızın şehirle kurduğu varoluşsal anlamın bozuma uğraması gibi şehirler de tüketimle anlamlandırılıyor, tükettiğiniz kadar değer sahibi oluyorsunuz. Şehirler tüketimin ve onun ideolojik çerçevesi olan reklamların malzemesi haline geliyor.

Şehir Turgut Cansever’in tabiri ile ‘biyo-sosyal varlık düzeyi’nin sorunlarını çözmek için yapılara ihtiyaç duyar her şeyden önce… Şehir olmayı mümkün kılan yapıların bir ihtiyacı karşılamaktan çok bizzat kendisinin bir sorun olması, her şeyden önce fikri planda çözüm üretilmesi gereken bir durumdur.

Biyo-sosyal ihtiyaç düzeyini anlamlandıran, varoluşsal katmanlara cevap veren şehir yerine biyo-ekonomiyi önceleyen, bunu da biyo-tüketim temelli çözümleyen tüketim insanına özgü şehirler ortaya çıkıyor. Tüketim temelli bir ekonomiye uygun insan tipini besleyen reklam felsefesiyle ‘yeni şehir’ görünürlüğe ayarlı, kışkırtıcı, tahrik edici bir görüntüye sahip oluyor.

Kapitalist ilişki biçimlerinden, modern ideolojilerin indoktrinasyon ve propaganda tekniklerine, popüler kültürün tezahür biçimlerine bakıldığında hepsini kuşatan şeyin reklam ideolojisi olduğu anlaşılır.

Şehirlerde belediye ve piyasa el ele verince reklam panolarından geçilmiyor. Görsel, yazılı, işitsel medyalar bir yana herkesin ortak kullanım alanlarında tek taraflı dayatılan reklam panoları, reklam inceliğini bile aşmaya başladı. Gittikçe şehirle ilişkimizi terörize eden, bize bir şeyleri dayatan bir dil ve görsellikle her köşede karşımıza çıkıyor panolar. Belediyeler daha çok reklam alanı kazanmak için adeta yağmalanmamış elde kalan son görüş alanlarını panolaştırıyor.

Şehrin en güzel görünüm noktaları, peyzaj olarak şehirde yaşadığınızı hatırlatacak her alan ilk fırsatta panolarla çevriliyor; ışıklı, hareketli reklamlara maruz kalıyorsunuz. İşim gereği her gün İstanbul’un balkonu sayılan bölgesinden gidip geliyorum; yeşil alanı kapatmak ya da gözün alabildiğine seyredeceği görüş açısını kesmek pahasına cadde ve ara sokaklar her geçen gün biraz daha panolaşıyor.

Yazının devamı için tıklayınız

Oral Çalışlar :Kürt demokrasisi, Türk demokrasisi

Türklerin demokrasisi ayrı, Kürtlerinki ayrı değil. Türklerin hak ve özgürlükleri ayrı, Kürtlerinki ayrı değil. ‘Çözüm süreci’nin Türkiye’nin demokratikleşmesinin ana dinamiği olduğunu, başından beri savunanlardanım. Türkiye’deki ana kamplaşmanın, ‘çözüm süreci’ne karşı alınan tavır üzerinden şekillenmesini, bu çerçevede değerlendiriyor, bu kamplaşmayı bir anlamda kaçınılmaz buluyorum. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, seçim kampanyası sırasında Dersim’de yaptığı konuşmada; “Çözüm süreci kimsenin tekelinde değildir” diyerek bir adım attıysa da devamını getirmedi. Sözlerinin, yerel seçimlerde, mesela, Dersim’de karşılık bulmamış olmasını, bu bağlamda anlamaya çalışabiliriz. ‘Çözüm süreci’ni, yalnızca iktidarla BDP/PKK arasında bir pazarlık olarak gören ya da göstermeye çalışlan anlayış; buradaki büyük toplumsal beklentiyi, sosyolojik derinliği kavrayamadı, kavramak istemedi. Hatta, ‘Kürtlerin Türkiye’deki demokrasi sorunlarına sırt çevirdikleri, yalnızca kendi hakları peşinde koştukları’ gibi değerlendirmeler yapıldı, yapılmaya devam ediyor. Peki, Öcalan, oportünist bir siyaset mi izliyor? Veya “BDP/PKK hareketi, kendi haklarının peşinde koşarak, Türk demokrasisine sırt çeviriyor” gibi bir analizin temeli var mı?

Gerçekçi cevaplar arayacaksak, öncelikle şu saptamayı yapmamız gerekiyor: Türkiye’deki demokratikleşmenin asıl aksayan yönü, kimlikler konusundaki inatçı tutum. Genel seçimler, düşünce özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi alanlarda; başta Kürtler olmak üzere, kimlik talebiyle ortaya çıkan toplumsal gruplara geldiğimizde, bir duvarla karşılaşıyoruz. Türkiye’nin yakın tarihinden gelerek bu günlere uzanan otoriter geleneğini, Kürt meselesinden bağımsız olarak kavramak, elbette mümkün değil. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü; halen, en çok, Kürtlerin sorunu olarak öne çıkıyor. Hapisteki gazetecilerin neredeyse tamamı, Kürt sorunu nedeniyle içerde. Çok sayıda Kürt siyasetçi, yasal alandaki açık faaliyetleri yüzünden tutuklu.’Çözüm süreci’ demek, anayasanın ırkçı vurgulardan temizlenmesi demek. Anadilde eğitimin kabulü demek, Türkiye’nin çokkültürlü bir ülke olduğunun kabulü demek. Kürtlerin, Alevilerin eşit yurttaşlar olarak görüldüğü, yani bu alandaki psikolojinin gerçekten değiştiği bir zemin; Türkler ve Sünniler açısından da bir demokratik sıçrama fırsatı olabilir.16 aydan bu yana süren çatışmasızlık ortamında, Kürtler ve Türkler, çok şeyler kazandılar. Çocuklar ölmedi. Kin ve düşmanlık üretme çabaları, barışçı ortam nedeniyle etkisiz kaldı. İşte bu düşünceler içindeyken; Kürtlerin, sorunların barışçı yöntemlerle çözümü konusundaki kararlılıklarını, olumlu bir puan olarak, bir kenara yazmamız gerekiyor. Kürtlerle yürütülen süreç; Türkiye’nin sosyal psikolojisini olumlu dönüştürmeye devam ederse; ortaya çıkacak yasal çözümler de Türkiye demokrasisi açısından, bir ilerleme zemini oluşturabilir. Bazı değerlendirmelerimi belki fazla iyimser bulabilir, bu ilerlemeyi kendi gündelik yaşamınızda henüz hissetmiyor

olabilirsiniz. Ne olursa olsun, şunu görmekte yarar var: Türklerin demokrasisi ayrı, Kürtlerinki ayrı değil. Türklerin hak ve özgürlükleri ayrı, Kürtlerinki ayrı değil. Atılacak her ileri adım, iki tarafın da kazancı olacak. Kürtler, son bir buçuk yıldır tırmanan kutuplaşmanın tarafı olmamaya, özen gösteriyorlar. Şiddetin yaygınlaşmasına yol açabilecek tutumlardan, dikkatle kaçınıyorlar. Türkiye’deki toplumsal denge ve uyum açısından, önemli bir anahtar olduklarını, göstermeyi sürdürüyorlar.

Yazının devamı için tıklayınız

Fehmi Koru: Fotoğrafta Gül’ün eksikliğinin bir de bu yönü var

Ak Parti’nin bilinmezleri bilinir hale geldikten sonra yaptığı hemen bütün seçim anketlerinde gerçeğe en yakın sonuçları bulmak bir meziyet, ama daha önemlisi, KONDA araştırma şirketinin seçmen davranışlarını tahlil etmede kaydettiği isabet… KONDA’yı yöneten Tarhan Erdem-Bekir Ağırdır ikilisi bu bakımdan övgüye değer…

KONDA’nın 30 Mart yerel seçimiyle ilgili ‘sandık ve seçmen analizi’ raporu partiler tarafından didik didik edilmeye lâyık… Bekir Ağırdır’ın bir gazetede günlerden beri tefrika edilen değerlendirmeleri de öyle.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Bu şartlarda gelecekle ilgili siyasi planlarım yok” cümlesini her yorumcu kendi meşrebine göre ve genellikle ‘olumlu’ değerlendirdi; seçim sonrasında başlayan tezviratın önünü kesmesi yönünden yararlı da oldu o açıklama… Galiba tek aykırı yorum çok uzun yıllardır seçmen nabzını tutan Tarhan Erdem’den geldi.

Tarhan Erdem, dünkü Radikal yazısında, açıklamanın “Ben yokum” biçiminde yorumlanmasını ve Abdullah Gül’ün fotoğraf-dışı kalmasını doğru bulmuyor. Esas ‘görüş’, ona göre, Tayyip Erdoğan ile buluşup konuyu etraflıca konuşması sonrasında oluşacak… Beklediği, Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta ‘kardeşim’ diye andığı Abdullah Gül’e “Kal ve cumhurbaşkanı adayı sen ol” demesi…

Yazılarını takip edenler için bu bir sürpriz değil; Radikal yazarı, konuya ilişkin her makalesinde Tayyip Erdoğan’ın ‘bugünün şartlarında’ başbakanlıkta kalması gerektiğini savunuyor. Yeni de değil bu tavrı; yerel seçimden çok önceden başlayarak sürüp gidiyor…

Son yazısının öncekilerden farkı, içinde ‘tehlike’ ve ‘cezalandırma’ sözcükleri geçtiği için, Ak Parti açısından ciddi bir ‘uyarı’ içermesidir. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adaylığı, onun sözcükleriyle, ‘başbakanlık, Ak Parti başkanlığı ve cumhurbaşkanlığını birleştirme amaçlı’ bir girişim anlamına geliyor… Bunu ‘ülke için birçok yanlışın, düzeltilemeyecek kötülüklerin başlangıcı’ olarak görüyor Tarhan Erdem…

Hiç kuşkusuz ‘bugünün şartlarında’ aykırı bir görüş bu; öyle olduğu için de kulak verilmesi gerekmeyebilir(di); yazısının sonuna, halkın bu duruma tepki duyacağına dair keskin bir cümle yerleştirmemiş olsaydı. “Halk bu yetki gasbını önleyecektir; şimdi önleyemezse, 2015 baharında veya hemen ertesinde çok acı biçimde cezalandıracaktır” diyor…

Uzun yıllardan beri halkın nabzını tutan bir araştırmacıdan, Ak Parti’nin ‘reformcu’ yüzünü övmekten ve yeri geldiğinde Tayyip Erdoğan’ı takdirden çekinmeyen bir yazardan söz ediyoruz… Halkın bu niyeti ‘yetki gasbı’ olarak görmesiyle ‘tehlike’ algısına sapacağı ve bunu durdurmaya çalışacağı beklentisini bir ‘hüsnü kuruntu’ mu sayacağız?

Yazının devamını görmek için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Kıyamam

Hani anne kıvamındaki kadınların diline çok yakışan bir ifade vardır: “Kıyamam” derler şefkatle.Türkiye, mahalli seçimler öncesinde normalde “Kıyamam” denecek hadiseler yaşadı. Maalesef kıyıldı, önlenemedi. “Anne şefkati” devre dışı kaldı.

Olay, aynı zeminde oluşan iki yapının içine sürüklendiği kıyım duygularıydı. Önce Tayyip Erdoğan’a kıyılmak istendi “dostlar”ca, sonra da şimdi kıyanlara kıyılıyor, mukabele-i bil misil olarak.

Yazık.

Ben, her iki yapıyı Müslümanların “ortak bütçesi” gibi görme eğiliminde iken, “kıyamam” duyguları yaşarken, Tayyip Erdoğan’a insafsızca kıyıldığını görünce dayanamadım, “Yanlış bu” demek noktasına geldim.

Şimdi…

Tayyip Erdoğan – Abdullah Gül ilişkisinin en kritik safhalarından birisindeyiz.

Böyle bir kritik safha, 2007’de Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı gösterildiği süreçte yaşandı, araya Arınç’ın da girdiği iletişim ortamında, AK Parti’nin bu kurucu babaları suhuletle konuyu çözdüler.

Abdullah Gül Çankaya’ya çıktı, Tayyip Erdoğan Başbakanlığı üstlendi, Bülent Arınç, M. Ali Şahin Başbakan’ın hemen yanında yer aldı, Meclis başkanlığı Cemil Çiçek’e emanet edildi.

Süper denge idi.

Tayyip Erdoğan’ın siyasetin tam göbeğindeki rolünün hayati değerini ve A. Necdet Sezer’den sonra Gül’ün Çankaya’daki rolünün kıymetini siyasi tarih kaydedecektir.

Şimdi yeni bir karar anında Türkiye ve burada da, Tayyip Erdoğan – Abdullah Gül ismi yine tayin edici rolün içindeler.

İhtimallere dair bir yığın şey söylenebilir. Ama iş gelip, Tayyip Erdoğan nerede duracak, ona göre Abdullah Gül nasıl bir konuma yerleşecek ve onun hemen yanında da AK Parti yönetimi nasıl belirlenecek noktasında odaklaşıyor. Birçok başka şey, bu ana eksenin oluşumuna bağlı olarak şekillenecek.

İki lider “Konuşur, hallederiz” modunda yola çıktılar. Ve “Birbirimizle ilgili durumu medyadan öğrenmeyiz” mealinde konuştular. Normalde de “kardeşlik hukuku ve dava birlikteliği” her iki lideri önemseyen çevrelerde her şeyin suhuletle ilerleyeceği ümidini oluşturuyor.

Bununla birlikte sorun potansiyelinin kaygılara yol açmadığını söylemek de mümkün değil. Halk oyu ile seçilen, sadece anayasadaki yetkileri kullansa bile bir tür “fiili başkan – yarı başkan” olabilecek, hele Tayyip Erdoğan gibi “koşup terleme”yi Çankaya normu olarak ortaya koyan bir Cumhurbaşkanı ile halen yürürlükte olan “parlamenter düzen” içinden gelen ve parti başkanı olan bir Başbakan, kardeşlik hukuku içinde bile olsa problem yaşamazlar mı?

Bu soru, “Türkiye, işi kardeşlik hukuku içinde halletmeye imkan verecek ölçüde steril bir ülke mi, bizler, her bir insan, nefsini, şeytanını bağlayacak ölçüde steril miyiz, kendi ikballeri ile bizim statülerimiz arasında derin alakalar kurup, bizlere rol biçen etrafımız steril mi?” soruları ile o kadar bağlantılı ki.

Sayın Gül’ün Kütahya’daki “Bu şartlarda siyasi gelecekle ilgili siyaset planım yok” sözü  Başbakan’la yaptığı perşembe görüşmesinden sonraki ilk açıklaması oluyor. Bu sözlerin siyaseti hareketlendirdiği bir gerçek. Başbakan “Kendisi ile konuşmadan bir şey söylemem” diyerek “manşetlerle haberleşmeme” ilkesine riayet etti. Acaba sayın Gül, “manşetlerle haberleşmeme” ilkesini pas mı geçmiş oldu Kütahya açıklaması ile? Hangi sebeple?

Tayyip Bey, şu ana kadar tabii, olması gereken, istişare gibi bir süreci işletiyor.

Bu süreç işlerken, çok net biçimde onun Çankaya yolunun açıldığı, üstelik “Fiili başkanlık” ihtimalinin tahkim edildiği bir gerçek. Başbakan da son olarak “10 Ağustos’ta millet kendi başkanını seçmek için sandığa gidecek” dedi bu arada.

Yazının devamı için tıklayınız

Yalçın Akdoğan: Nasıl bir devlet başkanı?

Başbakan Erdoğan’ın ‘halk başkanını seçecek’ sözü Başbakanlık sistemine geçiş özlemi olarak yansıtılıyor. Doğrusu Cumhurbaşkanı veya Devlet Başkanı da ‘başkan’dır, başbakanlık sisteminin başındaki isim de ‘başkan’dır.

Malum batıda hükümet başkanı ve devlet başkanı tanımları ağırlıkta. Hükümetin başındaki isme Başbakan, devletin başındaki isme ‘devlet başkanı’ diyorlar. Bu yönüyle Cumhurbaşkanı devlet başkanıdır.

Peki halkın seçtiği devlet başkanı nasıl bir misyon ve fonksiyona sahip olacaktır?

Halkın seçtiği devlet başkanının nasıl bir yönetim sergileyeceği, koltuğa nasıl bir anlam kazandıracağı, yeni durumun içini nasıl dolduracağı önem taşıyor. Halka gidip oy isteyen, kampanya yapan, ortaya siyasi vizyon koyan bir Cumhurbaşkanı’nın farklı bir siyasi anlamı ve gücü olacağı muhakkak…

Anayasa ve yasalar çerçevesinde göreve gelen ilk (halk tarafından) seçilmiş Cumhurbaşkanı biraz da yeni dönemin kodlarını belirleyecek. Yeni dönemde ilişki sistematiği nasıl olacak? Bu, şahıslardan azade olarak önemli bir konudur.

***

Son dönemde “Yetkili ve sorumlu başbakan ile yetkisiz ve sorumsuz başbakan arasındaki ilişkinin sorunlu olacağı” yönünde bir düşünce öne sürülüyor.

Özellikle “Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde yerine gelecek Başbakan’la sorun yaşayacağı” yönünde kaygılar pompalanıyor.

Bütün yaklaşımlarını Erdoğan karşıtlığı üzerine kuranlar, Erdoğan’dan başka bir ismin Cumhurbaşkanı olması halinde sorunun hallolacağını düşünüyorlar.

Meseleleri ilkesel ve kurumsal düzeyde değil de kişisel bazda değerlendirmek doğru bir yaklaşım değildir.

***

Erdoğan’ın adaylığını ilan etmesini anayasayı ihlal ve meydan okuma olarak tanımlayan Tarhan Erdem, uzun zamandır keskin ve şık olmayan cümlelerle Erdoğan’ın adaylığına karşı çıkıyor, “Erdoğan olursa ülkede huzur kalmaz” diyor.

11 yıldır ülkeyi idare eden Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde “ülkeyi huzursuzluğa sürükleyeceği, kötülüklerin başlangıcı olacağı” tezi açık bir önyargıdır. Anayasayı ihlal ve meydan okuma lafları ise açık bir saçmalamadır.

Jakoben ve dayatmacı anlayış yıllarca AK Parti camiasına tepeden bakmış, efendilik taslamış, her türlü aşağılamayı pervasızca yapabileceğine inanmıştır. Millet, 12 yıldır saygısız anlayışlara ve müdahalelere karşı durmuş, ‘muhtar bile olamaz’ denilen Erdoğan’ı devletin zirvesine taşımıştır.

Yazının devamı için tıklayınız

Taha Kıvanç: CHP’nin mutfağa değil kulaklarını temizlemeye ihtiyacı var

Seçimin siyasi mağlubu CHP’den “Mutfak, mutfak” sesleri yükseliyor… Ak Parti’nin akıllı danışmanları varmış; sosyologlardan, psikologlardan, siyaset bilimcilerden destek alıyormuş… CHP’nin de Ak Parti’ninkine benzer bir mutfağı olsaymış…

Bu mutfak edebiyatı benim için çok eğlendirici…

Herhalde başkaları da vardır, ama benim tanıdığım iki CHP’li, Ak Parti’den bakanların, “Keşke bunlar bizde olsa” diye iç geçirebilecekleri çapta iyi birer aşçı… Mutfaksa, işte size mutfağınızı teslim edeceğiniz iki şef: Binnaz Toprak ile Sencer Ayata… Biri Boğaziçi’nde, diğeri ODTÜ’de profesördü CHP öncesinde… Dünyanın öndegelen üniversitelerinde misafir öğretim üyesi olarak bulunmuş her iki hocanın da siyasete dönük kapsamlı araştırmaları var…

CHP nedense ikisi de Meclis’te CHP sıralarında oturan Sencer ve Binnaz hocaları dinlemiyor, onların görüşlerine kulak asmamayı yeğliyor…

Prof. Sencer Ayatayerel seçimden hemen önce kendisiyle görüşen Habertürk’ten Muharrem Sarıkaya’ya şunu söylemişti: “Görünen o ki, AKP yüzde 45’in üzerine çıkmaz; CHP de yüzde 27’inin altına düşmez.”

Yerel seçim sonuçlarının, Ak Parti yüzde 45.5, CHP de yüzde 27.7 oy aldığına göre, Sencer Hoca’nın beklentisi istikametinde gerçekleştiğini biliyoruz…

Seçime beş kala sonucunu bilebilen rakip partiden biri, kendisine “Ne yapmalıyız da CHP’yi vatandaşlar için cazip hale getirip seçimlerde daha iyi bir sonuç almalıyız?” diye sorulmuş olsaydı, herhalde tatmin edici bir yol haritası verirdi. Partide ‘genel başkan yardımcısı’ unvanı taşıyan, uğraş alanı sosyoloji ve siyaset bilimi olan birine kulak verilmiyorsa, “Mutfak, mutfak” diye çığrışmanın ne anlamı var?

Dün bir gazetede Prof. Binnaz Toprak’la yapılmış bir mülâkat yayımlandı. Ak Parti’nin ‘halkçı’ bir parti olduğunu anlatmış; Başbakan Tayyip Erdoğan’dan ‘karizmatik’ diye söz etmiş… Belli ki, gazeteciyle konuşurken hocalığı siyasetçi kimliğine baskın gelmiş…

Kızacaktır CHP’liler kendisine, kızsınlar… Kızmak için kendisiyle yapılmış röportajı okumaları gerekecek ya, umarım, o sayede, partidaşları bir hocanın söylediklerinden dersler çıkarırlar…

CHP’nin ilk yapacağı, siyasi muarızını doğru okumak bence… Profesör kimliğiyle Binnaz Toprak bunu yapıyor. Okuyalım: “Tayyip Erdoğan karizmatik bir lider. Halk adamı olmasının payı var. Yaptıkları iyi şeyleri göz ardı etmek gerekmez. / Mitinglerde Başbakan için çıldıran başörtülü kadınların olması tesadüf değil. AKP onlara ilk defa bu ülkenin onurlu eşit vatandaşları olduklarını hissettirdi. Başbakan’ın onların anlam dünyasına hitap eden bir tarafı var. Hayat boyu Türkiye’nin elitleri tarafından aşağılanmış, küçük görülmüşseniz, sizi üste taşıyan bir iktidarı tabii ki desteklersiniz. Refah Partisi döneminden itibaren o güne kadar kendi halinde yaşamış mütedeyyin kesimin başörtülü kadınları mobilize oldu, kapı kapı dolaştı. Bu çok oy getirdi.” (Ben siyahladım. TK)

Neymiş, anladınız mı? CHP’lilere soruyorum elbette…

“AKP’nin en önemli başarısı nedir diye sorarsanız, orduyu siyasetin dışına çekmesidir. Türkiye’de bugün siyaset sıkışmışsa, bunun nedeni, 1980 darbesi ve ordunun siyasete müdahalesidir.” Bu cümle de Prof. Toprak’a ait… 

Yazının devamı için tıklayınız

Atilla Yayla: Sandık mı Sokak mı?

Bir süre önce, tesadüfen, nasyonal sosyalist bir gazetede bir köşe yazarının satırlarına göz attım. Yazar, 30 Mart seçimlerinin sonuçlarını değerlendiriyor ve duyduğu büyük hoşnutsuzluğu yansıtıyordu. Olabilir; hiç kimse seçim sonuçlarından memnun olmak zorunda değil ve herkes kendi açısından, kendi meşrebince, seçim sonuçlarını değerlendirerek memnuniyet de memnuniyetsizlik de ifade edebilir. Fakat yazı çok ilginç bir şekilde ‘Sokakları ve meydanları sandığa boğdurmayacağız’ sözleriyle bitmekteydi.

Her ülkede bir siyasî otorite var. Bu otorite toplumda meşru kabul edilen bir yolla belirlenmekte. Eskilerde, iktidarın hanedanlara ait olduğunun kabul edildiği zamanlarda, neredeyse hiç kimse bunu sorgulamıyor ve iktidarın babadan oğula geçmesini normal ve meşru karşılıyordu. Demokrasi bir bakıma bu yönteme reddiye olarak gelişti. Demokrasilerde en üstün kamusal otorite olan siyasî iktidar yarışmacı seçimlerle belirlenir. Bu yönüyle demokrasi bir oyun gibidir. Kuralları önceden bellidir ve iktidarı isteyen bu oyunu oynayıp kazanmak zorundadır. Bu, demokrasilerin her zaman en iyilerin iş başına gelmesini sağladığı anlamına gelmez. Platon’dan beridir demokratik siyasete yapılan eleştirilerin çoğu günümüz demokrasisi için de geçerlidir. Ancak, yine de, demokrasi siyasî iktidarı belirlemenin bilebildiğimiz en iyi yoludur.

K. Popper konuya başka bir bakış açısı eklemiştir. Ona göre, demokrasinin asıl erdemi halkın tasvibini alan kişileri iş başına getirmekten çok kötü yönetimlerden asgarî maliyetle kurtulmayı sağlamasında yatmaktadır. Bu bakışta da kuvvetli bir doğruluk payı var. Toplumda geniş memnuniyetsizlik yaratan iktidara karşı silahla ayaklanmak yerine sandıklarda ayaklanmanın ve insan kaybına sebep olmadan iktidardan kurtulmanın icadı insanlık için gerçekten harika bir kazanç olmuştur.

Gelgelelim, nasyonal sosyalist yazardan yukarıda aktardığım ifade demokrasinin bir yöntem olarak reddi anlamına gelmekte. Yazara göre, iktidarın asıl kaynağı sokaklar ve meydanlardır. Sokakları ve meydanları kontrol eden iktidarı da kontrol etmelidir. Bunun bir yöntem olarak yerleşmesi ne mümkündür ne de, mümkün olsa bile, insanlığa hayırlıdır. Bir defa, sokak ve meydan kontrolü oy saymak kadar boyutları kesin ve teşhis edilebilir bir yol olamaz. İkincisi, bu yöntem şiddeti teşvik eder. Aynı meydanlarda ve sokaklarda hâkimiyet kurma peşinde koşan toplum kesimleri aralarındaki ihtilâfı nasıl çözecektir? Elbette, şiddet kullanarak. Ancak, şiddetle bir sokağı veya meydanı ele geçirmek asla bir son olamaz. Kaybeden çevre en kısa zamanda gerekli hazırlıkları yapıp hâkimiyeti ele geçirmeyi tekrar deneyecektir. Bu, sonsuz bir şiddet sarmalının doğması ve şiddetin gitgide yoğunlaşması sonucunu verir. Kaldı ki, demokraside kamusal alan olan sokakların ve meydanların hiç kimseye ait olmaması, herkesin kullanımına, yararlanmasına açık tutulması gerekir. Sokak ve meydan hâkimiyeti yöntemi toplumu birleştirmez parçalar. Barışı değil şiddeti, sosyal ilişkileri geliştirmeyi değil budamayı teşvik eder. Kısaca, hangi açıdan ele alınırsa alınsın, sokak ve meydan hâkimiyetini iktidarın kaynağı yapmak uygarlığa yarayışlı bir yol ve yöntem değildir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: 17 Aralık’la hesaplaşma..

17 Aralık darbe girişimi sonrası ilk ciddi hukuki süreç başlatıldı. Adana Cumhuriyet Başsavcılığı, yasa dışı dinleme soruşturması kapsamında 2 emniyet müdürü ile biri emekli 7 polis hakkında 56’şar yıl hapis cezası istemiyle ağır ceza mahkemesinde kamu davası açtı.

Daha önce başlatılan ancak yargıdaki ‘direnç’ nedeniyle akamete uğratılmaya çalışılan, gözaltına alınanların serbest bırakıldığı süreç, dava ile güçlü bir motivasyon kazandı.

Mahkemenin ‘suç’un tespitine yönelik tanımlamaları şüphesiz siyaseti de, toplumsal reaksiyonları da birebir etkileyecektir. Gözaltına alınanların yeniden yakalanması istemini içeren iddianamenin suçları kısmen de olsa kişiselleştirdiği ama yine de ‘organizasyon var’ tespiti yaptığı göz önüne alınırsa, bu suçların ‘darbe girişimi’ kapsamında değerlendirilmesine yönelik eğilimi güçlendirmiş sayılabilir.

Türkiye kamuoyunun geniş bir kesimi, 17 Aralık sürecini darbe girişimi olarak niteliyor. Açılacak her davada mahkemelerin tespitleri parça parça ‘darbe girişimi’ni bütünleştiren bir resim ortaya çıkaracak gibi.

O zaman da yasadışı dinlemeler, ‘devlete müdahale’ eden kadroların işlediği cürümler kapsamına ele alınacak ve Türkiye çapında soruşturmalara kapı aralayacaktır.

17 Aralık’la başlayıp 30 Mart seçimlerine kadar Türkiye’yi ağır bunalıma sokan ‘müdahale’ye karşı Adana’da açılan davaların benzerleri başka hangi illerde açılabilir? Bugün itibariyle Mersin’de, İzmir’de, Ankara’da, İstanbul’da veya Türkiye’nin bir çok ilinde benzer soruşturmalar başlatılmasına yönelik ciddi bilgi ve bulgular mevcut.

Binlerce insanı, ‘aynı organizasyon’ kapsamında dinleyip kayda alanların, haklarında ‘suç ve organizasyon şemaları’ oluşturanların, bazılarını ekonomik şantajlar için bazılarını siyasi davalar ile tasfiye etme teşebbüsünde bulunanların suçlarının bireyselliğinden söz edilemez. Öyleyse, bu suçlara iştirak edenlerin bireysel suçlar kapsamında yargılanmalarının ötesinde, söz konusu organizasyon kapsamında da soruşturulması gerekiyor.

Zaten parçalar birleştirildiğinde, illerde açılacak soruşturmalar birleştirildiğinde, Türkiye’nin nasıl bir tehditle yüz yüze bırakıldığı da ortaya çıkacaktır.

Bu tehdidin Tayyip Erdoğan’a ya da Ak Parti’ye karşı siyasi tavır alma gibi bir kamuflajla gizlenmesi, tehdidin bütün boyutlarıyla hafızalardan silinmesi anlamına gelecektir. Oysa ortada; Türkiye’nin iç politikasından dış politikasına, ekonomisinden toplumsal yapısını hedef alan, uluslararası boyutu öne çıkan, içerideki kadroların bir bütünlük içinde harekete geçirildiği belli olan müdahaleler süreci vardır.

17 Aralık kadrolarının hiçbir şey olmamış gibi pervasızca yürüttüğü savaşa, yargı kadrolarındaki dirence bakılırsa çok zor, sancılı bir süreç başlayacak.

Devlet iktidarını ele geçirme ve sivil iktidarı devirmeye ayarlı müdahalenin yargılanması, en azından suçun tespiti, siyasi hesaplaşmanın hukuki boyutunun ortaya konması 30 Mart seçim sonuçlarının verdiği mesajın da anlaşılmasını sağlayacaktır.

Seçim öncesi öyle bir fırtına estirildi ki; hükümet gidecek, Erdoğan’a kelepçe takılacak, ona destek veren siyasi kadrolar tasfiye edilecek, medya yeniden dizayn edilecek, belki yüzlerce insan gözaltına alınacaktı. Şimdi masum pozlarına bürünen bazı karakterler o zamanlar şahindi ve herkese gözdağı veriyordu.

Hiç kimsenin Türkiye’ye bu kabusu yaşatmaya hakkı olamaz. Siyasi, ekonomik ya da örgütsel çıkarları için, Türkiye’den daha fazla taraf oldukları ülkelerin çıkarları doğrultusunda bu ülkede kitlesel tasfiyelere girişenleri masum göstermeye de kimsenin hakkı yoktur.

17 Aralık sonrası ‘bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz’ diyenlerin eylem planları doğrultusunda bu ülkeye ayar vermeye kalkışanlar şimdi ‘masum’, ‘mazlum’ rollerine bürünmesinler. ‘Devlet bize zulmediyor’ diyenler çok değil birkaç ay önce devleti de toplumu da diz çöktürmeye çalışıyordu. ’28 Şubat mantığı’ diyenler, aslında 28 Şubat döneminde hiç de ortalarda yoktu.

30 Mart seçimleriyle milletin kendilerine diz çöktürdüğünü gördüler. Bir gün önce bunu öngöremediler. ABD öngöremedi, Avrupa Birliği ülkeleri öngöremedi, Doğan grubu medyası öngöremedi, ABD ve Avrupa’nın Türkiye karşıtı medya grupları öngöremedi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvi: Çankaya için yol haritası

2007’deki Cumhurbaşkanlığı sürecinde, Başbakan, ‘Cumhurbaşkanı kim olsun’ sorusunu balıkçılara dahi sormuştu.

Bu kez de kebapçılara sormasını bekliyoruz. Ama taksiciler olmazsa olmaz. Çünkü halkın nabzını en iyi onlar tutar.

Daha önceki dönemlerde kimin Cumhurbaşkanı olması gerektiği konusu büyük bir esrar perdesi altında konuşulurdu.

Balıkçıyı, kebapçıyı düşünen yoktu. Askere sormadan olmazdı. Zaten sormazsanız o sizin hatırınızı sorardı.

Süleyman Demirel, AP’nin çiçeği burnunda genel başkanıydı. Cemal Gürsel, iş göremez’ raporuyla görevden uzaklaştırılınca, Cumhurbaşkanının kim olacağını belirleme görevi çiçeği burnundaki Başbakan Süleyman Demirel’in omuzuna yüklenmişti.

Süleyman Demirel o sıralar Başbakanlığın hemen arkasındaki Saraçoğlu Mahallesi’nde oturuyordu. Bir gece yarısı evin arka kapısından çıktı, korumalarını atlatıp, az ilerideki Genelkurmay Başkanlığı konutuna girdi. Orada Cevdet Sunay’a Cumhurbaşkanlığı önerisinde bulundu.

Demirel’in Cumhurbaşkanı seçtirdiği Cevdet Sunay 12 Mart muhtırası verildiğinde Demirel’in telefonlarına çıkmadı.

Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı seçilmesini ise Başbakan Ecevit sağladı. Ancak MGK toplantısında Ecevit’in önüne Anayasa kitapçığı fırlatan Sezer, Ecevit’in siyasi hayatının finalini ağır bir ekonomik ve siyasi krizle yapmasını sağlayan sürecin düğmesine basmış oldu.

Bu iki örneği hatırlatmakla yetineceğim.

Bu iki örneğin Abdullah Gül- Recep Tayyip Erdoğan ilişkisini yansıtmadığının da altını çizeceğim.

Abdullah Bey ne bir generaldi ne de Anayasa Mahkemesi Başkanı. Siyasetin her kademesinden süzülerek gelmiş, AK Parti’yi kurup, Başbakanlık gibi görevler üstlenmiş bir isimdi.

Cumhurbaşkanı Gül, Ahmet Necdet Sezer olmadığı gibi Başbakan Erdoğan da Ecevit değildi.

Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ilişkisi Türkiye açısından farklı bir model oldu.

Erdoğan-Gül ilişkisi daha önce aynı partiden Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık yapan Özal-Yılmaz ve Demirel-Çiller örneğinde olduğu gibi de cereyan etmedi.

Krizlerde, demokrasi gemisinin sahili selamete ulaşması için işbirliği yapan bir Cumhurbaşkanı ve Başbakan modeline tanık olduk.

Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, Kuvvet Komutanları ile topluca istifa ettiğinde daha önceki dönemlerde olsa, Başbakan’ın ne kadar kısa süre içerisinde istifasını sunacağını tartışırdık. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ döneminde yaşanan YAŞ krizinde de hükümetin ne zaman devrileceğini ölçmek için kronometremizi çalıştırırdık.

Cumhurbaşkanı Gül- Başbakan Erdoğan modelinde ise tam tersi oldu. Demokrasimiz bu krizlerin içinden güçlenerek çıktı.

Türkiye yeni bir Çankaya sürecinin içine girdi.

Cumhurbaşkanı’nı halkın seçeceği bir dönem olacak. Türkiye tarihinde bir örneği olmayan, Başkanlık sistemi desen Başkanlık sistemine benzemeyen, parlamenter sistem desen parlamenter sisteme oturmayan yeni bir durum.

Demokrasi gelenekleriyle yaşayan bir sistem.

Halkın seçtiği ilk Cumhurbaşkanı aynı zamanda yeni Cumhurbaşkanlığı modelinin de şeklini belirleyecek, geleneğini oluşturacak.

Turgut Özal, 27 Mayıs darbesiyle devrilen Celal Bayar’dan sonra ilk sivil Cumhurbaşkanı’ydı. Özal’dan sonra kim Cumhurbaşkanı olacak sorusuna cevap aranırken, ilk sırada, ‘Sivil Cumhurbaşkanı’ şartı geliyordu.

Bir anekdotu paylaşmak istiyorum. Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı adayı olmak için BBP’lilerden de destek istemişti. BBP heyeti görüşme sırasında, ‘Yeni Cumhurbaşkanı sivil olmalı, alnı secdeye değmeli’ diye şartlarını sıralamaya başlayınca Süleyman Bey ayağa kalkıp, ‘Beni tarif ediyorsunuz’ demişti.

Yerel seçimlerden yüzde 45.5 oy çıkınca Tayyip Bey, ‘Millet beni tarif ediyor’ dedi mi bilmiyorum ama siyasetin navigasyon cihazı Başbakan Erdoğan’ın adım adım Çankaya’ya doğru ilerlediğini gösteriyor.

Bu noktada zihinlerdeki soru işareti şu?

Yazının devamı için tıklayınız

Mehmet Barlas: Pensilvanya yalakalarının işi çok zor

Ormanı göremeyen ağaçlara, denizi bilemeyen balıklara benzeyen bir okur- yazar kesim var bu ülkede… Bunlar okur- yazar oldukları için “Ümmi” değiller, ama yurt ve dünyaya yaklaşırken kesinlikle “Cahil” oldukları her fırsatta ortaya çıkıyor.

“Seçilmiş siyasi iktidar” kavramı da, yurtta ve dünyada yer alan değişim de, bu kesim için fazla bir anlam ifade etmiyor… Onlar Tayyip Erdoğan takıntısı yüzünden, yaşanan büyük değişimi ıskaladılar…

Çünkü onlar için “Seçilmiş” olmak değil “Güçlü” olmak önemliydi…

Sözünü ettiğimiz durumun somut yansımasını, geçen yıl “Gezi Kalkışması” ile başlayıp “17-25 Aralık dost modern darbe girişimi” ile dibe vuran süreçte, bu kesimin sözcülerinin “Güç yalakaları”na dönüşmelerinde gördük. 

Erdoğan devrilecekmiş… 

Bu süreçte AK Parti’nin sözde iktidara sahip olduğu, ama asıl iktidar sahiplerinin “Paralelciler” olduğu algısı oluşturuldu… Bu “Paralelciler çemberi”nin karar merkezinde bir bölüm medya, Gülenci örgüt, bir bölüm TÜSİAD sermayesi, yargının ve polisin belirli kesimleri ve Amerikan neocon’ları tarafından güdülen yerli düşünce odakları vardı.

Bunlar kendi çarpık algı yönetimlerine kendileri kapıldılar ve asıl iktidarın “Paralel Devlet”te bulunduğuna inandılar. Onlara göre Tayyip Erdoğan’ın devrilmesi an meselesiydi…

Ve bunların medyadaki temsilcileri bir anda “Güç yalakası” oldular.

Kimi “Barış Süreci”ni sabote etmeye ve PKK’yı yeniden eyleme itmeye çalıştı… Kimi Peygamber talimatıyla tweetleri iki misline çıkartıp, Başbakan ve ailesine dönük karalamalarla “Paralelciler”e yalakalık etmek görevini sürdürdü. Kimi de dış dünyada Türkiye imajını tahrip etmeye dönük çarpık algı üretimine geçti… Casusluk ve hainlik noktasına varan eylemlere bile Türkiye sahne kılındı. 

Sandık teferruatmış 

Bunlar halkı yok saydıkları için “Sandık teferruattır” söylemine de sarıldılar. Çoluk çocuğun çıkardığı tencere tava sesinin, halkın sesini bastıracağını zannettiler. Sözde merkez medya olarak kabul edilen gazetelerde “Başbakanın mezarına tükürülecek” içerikli yazılar yayınlandığını bile gördük… Lüks tüketim malı perakendecileri “Ben de çapulcuyum”lu pankartlar bile taşıdı…

O güne kadar Erdoğan’ı güç sahibi olarak görenlerin bir anda “Pensilvanya yalakası” olmalarını, “Şeriat tehlikesi var” diye feryat edenlerin cemaatçi kesilmelerini izlemedik mi? Kemalizm ile Gülenizmi CHP’de eşleştirme çabaları, hayretle izlenmedi mi?

Ama bu dönem önce Başbakan Erdoğan’ın halkı devreye sokan mitingleri ile, sonra da 30 Mart yerel seçim sonuçları ile sona ermiş bulunuyor.

Yazının devamı için tıklayınız

Emre Aköz:  Üçüncü Senaryo

Tartışmaları siz de izliyorsunuz…

Cumhurbaşkanlığıyla ilgili genellikle iki senaryodan söz ediliyor:

Birinci Senaryo: Başbakan Erdoğan aday olur ve çok büyük olasılıkla kazanır… Köşk’e çıktıktan sonra kendisine yürekten bağlı bir başbakanla, Türk usulü bir Yarı Başkanlık sitemini pratikte uygulayarak, ülkeyi yönetmeyi sürdürür… 

Not: Eski Meclis Başkanı, Mehmet Ali Şahin dün bir demeç verdi. “Partimizde Başbakan olabilecek dört kişi var” diyerek şu isimleri saydı: Bülent Arınç, Ali Babacan, Beşir Atalay ve Emrullah İşler… Bu isimler hakkında fikrim şöyle:

Bülent Arınç bol bol ‘Peki Beyefendi’ diyen bir Başbakan olamayacağı için Köşk ile ilişkisi hızla bozulur.

Ali Babacan teknik bir siyasetçi olarak bu işi yapabilir ama kendi ekonomi fikirleri olduğundan ve ABD tarafından beğenildiğinden, Erdoğan tercih etmez.

Beşir Atalay ve Emrullah İşler ise çok daha uygun isimler. Tabii bir de Binali Yıldırım… 

 İkinci Senaryo: Erdoğan çeşitli nedenlerle Başbakan kalmayı tercih eder. O zaman da AK Parti’nin Çankaya adayı Abdullah Gül olabilir. “Olabilir” diye pay bırakıyorum çünkü Gül’ün olması da şart değil.

Mesela halk tarafından tanınan bir Bülent Arınç niye aday olmasın?

Aslında Başbakan Erdoğan, tercihlerine direnmeyecek bir kişiyi Köşk’te görmeyi ister. Ancak o tipte bir kişinin (faraza Beşir Atalay) seçimi kaybetme olasılığı var ki her şey altüst olur. 

2019’a erteleyebilir 

Bir senaryo daha bulunuyor. Bu senaryo, ikincinin devamı, doğru dürüst değinilmiyor. Şöyle: 

Üçüncü Senaryo: Erdoğan, Başbakanlığa devam eder… Genel seçimlerde uygulanabilmesi için, bu yılın 15 Haziranına kadar seçim sistemi değiştirilir: ‘Dar Bölge’ veya ‘Daraltılmış Bölge’; AK Parti’nin işine hangisi geliyorsa, o yöntem yasalaştırılır.

Yeni yöntem sayesinde AK Parti, Anayasayı değiştirecek sayıda milletvekili kazanır. Böylece 2019’a kadar Anayasa’da değişiklikler yapılarak, hukuki ve kurumsal yapısı oturtulmuş bir Başkanlık veya Yarı- Başkanlık sistemine geçilir.

Yazının devamı için tıklayınız

Hasan Celal Güzel: 1 Mayıs tartışması ve yeni Gezi olayı hevesleri

Marks ile Engels’in ünlü ‘Komünist Manifesto’yu yayınladığı 1848’den beri, sosyalistler, proletaryanın temeli gördükleri ‘işçi sınıfı’nı ‘marksist devrim’ için ayaklandırmaya çalışmışlar ve ‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmadığı’nı söyledikleri işçileri, kendi iktidarları için istismar etmişlerdir. Emek ile Sermaye’nin çatışmasına dayanan marksist ideoloji, 1 Mayıs’a da bu açıdan bakmaktan vazgeçmemiştir.

Lâkin Türk toplumunda işçileri ideolojik bir çatışma için örgütlemek ve kullanmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Sosyalist işçi sendikası DİSK’in ve bir kısım CHP’li unsurların bu istikametteki çabaları da boşunadır. Zira işçilerimizi, artık küflenmiş bir ‘sınıf mücadelesi’ tezi çerçevesinde toplamak ve sevk etmek imkânsızdır. Diyalektik nazariyenin yanlış varsayımları, ‘üst yapı’nın(!) değer yargılarıyla yoğrulan Türk işçisini yönlendirmeye yetmemektedir. Buna karşılık, hemen her 1 Mayıs günü, özellikle İstanbul’da yaşanan çatışmalar ve gerginlikler toplumun huzurunu bozmakta; bundan da en büyük zararı, hiç kabahatleri olmamasına rağmen, işçilerimiz, esnaflarımız ve halkımız görmektedir. 

Kim aksini iddia ederse etsin, bu iktidar ‘işçi dostu’ bir iktidardır. Son, 11.5 yıllık dönemde, başta işçilerimiz olmak üzere dar ve orta gelirli insanlarımız için daha önceki dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde sosyal yardımlar ve gelir transferleri yapılmıştır. Bu dönemde -1923 yılı haricinde- Türkiye’de ilk defa 1 Mayıs 2008 Nisanı’nda Bakanlar Kurulu tarafından ‘Emek ve Dayanışma Günü’ olarak ilân edilmiş ve kutlanmıştır. Gene, 22 Nisan 2009’da TBMM’de kabul edilen 5892 sayılı Kanun ile 1 Mayıs resmî tatil ilân edilmiştir. Demek ki, ‘1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’ AK Parti İktidarı tarafından gerçekleştirilmiştir.

Bu gerçekleri bilerek, Başbakanı, Hükûmeti ve AK Parti’yi işçi düşmanı gösterme gayretleri tek kelimeyle nankörlüktür. 

1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlanması ısrarına gelince, ilk bakışta masum bir talep gibi görünse de yakın tarih hâfızamızı yoklarsak, bu ısrarın ne kadar büyük sorunlara, hattâ felâketlere sebep olduğunu görebiliriz. Bu konuda İstanbul’daki yetkili idarecilerin iyi niyetli ve müsamahalı tutumları -birkaç istisna haricinde- hep istismar edilmiştir. Sorarım sizlere, her yıl nisanda biz bu tartışmayı ve gerginliği yaşamaya mecbur muyuz?…

Üstelik bu defa Taksim Meydanı’na geçen seneki ‘Gezi Olayları’nın gölgesi düşmüştür. ‘Gezi Olayları’nın, tamamen Türkiye düşmanı çevrelerin bir oyunu olduğunu; buna terörist örgütler ile oportünist CHP militanlarının da katkısının bulunduğunu ve bir kısım halkın da istismar edildiğini artık -hâlâ militanlık heveslisi çevreler dışında- bilmeyen kalmamıştır. Gezi olayları, Başbakan Erdoğan’ın dirayeti, kararlı tutumu ve basiretiyle atlatılabilmiş ama Türkiye bundan çok zarar görmüştür.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kayahan Uygur: Türkiye’nin ajan sorunu

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı seçerek çağırdığı gazetecilere Türkiye ile ilgili görüşlerini anlatmış. Medya soruşturmaları ve Tweeter önlemlerinin Türkiye’nin imajına verdiği zarara değinmiş.  Acaba davetli gazeteciler de bu hassasiyetten cesaret alıp kendisine Mısır’ı ve idamları sormuşlar mıdır?  Dünyada milyarlarca insanın bildiği gibi, Mısır’la ilgili asıl karar ‘darbeye darbe demeyen’ Washingon’da alınmıştır. 40 yıl önce Şili’de Allende’yi katleden güçle, Mursi için idam kararı alan aynı güçtür, kimse laf kalabalıklığı yapmasın. 

Mısır’da 2013’de Tahrir Meydanı’nda toplanarak darbe çağrıları yapan liberal solcularla, 40 yıl önce Şili’de meydanlarda tencere-tava çalarak Pinochet’yi katliama çağıranlar aynı kumaştan dokunmuştur. İdam kararı alındı, Türkiye’de isteklerine ulaşamayanların yürekleri soğumuştur.     

Mısır’da darbenin faziletlerinden ve ‘İslamcı siyaset’ tehlikesinden dem vuran eski solcu veya eski ‘İslamcı’ liberal sekülerciler ile Şili’de işkence ve cinayetlerle zirve yapan liberal meşhur Şikago okulu profesörleri aynı zihniyettedir. ‘Tahrir boys’ veya ‘Şikago boys’ fark etmez. 

Ne garip bir tesadüftür ki, ABD’nin  Mısır’a olan askeri yardımı aşağı yukarı  529 milyon dolara iniyor ve 529 idam kararı alınıyor. 

Türkiye bu deneyimleri yaşamıştır. Merhum Adnan Menderes’i asanların arkasındaki güç kimdi? Irak’ta  Nuri Sait’in Sovyet sempatizanları tarafından devrilmesinden sonra, ABD Türkiye’de Menderes’in Batı çıkarlarını gereğince ve yeterince savunmakta zayıf kalacağını  düşündü. Sırf bu yüzden onu indirtti ve astırttı.  Bu kadar açık ve trajik. 

Askeri vesayeti kuran da, kendi çıkarları için manipüle eden de ABD’dir.  Soğuk savaş şartlarında bunun aksini düşünmek bile abestir. Radyolardaki 27 Mayıs anonsu ‘NATO’ya bağlıyız’ şeklinde değil miydi? 

Türkiye’de ‘durumdan vazife çıkarmak’ demek ABD nezdinde görev ve misyon aramak demekti. Yoksa 1960’taki, 1980’deki ve daha sonraki paralel çeteler  Kemalist  veya Atatürkçü gruplar değildi. 

ABD açısından askeri vesayet Türkiye’de soğuk savaşla birlikte sona erdi. Tüm NATO ülkelerinde olduğu gibi ABD etkisinin polis ve yargı içindeki paralel elemanlarla sağlanması öngörüldü. Fethullah örgütü  de böylece ‘işbaşı’ yaptı. ABD, 1990’larda Avrupa ülkelerinde zorunlu askerliği kaldırttı, iç güvenliği  polisle sınırladı, savunma harcamalarını neredeyse kendisi üstlendi  ve Türkiye’de de eski gözdesini  devre dışı bırakmak istedi. Asker içindeki  eski çete bunu kabul etmedi, yeni paralellerin de kendini beğendirme çabaları eksik olmadı. İki tür ABD vesayeti arasındaki rekabet 1990’lı yıllardaki kan gölüyle devam etti, ancak 2009’da bitti. 

Yazının devamı için tıklayınız

Fahrettin Altun: Tayyip Erdoğan ve Batı medyası

Geçen yazımı Tayyip Erdoğan’ın Türk medyasındaki temsilleriyle bitirmiştim. Bugün Erdoğan’ın Batı medyasındaki temsillerine, özellikle negatif temsillerine odaklanacağım.  

 

Bu neden önemli? 

Önemli, çünkü Türkiye’de siyaset mahrumu siyasetçi de, fikir yoksunu entelektüel de Batı’daki temsiller üzerinden gerçekliği okumayı şiar edinmiş durumdadır. 

İki yüz yıllık hikaye bu.

Bu hikayede Batı hem onay hem de şikayet makamıdır. 

Hatta ve hatta bizde matbuatın oluşma sürecinde bu onay ve şikayet sürecinin çok önemli bir payı vardır. 

Batılılaşma politikasını yürütenler yapıp ettiklerini basın aracılığıyla Batılı devletlere duyurmaya gayret etmişler, basın mensupları da yanlış gittiğini düşündükleri devlet politikalarını yine basın üzerinden “Batı kamuoyu”na şikayet etmişlerdir. 

Nasıl olmuşsa, sorunun merkezi çözümün merkezine dönüşmüştür.

***

Gelelim Erdoğan’ın Batı medyasındaki negatif temsillerine. 

Batı medyasında, iktidara geldiği ilk günlerden itibaren Erdoğan’ı olumsuz şekillerde tasvir edenler oldu. 

Ne var ki bu kişilerin tezleri uzun yıllar marjinal kaldı. 

Peki, bu negatif temsiller ana akım mecralarda ne zamandan sonra karşılık bulabildi? 

Şubat 2009’dan itibaren. 

Yani, Davos’tan sonra. 

Yani, Erdoğan’ın bütün dünya Müslümanlarının kalbini kazandığı “One Minute” çıkışından sonra. 

Evet, o tarihten sonra negatif Erdoğan temsilleri Batı medyasında tırmanışa geçmeye başladı.

Yazının devamı için tıklayınız

Melih Altınok: Acaba Binnaz Toprak ne der?

Geçtiğimiz günlerde Nur Sertel ve Birgül Ayman Güler gibi isimler partileri CHP’nin 30 Mart seçimlerindeki başarısızlığının nedenleri üzerine sert eleştirilerde bulundular.

Bu öz eleştiri serisine dün de CHP İstanbul milletvekili Binnaz Toprak Habertürk’e verdiği çok konuşulan röportajıyla katıldı. Toprak özetle Başbakan Tayyip Erdoğan ve partisinin halkın beklentilerini karşılayabilecek “pragmatizmi göze alabildiği” için oy aldığını, CHP’ninse bunu “beceremediğinden” kaybettiğini söylüyordu.

Sabah Toprak’ın röportajını okurken  “İnsanlık için küçük bir CHP’li içinse büyük” hissine kapılmadığımı söyleyeyim. Çünkü Binnaz Hanım zaten bir Muharrem İnce değil. Kaldı ki benzeri görüşleri başta partisinin toplantıları olmak üzere çeşitli platformlarda da dile getiriyordu.

Dolayısıyla röportajına daha maksimalist yaklaşacağım.

Toprak’ın röportajındaki iki kilit tespit var.

İlkinden, bu iyi niyetli yola koyuluşuna başından patinaj yaptırandan başlayayım. Toprak diyor ki:

“Fakirseniz bulgur makarna getiren partiye elbette oy verebilirsiniz. Biz aile sigortası önerdik, hayali bir şey gibi geldi. İnsanlar sağlık sigortasından ya da bize çirkin görünen TOKİ’lerden çok memnun. Hayatında ev sahibi olamamış insanlar için hoş herhalde.”

Evet, Binnaz Hanım insanlar için sağlık ve barınma gibi konular, bir estetik mevzuundan ziyade hakikaten hayat memat meselesidir. Dolayısıyla sizin söylediğiniz gibi, bu konularda “hayallerden” ziyade hayata geçirilmiş somut projelerle ilgilenirler. Hangi hükümetin, ulaştırma hizmetleri için asgari ücretlerini daha az tırtıkladığına bakarlar. Marmaray gibi, dinlenme saatlerine dahil olan ulaşım süresini kısaltan somut icraatlara oy verirler. Bu da ağzına çalınmış bir kaşık bal sonucu oluşan refleks değil, son derece rasyonel bir seçmen tutumudur.

Toprak’ın mülakatındaki şu cümlesi ise, partisi ve kendisi için sağlıklı bir öz eleştirinin yolunu açabilir.

“AK Parti onlara [dindarlara, muhafazakârlara] ilk defa bu ülkenin onurlu eşit vatandaşları olduklarını hissettirdi.”

Evet, tespit doğru ancak bu durumun yegâne nedeni de Erdoğan’ın karizması falan değil. Bu durum, Erdoğan’ın ulusal egemenliğin tecelli etmesi yolunda aracı vesayet kurumlarını talileştirmesiyle alakalı. Yoksa siz de takdir edersiniz ki istediğiniz kadar “yeter söz milletindir” deyin, halk yönetime katıldığını böylesine bir özgüvenle hissedemez.

Yazının devamı için tıklayınız

Hüseyin Yayman: Çözüm sürecine Dersim’den bakmak…

Tunceli’ye ilk defa yirmibeş yıl önce genç bir üniversite öğrencisi olarak gelmiştim. O vakitler Erzurum yolu Bingöl üzerinden değil, Tunceli ve Pülümür güzergahından geçerdi. Daha sonra bu yol tamamen yasaklandı. 20 yıl önce, 20 sonra Tunceli’yi düşünürken kendi kişisel hikayem gözümün önüne geldi. Yirmi yılda Türkiye, bölge ve hepimiz çok değiştik. Ancak bu değişim çok sancılı ve kederli oldu.

Sadece şu örnek dahi sanırım yaşanan değişimi görmek bakımından önemlidir. Elazığ’dan Tunceli’ye gelirken eskiden tam beş kontrol noktasından geçerdiniz. Şimdi tek bir kontrol noktasında durdurulmadan rahatça yol alabiliyorsunuz.

Dersim dört dağ içinde…

Tunceli, tarih boyunca birçok acıya şahitlik yapmış bir coğrafya. İmparatorluk dönemine uzanan bu sorunların temelinde merkezi idarenin düzenlemelerine karşı çıkan bir toplumsal muhalefet bulunuyor. Şeyh Sait olayı sonrasında Dersim’in de isyan edeceği korkusuyla bölgede sıkı tedbirler alındı. 1925 yılından 1938 yılına kadar devam eden olaylar, bölgeyi açık cezaevi durumuna getirdi. Dersim ismi Atatürk tarafından Tunceli olarak değiştirilirken, Tunceli Kanunu çıkarıldı. Başbakan İsmet İnönü’nün “Dersim vilayetinin oluşturulmasıyla birlikte askeri bir idare kurulması ve Dersim vilayetinin ıslahının bir programa bağlanması lazımdır” sözleriyle, 25 Aralık 1935’te 2884 sayılı “Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun” kabul edildi. Kısa süre sonra Dersim operasyonunun düğmesine basılırken insanlar mağaralarda zehirlendi. Mete Tuncay’ın ifadesiyle ‘Kurtuluş savaşında verilen kayıptan daha büyük ekonomik ve insani kayıplar yaşandı.’

20 yıl önce, 20 yıl sonra…

Bugün yaşananları anlayabilmek için 1938’e değil, sadece yirmi yıl öncesine gitmek yeterli. Tunceli Valiliği’nin 15 Ağustos 1994 tarihli, 1090 sayılı genelgesi ile uygulamaya koyduğu, “gıda malzemeleri hareketlerinin denetimi,” fiiliyatta Tunceli’de gıda ambargosuna dönüşmüştü.

Tunceli Valiliği’nin bu genelgesi ile şehrin giriş ve çıkışlarında bulunan kontrol noktalarında Merkez Jandarma Komutanlığı’ndan alınan “kontrollü gıda sevki” izin kağıdı olmadan yiyecek ve giyecek götürülmesi yasaklanmıştır. Güvenlik kuvvetlerinin köylerde yaptıkları operasyonlarda evlerinde elli kilodan fazla un bulunan hanelerden bu unlar alınıp Jandarma Karakolları’na bırakılmaktaydı. 1994 CHP Tunceli raporundaki şu ifadeler sanırım fazla söze gerek bırakmıyor: “1938’de Dersim’den sürgün edilenlere sağlanmış olan olanaklar dahi, bugün köyünden sürgün edilenlere çok görülmekte; yurttaşlarımız kendilerine yöneltilen bu zulmün nedenlerini anlayamamaktadır. Tunceli’de yaşayan vatandaşlarımız 1993-1994’de, demokratik ve çağdaş toplumlara yakışmayan, hukuksal temeli olmayan, Tunceli’yi adeta açık bir cezaevine dönüştüren bir uygulama ile karşı karşıyadır.”

Yazının devamı için tıklayınız