Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Olaylar
Yeni Şafak gazetesinden Markar Esayan, Ali Bayramoğlu, Atilla Yayla, Hayrettin Karaman, Akif Emre; Star’dan Fehmi Koru, Ardan Zentürk, Ahmet Taşgetiren; Sabah’tan Mehmet Bar...
EMOJİLE

Yeni Şafak gazetesinden Markar Esayan, Ali Bayramoğlu, Atilla Yayla, Hayrettin Karaman, Akif Emre; Star’dan Fehmi Koru, Ardan Zentürk, Ahmet Taşgetiren; Sabah’tan Mehmet Barlas, Haşmet Babaoğlu; Akşam’dan Mehmet Ocaktan; Vatan’dan Hüseyin Yayman bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması gereken yazılar…

Ali Bayramoğlu: Tarihi bir gün: Ermeniler, 1915 ve 99 yıl sonra gelen taziye

Marsilya’dayım.

Bu şehre en son 2005’te gelmiştim.

Aradan tam 9 yıl geçmiş. Hrant (Dink) ve Etyen’le (Mahçupyan) birlikte bu göçmen diyarında iki gün geçirmiş, Ermeni cemaatiyle temaslarda bulunmuştuk.

Hrant’ın yıllar sonra pasaportuna kavuştuğu ve Ermeni diyasporasıyla konuşmaya, Türkiye’deki Ermenileri, bir başka Ermeni hassasiyetini anlatmaya çalıştığı, çok parçalı Ermeni siyasi alanı üzerinde hareket ederek, çoşkulu ve içe dönük politika yaptığı günlerdi.

Marsilyalı Ermenileri nasıl da kızdırmıştı konuşurken, meydan okumuş, elleriyle masayı dövmüş, öfke ve nefreti yere vurmuş, sorunların demokrasi, diyalog ve toplumsal çabayla çözülebileceğini anlatmıştı.

O yıl, İstanbul’da ’19. Yüzyıl’da Osmanlı’da Ermeniler’ sempozyumu da yapılacak ve cin şişeden başka anlamda da çıkacaktı.

Türk akademisyenleri ve aydınları ilk kez böylesine açık, cesur ve iddialı biçimde Osmanlı’nın gayri müslim topluluklarından birisini, 1915’i konuşacaklardı.

Bu sempozyum tartışma devrini açmıştı. Gazetelerde, televizyonlarda, kitaplarda, panellerde 1915, 19. yüzyılın insan toplulukları, öyküleri eski bir sandıktan saçılan gizler gibi ortaya çıkmaya başlamıştı.

2008’de 30.000 kişinin imzaladığı özür kampanyası bu koşulların ürünüydü.

Bir yandan Türk kimliğinin arınması ve yeniden yapılanması yaşanıyor, öte yandan Ermenilere karşı bir tarih, vicdan ve hakikat borcu eda ediliyordu.

Aslında toplumsal siyaseti kuşatıyordu.

Ermenistan ile protokoller imzalanıyor, Türkiye-Ermenistan milli maçı bir diploması gösterisine dönüşüyordu…

Madalyonun elbet öte yüzü vardı.

Adalet Bakanı’nın meclis kürsüsünden 2005 sempozyumunu düzenleyenlere yönelttiği ‘arkamızdan hançerleniyoruz’ sözlerine, sempozyumu yasaklayan mahkeme kararına, Kerinçsizlerin ilk piyasaya çıkışına, ulusalcı meydan okumalara yine o günler tanıklık yapmıştı.

Marsilya’dayım.

Bu şehre en son 2005’te gelmiştim.

Aradan tam 9 yıl geçmiş. Hrant (Dink) ve Etyen’le (Mahçupyan) birlikte bu göçmen diyarında iki gün geçirmiş, Ermeni cemaatiyle temaslarda bulunmuştuk.

Hrant’ın yıllar sonra pasaportuna kavuştuğu ve Ermeni diyasporasıyla konuşmaya, Türkiye’deki Ermenileri, bir başka Ermeni hassasiyetini anlatmaya çalıştığı, çok parçalı Ermeni siyasi alanı üzerinde hareket ederek, çoşkulu ve içe dönük politika yaptığı günlerdi.

Marsilyalı Ermenileri nasıl da kızdırmıştı konuşurken, meydan okumuş, elleriyle masayı dövmüş, öfke ve nefreti yere vurmuş, sorunların demokrasi, diyalog ve toplumsal çabayla çözülebileceğini anlatmıştı.

O yıl, İstanbul’da ’19. Yüzyıl’da Osmanlı’da Ermeniler’ sempozyumu da yapılacak ve cin şişeden başka anlamda da çıkacaktı.

Türk akademisyenleri ve aydınları ilk kez böylesine açık, cesur ve iddialı biçimde Osmanlı’nın gayri müslim topluluklarından birisini, 1915’i konuşacaklardı.

Bu sempozyum tartışma devrini açmıştı. Gazetelerde, televizyonlarda, kitaplarda, panellerde 1915, 19. yüzyılın insan toplulukları, öyküleri eski bir sandıktan saçılan gizler gibi ortaya çıkmaya başlamıştı.

2008’de 30.000 kişinin imzaladığı özür kampanyası bu koşulların ürünüydü.

Bir yandan Türk kimliğinin arınması ve yeniden yapılanması yaşanıyor, öte yandan Ermenilere karşı bir tarih, vicdan ve hakikat borcu eda ediliyordu.

Aslında toplumsal siyaseti kuşatıyordu.

Ermenistan ile protokoller imzalanıyor, Türkiye-Ermenistan milli maçı bir diploması gösterisine dönüşüyordu…

Madalyonun elbet öte yüzü vardı.

Adalet Bakanı’nın meclis kürsüsünden 2005 sempozyumunu düzenleyenlere yönelttiği ‘arkamızdan hançerleniyoruz’ sözlerine, sempozyumu yasaklayan mahkeme kararına, Kerinçsizlerin ilk piyasaya çıkışına, ulusalcı meydan okumalara yine o günler tanıklık yapmıştı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Markar Esayan: Bugün 24 Nisan…

Aslında dün yazımı bu konu üzerinde yazmış ve gazeteye göndermiştim. Daha sonra Sayın Erdoğan’ın tarihi 24 Nisan taziye açıklaması geldi. Yeni bir yazı yazmak farz oldu. Önce Sayın Başbakan’ın 24 Nisan açıklamasından bazı önemli satır başlarını hatırlatmak isterim.

‘Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz. Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması acının öznesi için bir anlam ifade eder.

Atalarımızın dediği gibi ‘ateş düştüğü yeri yakar’.

Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir.

Türkiye’de 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir.

(…)

Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. Yüzyıl’ın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.

Aynı dönemde benzer koşullarda yaşamını yitiren, etnik ve dini kökeni ne olursa olsun tüm Osmanlı vatandaşlarını da rahmetle ve saygıyla anıyoruz.’

Şüphesiz bu ifadeler Türkiye’de bir ilktir ve bu ilk yine AK Parti Hükümeti ve Başbakan Erdoğan’dan gelmiştir.

Şimdi de henüz bu açıklama yapılamadan dün sabah yazdığım ilk yazıdan bir bölüm aktarmak istiyorum.

‘Açıkçası 1915’le ilgili yeni ahlaki tutumu ve zihinsel dönüşümü ben yine dindarlar ve Kürtlerden bekliyorum. Aslında bu oluyor da, bu konuya yaklaşımda son 10 yılda bu çevrelerde büyük bir değişim söz konusu. Hrant Dink diasporaya hep şunu söylerdi: ‘Türk kardeşlerimize tarih yanlış öğretildi. Gerçekleri bilseler bizim acımıza sahip çıkarlar. Onlara kızmayın.’

Bu noktada AK Parti’nin önünde 2015’te farklı bir tutum geliştirmesi için önemli bir fırsat var. Sorun ‘1915 bir soykırım mı değil mi’ tartışmasının 24 Nisan 2015’e kadar bir noktaya bağlanması değil. Burada önemli olan, bakışı Kemalistler ve Neo İttihatçılardan ayırmak ve yeni bir ahlak geliştirmek.

Yazının devamı için tıklayınız

Fehmi Koru: Tarihte olandan ‘özür’ dilendi, artık önümüze bakalım

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 99 yıl önce yaşanan olaylar üzerine yayınladığı, genel hatlarıyla o dönemin şartlarını hatırlatan ve alınan ‘tehcir’ kararının üzücü sonuçlarına işaret edip taziye sunan mesajı, hiç kuşkusuz, sembolik olmaktan öte, tarihi bir gelişme…

Yalnızca 24 Nisan için bir mesaj yayınlanmış olsaydı, bu bir sembolik girişim olurdu; ancak Başbakan Erdoğan’ın itinayla seçilmiş sözcüklerle örülü mesajı bundan ileri bir öneme sahip… İlk kez, bir büyük acıyı, hak ettiği ölçüde, Türk devleti adına paylaşıyor Başbakan Erdoğan…

Elbette acılar sözlerle ve mesajlarla hemen giderilemez; ancak bugüne kadar kulak tıkanılan, acıları başkalarının paylaşmasını bile rahatsız edici bulan bir yaklaşım sergilendiği düşünülürse, bu mesajın olağanüstü cesur bir hamle olduğu anlaşılacaktır.

Her ülkenin tarihinde göğüs kabartıcı olaylar yanında üzerinde pek durulmak istenmeyen yönler de vardır. Hemen her sayfası kahramanlıklarla dolu tarihimizin en karanlık sayfalarından biri Birinci Dünya Savaşı’nın hırgürü içerisinde alınmış olan ‘tehcir’ tedbiridir. Uzun asırlar boyu yanyana yaşamış etnik unsurlardan birini ait olduğu topraklardan koparıp farklı yörelere sürmek, zamanında ‘parlak bir fikir’ görünmüş olabilir…

Sonuçta, ‘varlık-yokluk’ davasına dönüşeceğini fark ettikleri bir savaşta önleyici tedbir olarak düşünülmüştü ‘tehcir’… Yanlış bir düşünceydi ve yanlış da uygulandı.

Yüzüncü yıldönümü vesilesiyle şu sıralarda yeniden hatırlanan Birinci Dünya Savaşı’nda on milyondan fazla insanın hayatını kaybettiğini de unutmayalım.

İşin en çarpıcı yönü, ‘tehcir’ kararının açtığı rahnelerin en gözle görünür olduğu dönemde bile pekâlâ dışa vurulabilen üzüntü hislerinin, olayların üzerinden bayağı bir süre geçtikten sonra unutturulmaya çalışılması ve giderek umursamazlığa saplanılmasıdır. Yaşananlardan toplumu oluşturan bireyler derin üzüntü duyarken, o bireyleri temsil eden devletin umursamaz tavra bürünmesi, konuyu Ermeniler açısından ulusal bir davaya ve Türkiye için de uluslararası bir soruna dönüştürdü.

Dün yayınlanan türden bir ‘özür’ mesajı çok görüldüğü için yıllardır her türlü siteme ve suçlamaya açık tuttuk kendimizi; her 24 Nisan öncesi ve sonrasında başka ülkelerle kavga etmemiz gerekti. Enerjimizi tüketen çabalar yüzünden kimbilir neler kaybettik…

Trajedilere duyarsız insanlardan oluşan bir toplum olarak da göründük…

Keşke çok daha önce böyle bir mesaj yayınlanabilseydi.

Yeter mi?

Biliyorum, bu cesur adımı kıyasıya eleştirecekler kadar, mesajın sözcüklerine takılıp yeterli bulmayanlar da çıkacaktır. Hükümet iki taraftan da yaylım ateşi karşısında kalabilir.

Yazının devamı için tıklayınız

Ardan Zentürk: Bir felakete mi gidiyoruz?

Hayır, Tarhan Erdem’in ısrarla söylediği gibi bir “felakete” gitmiyoruz, ama, uçağın yolcularını kemerlerini bağlamaya zorlayacak bir “türbülans”siyaset radarında görülüyor. Böyle olmayabilirdi. Meclis, gerekli anayasal değişiklikleri yapar, millet de Cumhurbaşkanı’nı seçmek için sandık başına gittiğinde kime, ne tür bir sistem içinde oy verdiğini bilirdi.

Şu anda ortaya çıkan tablo “fiili” yarı-başkanlık sistemidir. “Fiili” değil de anayasal zeminde birlikte kararlaştırılmış bir sistem de olurdu bu… Haşa, bir ayet-i kerimeden söz etmiyoruz ki, sonuçta anayasal sistemleri bizler yazıyor, uygulamaya çalışıyoruz, başarısız bulduğumuzda değiştirip yenisiyle yola devam ederiz. Ama olmadı, geldik, kapıya dayandık, şimdi, “felaket senaryoları” devrede!..

Yalçın Akdoğan haklı, girdiği tüm seçimleri kazanmış, her seçimde de oylarını artırmış Recep Tayyip Erdoğan, tabii ki isterse cumhurbaşkanı olmalıdır.

Erdoğan, o makama geldiği taktirde, yeni dönemin kodlarını da belirleyecek siyasi birikime sahiptir. Fakat, bir sistem üzerinde konuşuyoruz, hepimiz faniyiz, baki kalan millet, bu nedenle, seçimin öncesinde olmasa bile, sonrasında mutlaka “sistemin adınıkoymak” durumundayız. Aksi halde, Türkiye’yi, “parlamenter demokrasi” zeminli, “yarı-başkanlık görünümlü”garip, makamlardaki isimler değiştikçe, genel seçim sonuçları Meclis’i yeniledikçe zorlanan bir siyasi yapıyla baş başa bırakma riskimiz yüksektir.

Tarhan Erdem ve onun gibi düşünenler bu durumu Erdoğan’ın kişiliğine kilitlemeye meraklılar, Yalçın Akdoğan ise Erdoğan’a ve AK Parti’nin kurumsal kimliğine güveniyor. Oysa tartıştığımız bu ikisi de değil, “Yeni Türkiye” olarak adlandırdığımız demokrasi zeminli kavramın gelecekteki siyasal kurumsallaşmasından söz ediyoruz, millet, karşısında elle tutulur bir anayasal yapı görmek isteyecektir.

Zor seçim

Kaldı ki, 30 Mart Seçimi, Erdoğan için Cumhurbaşkanlığı’nın yolunu açmıştır ama, kendisinin de söylediği gibi o makam, kimsenin cebinde değildir. O, siyasi birikimiyle rakamların dilini en iyi birleştiren beyin kimyasına sahip, cumhurbaşkanı olmak isteyen, meydanlarda gömleğini ıslatmak zorunda. Yalnız siyaset değil, millet açısından da bir ilk tecrübeden söz ediyoruz, muhtemel sonuçlarını alışık olduğumuz siyasi analiz metotlarıyla çözmemiz çok zor.

Bütün bu süreçte ortaya çıkmış tek gerçek var: Millet, ülkenin darbeler tarihinde, “oligarşik vesayetin” ana komuta merkezi olarak şekillendirilmiş Çankaya’nın doğrudan kendi iradesiyle isimlendirilmesini ve orada “millet iradesi”nin tercih ettiği bir portrenin bulunmasını istiyor. Bunu, Celal Bayar, Turgut Özal ve Süleyman Demirel ile denedi, işler istediği gibi gitmedi, Abdullah Gülile iradesini güçlendirdi, şimdi noktayı koymayı hedefliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hayrettin Karaman: İmam Hatiplerde ikmal seferberliği

Son haftalarda, belli bir hedefe yönelik yedi yazı yayımladım, bu yazılarda şu düşüncelerimi ifade etmeye çalıştım:

1.Bu ülke düzeninde her inanç, düşünce, hayat tarzı sahipleri düşündüklerini açıklama, inançlarını yaşama ve yayma hürriyetine sahip bulunuyorlar. Dün komünist avı yapılan bu ülkede şimdi komünist partisinden belediye başkanı seçilebiliyor. Şu halde Müslümanlar da dinlerini anlatma, yaşama ve yayma hürriyetine sahiptirler.

2.İslam bir tanedir, yorum bir tane değildir. Farklı yorumlardan farklı mezhepler, cereyanlar, hareketler ortaya çıkmıştır. Bütün dünya Müslümanlarının yaklaşık yüzde doksanı Ehl-i sünnet İslam yorumunu benimsemişlerdir. Mensup olduğumuz kavim de asırlardan beri bu mezhebi benimsemiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.), ashabının ve müctehid imamların anlayışlarına en uygun bulduğumuz bu ‘İslam anlayış ve uygulaması’nı, bugün de ‘sahih İslam’ olarak kabul ediyoruz. Kahir çoğunluğu ile ülkemiz Müslümanlarının benimsediği bu anlayışı yaşama ve yayma hakları vardır.

3.İslam’ı yaymanın (tebliğin, davetin, din eğitimi ve öğretimi yapmanın) belli şartları vardır; bunlara riayet edilmeden başarı elde edilemez:

Öğrenmeye, yaşamaya ve yaymaya her Müslüman kendinden başlamalıdır.

Davette, dinin esaslarından taviz vermeksizin kolaylaştırıcı, müjdeleyici, sevdirici bir yol ve yöntem uygulanmalı, hedef kitlenin kabiliyet ve birikimi göz önüne alınmalıdır.

Din eğitim ve öğretiminde en uygun uygulama bu hizmetin, muhataplardan maddi ve manevi bir karşılık beklemeksizin yapılmasıdır.

Davet edilen dinin tek kitabı Kur’an, tek insanı Hz. Peygamber (s.a.), tek cemaati ümmettir. Bunlardan başka tek yoktur; bütün Müslümanlar yarışa eşit başlarlar, kazanan ‘iyi bir Müslüman, halis bir kul olma yolunda’ daha fazla çaba gösteren ve mesafe alandır. Bunlar da masum, hatadan ve günahtan beri, her söyledikleri hüccet, eleştiriden münezzeh kimseler değildirler. İslam öğretici ve eğitimcisi, ümmetin alimlerinden, salihlerinden, müceddidlerinden –birini alıp diğerlerini atmaksızın- istifade etmelidir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Akif Emre: Taziye dileyen devlet yüzleşebilir mi?

Osmanlı’nın tasfiyesinden sonra şu veya bu şekilde çözümlenemeyen, tarihin derin dondurucusuna emanet edilen konulardan biri Ermeni meselesidir. Başbakan’ın yaptığı insani içerikli açıklamanın bile bu kadar gecikmeyle gelmesinin ardında tarihin derin dondurucusuna havale edilen meselenin buzlarının hemen çözüleceği anlamını çıkarmak zor.

Yaklaşık yüzyıldır bir tür unutulmaya bırakılan bu meselenin siyasi ve ekonomik boyutu bir yana insani boyutunun bile dillendirilememiş olmasındaki gerekçenin ne olduğu anlaşılmadan Ermeni diasporasının talep ettiği adımın neden atılamayacağını anlamak imkansız.

Zira mesele ne salt tarihçilere bırakılacak kadar bilimsel, ne insan hakları savunucularının söylemlerine emanet edilecek kadar hümanist ne de siyasilerin tek başına karar verecekleri kadar steril ve soğuk bir mevzu…

En başta, sorunu adlandırma düzeyinde yapılacak her girişim siyasi ve ideolojik bir arkaplana sahip. Alacağınız tavır, yapacağınız adlandırma ne olursa olsun yaşanmış müşterek acıların hiç birinin üstünü örtmeye yetmiyor.

Bu nedenle resmi söylemin ikide bir söylediği gibi ‘Bu işi tarihçilere bırakalım’ tezi hiç de inandırıcı gelmiyor. En başta Türkiye’nin arşivlerinin tamamını açacağını sanmak hayalcilik olur; bu bile olayın salt tarihçileri ilgilendiren bir akademik araştırma konusu olmadığının göstergesi. Dahası Toynbee’nin anılarında değindiği olayın siyasi propaganda ve komplo meselesi olması da bugün için iki tarafı da rahatlatacak bir açıklama değil. O dönem İngiliz Dışişleri’nde çalışan ünlü tarihçi Toynbee’nin hazırlanmasına büyük katkı verdiği ‘Blue book’la ilgili ‘Kitapta anlatılan olayları devletin propaganda amaçlı kullanacağını bilseydim yazmazdım’ şeklindeki itirafı…

Yazının devamını için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Bence 1 Mayıs

Evet, DİSK’in yaptığı bir bilek güreşine soyunmaktır. Evet, Başbakan’ın tepkisi haklıdır. Yenikapı’da çok uygun bir alan açılmış, oraya geliş – gidişler ücretsiz kılınmışken ve bu gibi durumlarda Tayyip Erdoğan’ın, böyle bir şantaja boyun eğecek siyasetçi olmadığı da bilinirken, illa Taksim’de ısrar etmek çıngar çıkarma arayışıdır.

Evet, 1 Mayıs’ı “Emek Bayramı” olarak resmi tatil ilan etme işinin altında AK Parti’nin imzası varken, bağcı dövmeye kalkmanın insafla alakası yoktur.

O zaman?

O zaman DİSK’in çıngar çıkarmayı bir siyasi rant meselesi gibi düşündüğü sonucuna varılabilir.

Ve o zaman, şaşırtıcı gelecek ama, 1 Mayıs’ın Taksim’de icra edilmesi konusu, kaos plancılarını ters köşeye yatırmak adına, yeni bir değerlendirme konusu yapılabilir.

Soruyu şöyle sorabiliriz:

DİSK’in oyunu nasıl bozulabilir? DİSK’in bu çıngar çıkarma projesi nasıl akamete uğratılabilir?

Bence, Taksim 1 Mayıs’a açılmalı. Hele, bilek güreşi görüntüsü daha çok kamuoyuna mal olmadan ve “Tayyip Erdoğan nihayetinde boyun eğdi” izlenimi doğmadan açılmalı.

Hatta şunu söyleyebilirim ki, DİSK’in ve etrafındakilerin “Taksim şehveti” oraya çıkış engellenerek değil, aksine izin verilerek ortadan kaldırılabilir.

Belki de proje şudur:

Taksim’e güvenlik güçleriyle çarpışa çarpışa çıkmak, ortalığı copların, gaz bombalarının, tazyikli suların, TOMA’ların, yer yer sürüklenmelerin, yer yer tazyikli suya maruz kalmış kadın – çocuk görüntülerinin, hatta Allah korusun yaralanma ve ölümlerin olduğu bir görüntünün kapladığı durumu Tayyip Erdoğan mı ister, DİSK ve ortakları mı? Bu görüntü Tayyip Erdoğan’ın mı işine yarar, ona can düşmanı kadar muhalif olanların mı?

Gezi görüntüleri denen durum hangisidir?

Devlet, Nevruz’da Diyarbakır’da geniş bir özgürlük ortamı oluşturdu. Güvenliğin önemli bir bölümü bile, BDP’lilere verildi. Polis uzaktan tedbir aldı, söylenen söylendi, oynanan oynandı ve kutlama bitti. Ne oldu, bence Nevruz gerilimi Türkiye’nin gündeminden çıktı. O gün Diyarbakır’daydım, şundan herkes emindi ki önümüzdeki seneler, Nevruz’un siyasi içeriğinden de arındığı, daha çok bahar şenliği niteliğinde kutlanacak.

1 Mayıs’ta da, DİSK’in patronluğu gerilimlerle besleniyor.

DİSK’in işçilere getirdiği bir şey var mı?

Tayyip Erdoğan mı, işçilere yakın, DİSK’in elele verdiği siyasi yapılar mı?

Ama bir gün geliyor, 1 Mayıs gerilimleri yaşanıyor ve DİSK işçiler adına eylem yapmış oluyor.

Bu çarpık denklemi çözmek lazım.

Bunun için de, 1 Mayıs’ın “gerilim günü” olmasını ortadan kaldırmak lazım.

Belli ki bu, DİSK’in bu tür süreçlerde pek ortaya çıkmayan insafı ile gerçekleşmeyecek.

Bu oyunu da iktidarın basireti halledecek.

DİSK, CHP ile birlikte oyun kuruyor.

Oysa gidin bakın bakalım, CHP’nin temsil alanları ile DİSK’in işçi dünyasının bir alakası var mı?

DİSK’in üye yapısı da, CHP dünyasının burun kıvırdığı, ağzı çorba kokanlar, makarna – bulgur pilavı ile yaşayanlar, protein alamadıkları için boyları kısa kalanlardan oluşuyor. Hani nerdeyse normalde Tayyip Erdoğan’ın ulaşacağı insanlar, çarpık süreçler içinde yanlış temsil alanlarına savrulmuşlar. DİSK o alanlardan birisi olarak varlığını, provokatif zeminlerde sürdürmeye çalışıyor. İdeolojik zemini, çoktan dünya değiştirmiş olmasına rağmen.

Yazının devamı için tıklayınız

Mehmet Barlas: Artık “beyaz” değil “mor Türkler”i izleyeceğiz

Halkı da, halkın seçtiklerini de aşağılayan ve siyasetin kaderinin seçim sandıkları ile değil de türlü çeşitli komplolarla ve hatta yasadışı eylemlerle, darbelerle belirlenmesinden yana olan kesime “Beyaz Türkler” denildiğini biliyoruz.

Gezi eylemleri ile başlayıp, 17-25 Aralık dost-modern darbe girişimlerine dayanan süreçte, “Beyaz Türkler”in arasına kendilerini “Cemaatçi” olarak niteleyen ve renkleri sürekli değişen Gülen Örgütü’nün ileri gelenleri ve ileri gidenleri de katıldılar. Bu yeni oluşum 30 Mart yerel seçimlerine şimdiye kadar hiç denenmemiş ittifaklar kurarak girdi. Mesela CHP’nin Beyaz Türkleri, “Kemalizm”i “Gülenizm”e monte etmeyi bile denediler.

Geçmiş komplolarda ve darbe girişimlerinde de başarısız olan Beyaz Türkler, 30 Mart yerel seçimlerinden de yenilgi ile çıktılar. Bu arada şimdiye kadar hep güçlünün ve galiplerin yanında duran Gülen örgütü, kaderini Beyaz Türkler’e bağladığı için, o da yenildi.

Yine morardılar

Şimdi Gülen örgütünün de içinde bulunduğu bu ittifakın rengi artık “Beyaz” olamaz… Halkın seçimleri karşısında sürekli yenilen bu kesime artık “Mor Türkler” demek daha doğru olacaktır.

Ama belli ki Mor Türkler, kalkışmalarını Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar sürdürmeye de kararlılar. 1 Mayıs’ta Taksim’de eylem koyma kararının da bu çerçevede ele alınması aklın gereğidir…

Bu arada kendisini fesheden BDP’nin son Genel Başkanı Demirtaş’ın da “Barış Süreci”ni kimlerin sabote ettiğini ve Öcalan’ın “Sakın Gezi’ye katılmayın” uyarısını unuttuğunu ve “Taksim’de olacağız” dediğini duyduk. Demek ki “Mor Türkler”in arasında bulunmaya özenen ve renkleri tam belli olmayan Kürtler de varmış… Ve hepimiz biliyoruz ki Mor Türkler ne yaparlarsa yapsınlar, onlar değil, halkın çoğunluğu yeni Cumhurbaşkanını seçecektir…

Temel’in avcılık macerasını bilir misiniz?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Onlar gidiyor halk geliyor!

Tekrar tekrar yazmak zorunda kalıyorum: Bir tür kolektif çılgınlıkla karşı karşıyayız.

Eski yönetici sınıfın; seçkinci-seküler kesimlerin ruh halinden söz ediyorum.

Dış desteği geniş, içerdeki kültürel dinamikleri derin, sermaye kaynağı güçlü bir endişe, öfkeden köpürme, şiddetli sabırsızlık ve hezeyan içindeler.

Nereye saldıracaklarını bilemiyorlar.

Halka “cahil” diye, “sürü” diye hakaret etmenin çıkar yol olmadığını biliyorlar ama alışkanlıklar kolay terk edilemiyor.

“Çıldırdılar” dediğimde belki inanmıyorsunuz ama yerel seçim sonuçlarını “AK Parti’nin rakamlara yansımayan hakiki oy oranı düştü” gibi garip tezler uyduranlara bakın, durumu anlarsınız.

O yüzden sık sık yazıyorum…

Aralarından bir iki feraset sahibi çıkar da, “durup azıcık düşünelim yahu!”der diye…

Çünkü kolektif çılgınlıklar toplum için yeni acıların tetikçisidir. Tehlikelidir.

O yüzden değişime mutlak biçimde direnmek yerine demokratik alternatifler bulmak gerekir. 

***

Uykularını kaçıran yeni soru şu: Acaba Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını önlemenin yolu var mıdır?

Tarhan Erdem’in dahi Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına doğru yürüyüşünü “felakete gidiş” olarak yorumlaması boşuna değil.

Oysa 2010 öncesinde olsaydık…

Yani Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini düzenleyen kanun meclisten geçmeden önce…

Bunu hoş ihtimal olarak değerlendirirlerdi. 

Özal ve ANAP örneğindeki gibi hani…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Atilla Yayla: Çerçeveyi mıhlamak

‘Çerçeveyi mıhlamak’ (ya da belirlemek) iletişim teorisinde kullanılan bir kavram. Anlamı, bir olay vuku bulduğunda erken davranarak söz konusu olayla ilgili müteakip konuşma ve tartışmalarda kullanılacak kavramları ve çerçeveyi tayin etmek. Bunu başaran, tartışmaların kendi çizdiği çerçevede kalmasını sağlayabilir, söylem üstünlüğünü ele geçirebilir ve böylece alternatif yaklaşımları dezavantajlı konuma düşürebilir.17-25 Aralık ve sonrasındaki bazı gelişmeleri bu çerçevede değerlendirebiliriz. Hem 17-25 Aralık’ın kendisi çok ilginçti hem de 17-25 Aralık’tan sonra en az onun kadar ilginç bir dizi olay gerçekleşti. Bu olayların hepsi aynı cinsten değildi. Aralarında büyük farklılıklar vardı. Hatırlatayım. 17 ve 25 Aralık görünüşte bir yolsuzluk operasyonu olarak zuhur etti. Bir yönüyle elbette öyleydi ama hiçbir surette sadece ondan ibaret değildi. Aynı zamanda bir otonom bürokratik yapılanmayla demokratik iktidar arasındaki kavgaydı. Sonra neler oldu, neler ortaya çıktı? MİT tırlarına yasa dışı operasyonlar yapıldı. Hem de iki defa. Bu operasyonlar üzerinden hükümet hem İrancılıkla suçlanmak hem de ve El-Kaide terörüyle ilişkilendirilmek istendi. Dinleme skandalları patlak verdi. Düzmece örgütler üzerinden yüzbinlerce insanın hukuk dışı yollarla izlendiği anlaşıldı. Dinleme devlet kademelerini de kapsadı. Başbakan, Cumhurbaşkanı ve başka siyasîler, hem de kriptolu telefonları üzerinden dinlendi. Daha da vahimi, bu telefonlar TÜBİTAK tarafından dinlenemez diye hazırlanıp ilgililere sunulmuş ve şifreleri aynı anda dinleyen mahfillere servis edilmişti. Başbakanın ve cumhurbaşkanının dinlenmesi yasalara da ahlâka da aykırıydı ama üzerinde duran az oldu. Daha da vahimi, bu olayın sembolik anlamıydı. Başbakan’ın bile güvenli telefon konuşması yapamadığı yerde biz sıradan insanların hâli ne olur acaba? Cumhurbaşkanı da utanç verici bir tavırla ‘dinlenmedim diyemem, ama bir korkum yok’ dedi. Yani, dinleyen illegal mahfillere ‘dinleyin dinleyebildiğiniz kadar, korkusu olan korksun’ mesajını verdi. Dinleme skandalı Dış İşleri’ndeki Suriye senaryoları tartışmalarının deşifre edilmesiyle zirve yaptı. Toplantı da esas itibariyle bir savaşı önleme arayışıyken savaş mizanseni hazırlama gibi topluma sunuldu.

Sağlıklı bir kafa bu tablo karşısında ne yapar? Her olayı dikkate alır. Her olay üzerinde değerlendirmeler yapar. Birini diğeriyle dengelemez. Birinin vehametini diğerinin vehametini gizlemek için kullanmaz. Biriyle diğerini örtmez. Ne var ki, Türkiye’de kimi çevrelerin yaptığı tam da bu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Ocaktan: Nasıl bir insan bu Erdoğan

Başbakan Tayyip Erdoğan iktidara geldiği ilk günden bu yana tam 12 yıldır her konuda ezberleri bozmaya devam ediyor. Malum AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılı Türkiye’si ‘vesayet’in en acımasızca devam ettiği, yasakların kol gezdiği, kimliklerin inkâr edildiği, cunta hücrelerinin fırsat kolladığı bir Türkiye’dir. 

Tayyip Erdoğan iktidara geldiği ilk günden itibaren askeri, yargısal, bürokratik vesayetin çökertilmesinden ekonomide geleneksel kalıpların kırılmasına ve dış politikada seviye yükseltilmesine kadar pek çok alanda Türkiye’nin imajını ve gücünü bir üst lige taşımıştır. 

Daha da önemlisi, ülkenin ağır bedeller ödediği yüzyıllık bir kanlı sorunu çözme konusunda tarihi bir ‘çözüm süreci’ başlatmış ve toplumdaki barış umutlarını yükseltmiştir. Kürt sorununun çözümünde elbette daha atılması gereken adımlar var. Ama bilelim ki barışa kurulan bütün tuzaklara rağmen artık bu yoldan dönüş yok, çünkü toplum barışı ve kardeşliği yeniden keşfetti. 

Kuşkusuz Başbakan Erdoğan bu tarihi adımları atarken hep hedefteydi. Bir taraftan cunta hücreleriyle mücadele ederken, bir taraftan da ‘çözüm’ karşıtı lobinin saldırılarını göğüslemek zorunda kaldı. Tam Türkiye yükseliş yolunda ilerliyor derken 17 Aralık’ta yeni bir ‘mistik vesayet’ cephesi açıldı. Bu çeteler hiçbir insani ve ahlaki değer taşımadan Erdoğan’a saldırdılar. Ama Erdoğan sadece millet iradesine güvenerek bu paralel şirretliği 30 Mart’ta sandığa gömmeyi başardı. 

İşte böylesine zorlu bir mücadele sürecinden gelen ve her seferinde ezberleri bozan Tayyip Erdoğan dün 1915 olaylarıyla ilgili öyle bir açıklama yaptı ki bununla “Büyük Türkiye hayali”nin ufkunu sonsuza kadar açarken, Türkiye’nin ve dünyanın ezberini bir kez daha bozdu. Öyle inanıyorum ki, ABD Başkanı Obama 24 Nisan vesilesiyle bugün yapacağı konuşmayı bir kez daha gözden geçirmek zorunda kalacaktır. 

Her vesileyle Erdoğan’a ‘diktatörlük’ yaftası yapıştırma ahlaksızlığıyla övünen ve özellikle de Erdoğan’ı hafife alanlara kapak olacak nitelikte bir açıklama: 

“Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması için değerli bir fırsat sunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz… 

Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Yayman: Tabuları yıkan lider: Tayyip Erdoğan…

Başbakan Erdoğan, cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir devlet adamının yapmadığını yaparak bir kez daha tarihe not düştü. Ermeni meselesinde ortak acıya dikkat çeken ve taziye dileyen mesajıyla bir tabuyu daha yıktı. Mesajın yayınlanmasıyla başlayan tartışma, mesajın önemi ve tarihselliği hakkında ciddi bir fikir sunuyor. Türkiye yüz yıllık sorunlarıyla yüzleşerek, demokratikleşme yolunda bir adım daha attı. Erdoğan’ın mesajını tarihi kılan pek çok sebep var. En başta ulusal ve uluslararası çok büyük bir farkındalık yarattı. Özgüvenli bir duruşla Türkiye’nin pozisyonunu ortaya koydu. 2015 öncesi hamle ve psikoloji üstünlüğünü ele geçirdi.

Büyük devlet, sorunlarıyla ve kendisiyle yüzleşir…

Büyük liderler, büyük sorunlar karşısında aldıkları tavırlarla tarihe geçerler. Erdoğan, bazı kesimlerin umudunu kestiği anda bir putu daha yıkarak farklı liderliğini bir kez daha gösterdi. 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da yaptığı konuşmada büyük devletlerin gerektiğinde özür dileyebileceklerini dile getirmişti. Dünkü mesajı, Erdoğan’ın kaldığı yerden devam ettiğini gösterdi.

Erdoğan 2005’te şunları söylemişti: “Her ülkede geçmişte hatalar yapılmıştır. Her ülke geçmişinde zor günler yaşamıştır. Türkiye gibi büyük bir devlet ve güçlü ülkede pek çok zorluğun harmanından geçerek bugünlere geldik. O nedenle geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere asla yakışmaz. Büyük devlet, güçlü millet kendisi ile yüzleşerek, hatalarını ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahip millet ve devlettir.” Bu sözler daha sonra başlatılacak Kürt açılımının ilk adımını olmuştu.

1915’ten 2015’e Yüzyıllık Acı: Ermeni Meselesi…

Başbakanlık kaynakları, mesajın Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı arasında yaşanan yoğun trafik ve uzun çalışmalar sonucunda hazırlandığı ifade ettiler. Aynı kaynak, Ermeni meselesi başta olmak üzere Alevi vatandaşların sorunlarıyla ilgili yeni çalışmaların yolda olduğunu ve hükümetin açılımlara devam edeceğini dile getirdi. Erdoğan’ın açıklamasında altı çizilmesi gereken en önemli mesaj “kadim, eşsiz coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklerine sahip halkların geçmişi, olgunlukla konuşabileceklerine inanıyoruz” ifadesi yanında “20. Yüzyıl’ın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz” sözleriyle resmi paradigmayı yerle bir etti.

Erdoğan bu sözleriyle bir anlamda ‘biz büyük bir devletiz ve millet olara k sorunlarımızı daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlı k hukukuyla çözeceğiz’ diyordu. Bir anlamda farklılıkları yok sayan, vesayetçi, darbeci paradigmanın çöküşünü, ABD’de Lincoln’ün temsil ettiği ‘hürriyetlerin, farklılıkların ve birliğin’ doğuşunu ilan etti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız