Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Olaylar
Star gazetesinden Sibel Eraslan, Fehmi Koru, Yalçın Akdoğan, Beril Dedeoğlu; Radikal’den Oral Çalışlar; Yeni Şafak’tan Hilal Kaplan, Yusuf Kaplan, Tamer Korkmaz; Sabah’tan Haşmet Bab...
EMOJİLE

Star gazetesinden Sibel Eraslan, Fehmi Koru, Yalçın Akdoğan, Beril Dedeoğlu; Radikal’den Oral Çalışlar; Yeni Şafak’tan Hilal Kaplan, Yusuf Kaplan, Tamer Korkmaz; Sabah’tan Haşmet Babaoğlu, Mahmut Övür; Akşam’dan Emin Pazarcı, Kurtuluş Tayiz; Türkiye’den Yıldıray Oğur bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Sibel Eraslan: Hesaplaşma’ hukuk zemininde gitmezse ‘linç’e dönüşür

Geçtiğimiz Pazartesi 47’mi doldurdum. Nasıl bir şeydi ömür derseniz, 1 saatlik rüzgardı sanki derim. Yasaklı yıllarımıysa ilk kez bu sene saydım: 25 yıllık bir hukuk mücadelesi. Başbakanımızın gayreti iradesi ile kalktı yasaklar. 19 yaşımdan beri takip ediyorum kendisini, akranım olan nice yasaklı kadın da benzeri şükran hisleriyle doludur eminim. Kendisinden öğrendiğim hak ve adaletin yanında cesaretle durmaktır.

***

“Guguk Kuşu” üzerinden yapılan bir atıf, medyada epey yer almıştı. Guguk Kuşu kendi yumurtasını gizlice başka kuşun yuvasına koyuyor diğer yumurtaları yuvadan atma bahasına, sonra da o yuvayı talan ediyor paralel yavru. Sosyal medyanın bu dramatik ama reel biyolojiden çıkarttığı popüler politik ders: “Besle kargayı oysun gözünü”ydü… Aktüel “paralel yapı” ve “darbe” tartışması bağlamında meşhur olmuştu Guguk Kuşu…

Somut çerçevesi çizilmemiş “muğlaksuç” dayatmasıyla uzun yıllardır verdiğim hukuk mücadelesi gereği, “hesaplaşma”nın hukuk zemininde gitmesini önemserim, zaten aksi “linç” olur.

Değer verdiğim bir yazarın, yazıma yönelttiği eleştiriyi gözeterek, bu kez adaletin idesi olan hakkaniyetten veya ahlaki bağlamda merhameten değil de, basit ama temel bir hukuk kaidesinden söz ederek anlatayım meramımı: Suçlular kimlerse, 1- Suçları somut olarak tanımlanmalı. 2- Genelleştirilme yapılmadan failler ortaya çıkarılmalı. Aksi, toplumu Ku Kluks Klan’a teslim eder ki medyaya hakim şu anki linç dili maalesef böyle.  

***

Milos Forman’in bol ödüllü kült bir filmi olarak hatırlayacak pek çoğunuz: “Guguk Kuşu”. Kitap okumaya vakti olmayanların seyretmesini önereceğim bir film… Toplum dışı gördüğümüz, “suçlular”, “uygunsuzlar” ve “deliler” hakkında, düzen ve otoritenin hatta dinin ve ahlakın neler söylediği, söylemesi gerekirken sustuğu veya ilgisiz kaldığı durumlar hakkında çok ciddi bir eleştiri…

Ve yöntem… Yöntem nedir fazlalık ve yük olarak gördüğümüz suçlular, deliler, uyumsuzlar veya düzen bozucular hakkında? Feyerabend “yönteme hayır” derken, bir infaz muhasebesi yaparak; otorite, bilimsellik, objektivizm, devlet aklı, düzen veya toplumsal sağduyu dediğimiz şeyleri, inceden inceye sorgulamaya tabi tutar… Bu sınıflandırma hakkını bize kim verdi diye isyan eder… Onun kadar radikal değilim ama itirazları önemli.

Ceza Usul Hukukunun infaza dair hükümleri, adliyelere has pratik rutin olarak görüldüğünden, felsefi arka planı gözetilmeden veriliyor hatta geçiştiriliyor Hukuk Fakültelerinde. Belki bu kısmı bir aradisiplin olarak Hukuk, Psikiyatri, Sosyoloji eklemleriyle müfredata koymalı…

‘İnfaz’ bahsinin siyaset teorisinde de bir karşılığı var. Çünkü siyaset, toplumsal harmoniyi kompoze eden bir üst çatı olarak hepimizi kuşatmak görmek zorunda. Suçluyu da. Deliyi de. Düzen bozanı da. Uygunsuzu da. Fazlalık, yük, kambur demeden “ilgilenmek” zorundadır… Çünkü kuşlardan değil insanlardan, ormandan değil toplumdan bahsediyoruz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Oral Çalışlar: Ermeni kardeşlerim ve Sevgili Hrant

ürkiye, Kürt sorununda olduğu gibi, Ermeni sorununda da diyalog ve yüzleşme adına, büyük bir adım atıyor.

24 Nisan 1915 tarihinde ve sonraki günlerde yaşanan felaketin, çok geç farkına vardık. İnsafsızca bir katliamdan geçirildiğinizi, bir soykırıma uğratıldığınızı öğrendiğimizde, sizleri çoktan kaybetmiştik.

Katliamdan, kesimden arta kalanlarınızın, sesi kısılmıştı. Görünmemeyi tercih ediyordunuz.

Dünyanın dört bir yanına saçılmış, 1915’in acısıyla yanıp tutuşan, ayakta kalmaya çalışan Ermeni kardeşlerimizle çok uzun yıllar sonra karşılaşabildik, dertleşebildik, kucaklaşabildik.

Başbakan’ın taziyesi

Hrant’ın hayatı, Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi, Ermenistan’la Türkiye’nin sınırlarının açılması ve sınırın öte yakasıyla dostluk köprülerinin atılması çabalarıyla geçti. Başbakan Erdoğan’ın, 1915’te yok edilen Ermenilerin torunlarına taziyelerini iletmesini, acıları paylaşmasını Hrant’ın görmesini, görebilmesini ne çok isterdim.

Hrant Dink’le Anadolu’ya birlikte yolculuklara çıkar, kıyıda köşede kalmış Ermenileri, kiliseleri, mezarlıkları ziyaret ederdik. O, Anadolu’daki Ermeni varlığına bir hazineye dokunur gibi dokunur, onu okşar ve bu varlığın yaşamasının, bizim geleceğimiz açısından ne kadar değerli olduğunu hissettirirdi.

Hrant’ın kardeşi Osrof Dink, dün Başbakan’ın açıklaması ile ilgili duygularını şöyle ifade etti: “‘Ataları ihanet etti’ söyleminden bugün taziyeye gelmek, çok önemli bir adım ve Türkiye demokrasi inşa edecekse en temel taşlarından biri de budur. Açıklamayı çok önemsiyorum. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın böyle bir açıklama yapması, Türkiye’de yaşayan Ermeniler açısından, benim açımdan önemlidir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fehmi Koru: İhtiyar adam, atı, oğlu ve komşuları…

Kader’ kavramı iyi anlaşılsın diye anlatılan bir öyküyü hatırlatmanın zamanı geldi.

Fakir bir ihtiyarın olağanüstü güzel bir atı vardır. At bir gün ortadan yokolur; komşular “Herhalde çalmışlardır; halbuki satsaydın eline iyi para geçerdi” derler… İhtiyar, “Hele biraz sabredin; ne olduğunu siz bilemezsiniz” diye mukabele eder…

Bir süre sonra o güzelim at döner, hem de yanında 12 vahşi atla birlikte… Aynı komşular, ihtiyara, “Haklıymışsın; atının kaybolması senin için felâket değil, nimetmiş” deyince, adam, “Hele acele etmeyin” uyarısında bulunur… Komşular şaşkınlıkla evlerine dönerler…

Adamın oğlu vahşi atlardan birini terbiye etmeye çalışırken at onu sırtından atar, gencin bacağı kırılır… Komşular, “Yine haklı çıktın; atlar hayırlı olmadı senin için” demeye gelirler… İhtiyar, yine “Durun bakalım” uyarısını tekrarlar…

“Deli bu ihtiyar, iyice çıldırmış” diye düşünen komşular bir süre sonra ülkeleri savaşa girip kendi çocukları askere alınınca yine ihtiyarın yanına koşarlar. Daha ağızlarını açmadan, ihtiyar onları durdurur: “Biliyorum, bacağı kırık diye oğlum askere alınmadığı için bana ‘Haklıymışsın’ diyeceksiniz; ama yine de acele etmeyin derim ben; çünkü doğrusunu ancak Allah bilir…”

Hikâye kısaca bu.

Niye hatırlattım bu hikâyeyi?

Şundan…

‘Öforya’ (euphoria) diye Türkçe karşılığı bulunmayan bir kavram var; aşırı neşelilik durumu… Coşku… Sevindirik olma… İnsanların çabucak kendini kaptırıverdiği bir ruh halidir bu; özellikle lehte sonuçlanmış önemli olaylardan, zaferlerden, galibiyetlerden sonra yaşanır…

İhtiyar adamın her haklı çıkmasından sonra ‘öforya’ yaşaması kimseyi şaşırtmazdı meselâ… Öyle ya, başkalarının görüşlerine kapılmadığı için hep haklı çıkan biri ihtiyar adam; sevindirik olması beklenmez mi?

Neden o hale girmemiş ihtiyar adam? Bunun sebebi bir başka sözcükte yatıyor: ‘Deneyim’… O yaşa gelene kadar yaşadıkları, görüp geçirdiği olayların deneyim yükü, onu ihtiyata sevk ediyor… Başkaları, daha gençler, kapıldıkları hüzün veya coşkunun sürüklemesiyle, olayların görünür yüzüne bakıp sonuç çıkartırken, ihtiyar adam “Üzülmeden önce biraz bekleyelim” veya “Sevinmek için henüz erken, bakalım ne olacak?” tavrını benimsiyor…

Yılların deneyimi onu öforyaya kapılmaktan uzak tutuyor…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mustafa Karaalioğlu: 1915 taziyesi… Cesaretin siyaseti

Türkiye’nin birçok siyasi aktörü, birçok siyasi konusu, birçok sosyal meselesi, birçok merakı vardır ama 30 Mart akşamından beri konuştuğumuz netice itibariyle Erdoğan’dır. Ya Erdoğan’ı konuşuyoruz ya da Erdoğan’sız konuşamıyoruz. Gündemi böylesine yoğun ve aralıksız kuşatan, tartışma alanlarını ipotek altına alan başka bir lider olmadı. Erdoğan’ı farklı kılan şey sadece konuşulur olmayı başarmak değil aynı zamanda konuşulmaya değer olmaktır.

Nasıl oluyor? Doğal ve yenilikçi bir yöntemle…

1915 Ermeni tehciri 100 yıl sonra bu ülkenin lideri tarafından tarihe bir özürle geçiyor ve dünyaya bir empati ilanı olarak duyuruluyor.

Yapmasa ne olurdu?

Erdoğan… İstese ve siyaseten işine yarayanı veya daha garantili olanı tercih etse, inkara sarılıp şoven bir dil kullanabilir miydi? Kullanırdı.

Mustafa Kemal’den beri yapılana tabi olsa siyasi risk almak yerine başını kuma gömse kimse kendisine bir şey diyebilir miydi? Diyemezdi.

Veya, zaten Türkiye’nin aleyhine kesinleşmiş soykırım kanaatiyle “ortak acı”dan ve “adil hafıza” yla yüzleşmek yerine siyasi pazarlığa girişmiş olsaydı, başı ağrır mıydı? Ağrımazdı..

Garantili olanı değil cesaret isteyeni tercih ederek, hem kendisini, hem partisini ve hem de Türkiye’yi ayrıcalıklı kılan yola girdi. Tabularla savaşan, gerçeklerle yüzleşen yola…

Acı denilen şey her şeyden önce onu çekenin, onu yaşayanın ve tarihi o hatırayla geçirenlerin acısıdır. Ermeniler, bu topraklarda acıyı yaşadılar. Erdoğan, “Ermenilerin yaşadıklarını anlamak insanlık vazifesidir” diyerek ve taziye ileterek doğru olanı yapmıştır. Komplekssiz, kaygısız ve takıntısız bir tavırdır. O dönemde yaşanan acıların hepsine insan olarak borcumuz vardır. Ermeni çetelerinin katlettiği Türklerin acısı nasıl unutulmaz ve derinse, tehcirin yok ettiği Ermenilerin acısı da öyledir.

Ama bir acıyı anlamak için başkasının acısının siyasetini şart koşmak insani değil politik bir tavırdır. Türkiye Başbakanı önceki gün işte o tabuyu yıktı, geçti. Cesaretin siyasetine değerli bir halka daha ekledi…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yalçın Akdoğan: Erdoğan’ın ezber bozma gücü

Toplumu nazara almayan siyaset mühendisliği girişimleri akamete uğramaya mahkumdur. Siyasi alanda yaşanan müdahaleler toplumsal zemini olmadığı ve halkı kale almadığı için başarılı olmazlar, topluma bir dayatma olarak algılanırlar. Halkın bu tür dayatma ve müdahalelere tepki vereceği yer seçimlerdir. Sandık, sosyal evrenin siyasi evrene ayar verme mekanizmasıdır. Halk, sosyal değişimin gerisinde kalan aktörlere seçimler marifetiyle gereken mesajı verir.

Tayyip Erdoğan halkın nabzını, hissiyatını ve efkarını çok iyi tutan, toplumsalın siyasal okumasını çok iyi yapan bir liderdir. Aslına bakılırsa Erdoğan’ı sosyal evren ile siyasi evren arasında bir tür ‘başmüzakereci’ gibi görmek de mümkündür.

Türkiye’nin büyük dönüşümünde toplumsal olan ile siyasal olan arasındaki uyumu sağlama, katalizör olma, rehberlik etme, hissiyatı aktarmada kanallık yapma rolünü Erdoğan üstlenmiş durumda.

Erdoğan toplumun kendisine duyduğu güven ile siyasi alanda önemli hamleler yapabiliyor, ezberleri bozabiliyor. Çözüm sürecine verilen destek Erdoğan’a duyulan güvenle alakalıdır. En son Ermeni meselesindeki taziye mesajının olumlu algılanması bu güvenin bir tezahürüdür. Bu tür ezber bozan adımları başka bir liderin atması önemli siyasi çalkantılara sebep olabilirdi.

*** 

Seçim başarılarının getirdiği rahatlama ve normalleşme birçok yeni adıma zemin hazırlıyor. Erdoğan sosyal fay hatlarında kırılmaya sebep olmadan sarsıcı hamleler yapabiliyor. ‘Dönüştürücü liderlik’ diye adlandırdığım bu durum, Türkiye için çok büyük şanstır.

Daha önceki yazılarımda da vurguladığım gibi, “halk-iktidar, lider-toplum ilişkisi tek yönlü değil, çift yönlü bir etkileşime dayanır. Yeni yol ve kulvarlar açan vizyoner liderler, önemli ölçüde ‘dönüştürme, değiştirme, istikamet verme, taşıma’ gücüne de sahiptirler. Dönüştürücü liderler hem değişimi sağlayarak ülkeyi ileri hedeflere ulaştırmaya çalışırlar, hem de kırıp dökmeden, kervanı kurda kuşa yem etmeden yani birlik ve bütünlük içinde ülkeyi idare ederler.”

Halkın günlük, geçici, hissi, pragmatik beklentileriyle siyasetini belirleyen liderlerin sergilediği popülist anlayış halk-lider ilişkisinin yanlış kurgulanmasıdır. Ülkenin ve toplumun uzun vadeli menfaatlerine odaklanmak ancak vizyoner anlayışla mümkündür.

Başbakan Erdoğan kavramları yeniden kodlayan, içini dolduran, dönüştüren bir etki de yapmaktadır. Erdoğan’ın zaman zaman eleştirildiği ‘milliyetçi’ refleksleri aslında yanlış kurgulanan milliyetçi anlayışı ve ‘yanlış bilinci’ pozitife çevirmektedir. Hatırlanırsa Hrant Dink hadisesi lümpen bir milliyetçi dalganın nasıl kin ve nefret patlamasını tetiklediğini göstermiş ve Erdoğan bu olaya yönelik sert çıkışıyla bu dalgaya göğüs germişti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Beril Dedeoğlu: Çocuklar ve Türkiye’nin üç yüzü

Birileri Türkiye’ye baktığında ifade özgürlüklerinin kısıtlandığı, birileri Ortadoğu halklarına yardım yapan, başka bazıları da tatil beldesi bir ülke görür. Ülkelere içinden bakıldığında ise ülke özellikleriyle birlikte nedensellikler de daha iyi anlaşılır.

Örneğin iki gün önce, 23 Nisan günü, Türkiye tarihi açısından ilginç ve önemli bir gün olarak kaydedilebilir; zira Türkiye’nin üç farklı yüzü eş zamanlı olarak izlenebildi.

Bu yüzlerden biri, bir Anadolu kentinden başkente 23 Nisan kutlamalarına gelen küçük öğrencinin ortaya döktüğü yüzdü. Uzatılan mikrofona, ‘Bizim oralarda 23 Nisan’ı öğretmenler ve resmi kuruluşlar kutlar, biz çocuklar olarak ilk defa kenarda durmuyoruz’ diyen çocuk, son derece can alıcı bir konuya değinmişti. Demek ki Ankara bayramları topluma indirmeye çalışıyor, çocuklar bile bunu fark ediyor, ama geleneksel refleksler bunun önemini hala kavrayamıyorlardı. Yani devlet kutluyor, millet bakıyordu.

***

Türkiye’nin ikinci yüzü de çocuklarla ilgili. İstanbul Valiliği’nin düzenlediği etkinlikte bir kaç çocuk Berkin Elvan lehine slogan attı, polis de onları yaka paça alandan alıp götürdü. Bu olay, etkinliğe damgasını vurduğu için bizler hangi çocukların ne için ödül aldığını öğrenemedik, onlarla gururlanamadık. Sanki tam da bunun için slogan atılmış, polisin nasıl davranacağı bilinerek mini bir protesto yapılmış gibi. Bu örnek ise millet kutluyor, devlet müdahale ediyor şeklinde bir görüntü sundu.

Bazı isimler ve sözcükler kendi başına simge oluyor. Bu sözcükleri kutsal sayanların algıları bir günde değişmediği gibi, sert önlemlerin duyguları daha da yoğunlaştırdığına kuşku bulunmuyor. Bu tür uygulamaların Ankara’yı da zora soktuğu söylenebilir; üstelik tam da Başbakan 1915 ile ilgili tarihi bir açıklama yaparken. Özü bakımından bu açıklamanın da muhatabı toplumlar ve çocuklardı; zira Başbakan 1915’te hayatını kaybedenlerin torunlarına taziyelerini gönderiyordu. Yıllardır üst üste birikmiş acıların bazen sadece gözlerle aktarıldığı zamanının çocuklarına.

Yapılan açıklamada en dikkat çekici sözlerden biri, ‘gayrı insani sonuçlar doğuran olaylar’ tanımı, diğeri de ‘Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi; karşıdakini dinleyerek anlamaya çalışmayı; uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi; nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir’ tavsiyesi idi. Gayet tabi bu tanım ve tavsiyenin muhatabı, ‘büyükler’di. Çünkü yıllarca milletin yaşadıklarını devlet görmemişti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hilal Kaplan: Yüzyıllık taziye

Açık oturumlarda sıklıkla tekrarlanan iki ifade vardır:

1. Osmanlı İmparatorluğu çok dilli, çok dinli bir hoşgörü toplumuydu.

2. Türkiye nüfusunun %99’u Müslümandır.

Peki ilk cümleden ikinciye; yani çok dinli bir toplumdan %99’unun Müslüman olduğu söylenen bir topluma nasıl geldik dersiniz? İşte ‘Ermeni meselesi’, bu soruya verilecek cevabın en büyük yekûnunu oluşturur.

24 Nisan’ın baş sorumlusu Talat Paşa’nın defterindeki rakamlara göre, 24 Nisan 1915’ten önce Osmanlı İmparatorluğu’nda 1.200.000 Ermeni yaşıyordu. Ancak 24 Nisan 1915 günü, İstanbul’da yaşayan ve sayıları 700’ü bulan Ermeni sanatçı, milletvekili, gazeteci, yazarların sürülerek öldürülmesiyle başlayan ve halka yönelik tehcirle devam eden ‘operasyon’ tamamlandığında en az 800.000 Ermeni’nin hayatı üç-dört ay gibi kısacık bir zaman diliminde karartılmış olacaktı.

‘Teşbihte hata olmaz’ düsturu uyarınca açıklayalım: AK Parti hükümeti, PKK üyelerinin büyük çoğunluğu Kürt diye Edirne’den Ardahan’a bütün Kürtleri haritadan silmeye, onları evlerinden etmeye sonra da mallarına el koymaya yeltenseydi ne olurdu? Sanırım düşüncesi bile dehşete düşmeye yeten bu durum karşısında bütün gücünüzle mani olmaya çalışırdınız. 24 Nisan 1915’te İttihat Terakki Hükümeti’nin uygulamaya başladığı ‘zorunlu tehcir’ politikası da bundan çok farklı değildi.

Doğu’da mevcut olan Ermenilerden müteşekkil bazı çetelerin yapıp ettikleri bahane edilerek, ‘gelecekte başka sorunlar çıkmasın’ diye İstanbul’daki Ermenilerden başlayarak yüzbinlerce insan, kadın-çocuk demeden, evlerinden, yurtlarından, köklerinden sökülüp atılmış, mallarına el koyulmuş, hatıraları kazınmıştır.

TSK arşivlerine göre bile Rus ordularına yardım edenlerin sayısı 6 bin ila 15 bin arasında değişiyor. Ancak bahsettiğimiz zulüm sayesinde bebek, kadın, ihtiyar ayrımı gözetilmeksizin en az 800.000 insanın hayatıyla oynanıyor. Evlerinden her şeylerini geride bırakarak ayrılmaya zorlananlar, diğer çetelerin baskınına uğrayanlar, yollarda ölenler ve öldürülenler, ölen bebeğini geride bırakan anneler, kızlarını Müslüman komşusuna emanet eden babalar…

24 Nisan 1915’te başlatılan İttihatçı operasyon İslâm hukuku açısından zulümdür; bunun dışında verilen isimler bir Müslüman olarak beni çok da ilgilendirmiyor. Müslüman, söyleyeceği sözü önce ‘öteki’nin ağzına bakarak söylemez, söylememeli. Başbakan Erdoğan’ın Ermeni toplumuna sunduğu tarihî taziyeyi de bu minvalde okuyorum. Diğer 24 Nisan’lardan farklı olarak, ABD Başkanları’nın ağzına bakmadan kendi sözünü söyleyebilen bir ülkeye yaraşır, şahsiyetli bir çıkış olduğunu düşünüyorum.

Üstelik zulme zulüm demek, özellikle 1915 sonrası bazı Ermeni çetelerinin intikam amacıyla işledikleri suçları veya ASALA’nın işlediği cinayetleri ya da Hocalı Katliamı gibi diğer zulümleri görmezden gelmeyi de gerektirmez. Zulüm, zulümle yıkanmaz çünkü. Zalimin de ırkı yoktur, mazlumun da…

Bu günâh önce İttihatçıların, sonra onlarla işbirliği yapanların sonra da bu zulme ses çıkarmayanların üzerinedir. Çünkü 24 Nisan 1915’te başlayan süreçte ‘Hak’ ayaklar altına alınmıştır. Boğazlıyan Müftüsü Abdullahzade Mehmet Efendi’nin tehcir sorumlularından Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Bey’e ‘Allah var ve O’nun gazabından korkun!’ demesi bundandır. 1918’de Rus ordusuyla beraber Doğu’da terör estiren Ermeni çeteleriyle mücadeleye liderlik eden Bediüzzaman’ın ‘Kadınlara ve çocuklara dokunmak caiz değildir’ hükmünü ısrarla hatırlatması da bundandır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yusuf Kaplan:  Yeni bir dünyanın kurulması, yeni Türkiye’nin kurulmasına bağlı

Mısır’da halkın seçtiği yönetimi devirerek ülkeyi yeniden askerî diktatörlüğün eşiğine sürükleyenlere direnen mazlum insanlara karşı ürpertici gerekçelerle verilen 529 idam kararı, ‘insan hakları, demokrasi ve özgürlükler’ söylemini dillerinden düşürmeyen Batılıların kıllarını bile kıpırdatmaya yetmedi.

‘BİLDİĞİMİZ DÜNYA’NIN SONU…

Neden? Şundan: Nasıl ki, modern sömürgeleştirme sürecinde, ‘uygarlaştırma misyonu’, Batılıların dünya üzerinde hegemonya kurmalarının ‘ayartıcı silah’ı idiyse, yeni ve ayartıcı postmodern sömürgeleştirme sürecinde de, ‘insan hakları, demokrasi, özgürlükler’ söylemi, Batılıların dünya üzerindeki hegemonyalarını sürdürebilmelerinin yeni keşif kolu, ayartıcı payandasıdır.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, şimdi de, Amerikan yönetimi, Mısır’daki diktatörlüğe eskiden yaptığı askerî yardımı yeniden başlatma kararı alacağını açıkladı. Nedir bu, peki? ‘Bildiğimiz dünya’nın sonu, elbette ki!

SEKÜLARİZM NEDEN; KAPİTALİZM SONUÇTUR

‘Bildiğimiz dünya’nın iki kurucu sütunu var: Sekülerizm ve kapitalizm.

Sekülerizm, modern paganizmin zihnî kökeni/ kökeni; kapitalizm ise pratik sonucudur.

Kapitalizm eleştirisi yapanlar, sekülerliği ıskalarlarsa, kapitalizmin önünü açmış ve ömrünü uzatmasına katkıda bulunmuş olurlar sadece.

‘Nasıl yani?’ diye soruyorsunuz, değil mi?

Sonuçlardan yola çıkarak eleştiri yapanlar, nedenleri / kökenleri göremezler ve mevcut sonuca nasıl ulaşıldığını izah edemezler.

Aslolan nedenlerin / kökenlerin kavranabilmesidir.

SEKÜLARİZM HAKİKATE; KAPİTALİZM İNSANA SALDIRIDIR

Temel ilke şu: Sekülerizm, hakikate saldırıdır. Kapitalizm ise, insana saldırı.

Hakikatin özü, Tanrı fikri’dir ve hakikat, Tanrı fikri’nin varlığını sürdürebilmesinde gizlidir. Hakikate saldırı, Tanrı fikrinin yitirilmesiyle ve bitirilmesiyle sonuçlanır bu yüzden.

Hakikatin, dolayısıyla Tanrı fikrinin yitirilmesi, hakikatin yerine sahteliklerin, Tanrı fikri’nin yerine de sahte tanrıların yerleştirilmesine yol açar kaçınılmaz olarak. O yüzden, hakikatin olmadığı yerde, insan da yoktur, yokolur. Hakikatin bittiği yerde, insan da biter, adalet fikri de biter, ‘insanlık kardeşliği’ fikri de biter… ve hayat çölleşir.

Bu iki saldırı biçimini aşabilecek kurucu ve herkesi kucaklayıcı, herkesin kendi olarak önünü açıcı cihanşümul bir medeniyet fikrini dünyaya sunabilecek ‘aktörler’, insanlığın geleceğini şekillendirecek…

YENİ DÜNYA VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ

‘Bildiğimiz dünya’nın sonuna geldik. Yeni bir dünyanın kurulması mukadder artık.

Yeni bir dünyanın kurulması, yeni Türkiye’nin kurulmasına bağlı. Eğer derin nefes alarak, bakış açımızı ve tarih perspektifimizi genişletebilirsek, şu yakıcı gerçeği görmekte zorlanmayız: Bin yıldır, içinde yaşadığımız dünya tarihi, iki yüzyıl öncesine kadar, iki aktör tarafından yapıldı ve yazıldı: Müslümanlar (‘Türkler’) ve Avrupalılar (‘Cermenler’).

HEYECANLARIN HEZEYANA, HAYALLERİN HAYALETE DÖNÜŞMESİ…

Son iki yüzyıldır, dünya tarihi, esas itibariyle, Anglo-Saksonlar (‘İngilizler’) tarafından ‘yapılıyor’. Anglo-Saksonlar, dünya tarihini, seküler-kapitalizm üzerinden yapıyorlar. Seküler-kapitalizm’in kökleri, elbette, İtalyan-şehir devletlerine, merkantilist ekonomiye kadar gider.

‘Bildiğimiz dünya’ elbette ki, Anglo-Saksonların Sanayi Devrimlerinin eseri değil sadece. Düşünce ve siyaset devrimlerinin rolünü de gözardı edemeyiz bu süreçte.

‘Bildiğimiz dünya’, 500 yıl önce, Rönesans ve Reformasyon süreçlerinden sonra modernlik hamlesiyle birlikte Batılılar tarafından kuruldu.

Ama modern Batı uygarlığı, gerek siyasî, gerek entelektüel, gerekse iktisadî devrimleri yaparken tek bir ilkeyi harekete geçirerek kuruldu: Çatışma ve dolayısıyla yıkım.

Tanrı ile insanın, Batı uygarlığı ile insanlığın, dinlerin, kültürlerin önce çatışması, sonra da Tanrı’nın da, insanlığın da, dinlerin de, kültürlerin de kontrol ve kolonize edilerek devre dışı bırakılması.

Batı uygarlığı, heyecanların hezeyana, hayallerin hayalete dönüşmesiyle sonuçlandı sonuçta.

Gelinen noktada, Batılıların kurdukları ‘bildiğimiz dünya’, bütün dünyayı zihnî olarak, siyasî olarak, ekonomik olarak ve kültürel olarak kendilerine bağımlı kıldıkları, boyundurukları altına aldıkları ve Batılıların ‘mutlak’ hükümranlıklarını ilan ettikleri bir dünya.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Tamer Korkmaz: ‘Çılgınca’ Tarifler

Kemal Kılıçdaroğlu, ‘cumhurbaşkanı adayı’ tarifi yaparken ‘siyasi kimliği öne çıkmayan bir aday’dan bahsediyor. Böyle bir tarifle kafadan Deniz Baykal’ı elemiş oluyorlar.

İstanbul’un baronlarının dizayn ettiği CHP’de Baykal’ı aday yaparlar mı?

Paraşütle genel başkanlık koltuğuna indirilen Kemal Bey’in CHP’sinde Baykal ihtimamla tecrit edildi…

Neticede çarkıfelek döndü, Kılıçdaroğlu için bir ciddi seçim yenilgisi daha yazdı; Deniz Bey’in ‘Yerel seçimde çılgınca hatalar yapıldı’ sözleriyle Paralel’lerin Kemal Bey bir de içeriden gol yedi!

Derin baronların dayatmasıyla aday yapılan Paralel destekli Sarıgül’ün sekiz puan fark yiyerek İstanbul maçını kaybetmesi, Kemal Kılıçdaroğlu yönetiminin hanesine eksi puanlar yazdırırken…

Baykal’a oturduğu yerden puan kazandırdı!

CHP’deki muhaliflerin son günlerdeki çıkışları ise Paraleldaroğlu’nun ‘yerel seçim hezimetini örtbas edemeyeceğini’ gösterdi…

‘Bu şekilde devam edersek ana muhalelefet partisi konumunu MHP’ye kaptırırız’ diyorlar ki, Baykal da böyle düşünenler arasında yer alıyor.

‘BALLI ÇANKAYA TATLISI!’

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Çankaya adayı tarifini belirleyen suflenin nereden geldiğini tahmin etmek güç değil…

Siyasi kimliği öne çıkmayan bir aday demekle aynı zamanda ‘sağdan da oy alabilecek’ bir adayı zihinlere yerleştirmiş oluyorlar.

Mansur Yavaş Gardaş’la bir nevi test sürüşü yaptılar…

Daha ileri seviyede bir deneyi Çankaya Seçimi için düşünüyorlar.

Haşim Kılıç isminin gündeme gelmesi boşuna değildi.

Onu veya benzer bir ismi Çankaya seçiminde iddialı olabilmek hesabıyla değerlendireceklerdir.

Daha doğrusu…

Derin Baronlar, Ecnebi Kemal Bey’e CHP’nin Cumhurbaşkanı adayını sufle edecektir!

Bu minvalde, Kılıçdaroğlu’nun ABD’nin Ankara Büyükelçisi ile muhtemel görüşmesi ‘olağan’ bir gelişme sayılmalıdır!

SONRA ÇIKAR OYUNU...

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın ismi Çankaya adaylığı için fısıldanırken…

Yargıtay eski başkanlarından Sami Selçuk’un da kendine has bir yöntemle sahne alma girişimine tanık olduk!

Sami Selçuk’un, kısa bir süre önce bir paralel televizyonda Şimon Peres’e övgüler yağdırıp, buna mukabil One Minute çıkışından dolayı Başbakan Erdoğan’a ateş açması…

Derin baronlara ‘Çankaya hesabınızı yaparken beni de unutmayın, buradayım’ mesajını vermekle alakalı bir çıkış olabilir!

Şayet filmi çekilse, rahatlıkla ‘Sami Selçuk’u en iyi Gene Hackman oynar’ diyebiliriz…

Hollywood’da ‘Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu’ kapsamında, Hackman’ın eline hiçbir aktör su dökemez!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Al sana büyülü gerçekçilik!

“Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse…”

Ne ürpertici bir ifade değil mi? 

Marquez’in sahte “veda mektubu”ndan…

Gel de tam bu noktada takılıp kalma! 

Çünkü sosyal medyaya bakıyorum da, belli ki sevenleri Gabriel Garcia Marquez’in böyle bir veda mektubu olduğuna inanmak istiyor. Durmadan mektubun bazı satırlarını paylaşıyorlar. Hatta iki gündür Latin Amerika solunun önemli kaynaklarında bile bu mektuptan alıntılar yapılıyor.

Oysa durup düşünün…

Mektubun sahte olduğu; Marquez’in değil, Johnny Welsch diye birinin yazdığı ortaya çıkalı 14 yıl oldu. 

Çoktan bu defterin kapanması gerekmez miydi? 

Yüz Yıllık Yalnızlık romanının tutkunu bir arkadaşıma “o mektup sahte” dedim geçen gün; “olsun, çok gerçek!” diye cevapladı.

Neden peki? 

Üstelik Marquez mektup hakkında çok ağır konuşmuştu: “Beni ölümden çok, bu kadar zevksiz bir şey yazabileceğime inanılması korkutuyor!”

***

Gabriel Garcia Marquez güçlü bir yazar. Hiç tartışmasız.

Bir yandan anlatırken bir yandan da anlattıklarıyla devasa bir evren kurabilen nadir yazarlardan…

Ama hiç “benim yazarım” olamadı.

Hiç kanım kaynamadı ona.

Kendi başına kaldığında dalgasını geçtiği büyüler, akla aykırı bulduğu düşler, inanmadığı halk inançları üzerinden okurun gönlünü çalması çabasından şüpheye düştüm hep. Rahatsız oldum.

Hani nasıl diyeyim, Marquez’i değil de, masallarını bize aktardığı babaannesini sevdim. 

Pencereden bakınca gökyüzünden minik sarı çiçeklerin yağdığını görmek, ertesi gün herkesin sokakları halı gibi kaplayan bu çiçekleri kürediğini gözünde canlandırmak güzeldi.

Fakat bunları “farklı bir gerçeklik” olarak değil de, edebi ve folklorik bir “süs” gibi kaleme alan bir yazara gönül vermek bana göre değildi.

Şimdi bizde de var bu tip yazarlar; “babaannesinin dualarından roman çıkartan ama röportajlarında bu duaların tekine bile inanmadığını” söyleyen pek “becerikli” romancılar.

Belki edebiyat dediğimiz, böyle bir şey; bazen sevimli, bazen sevimsiz bir kandırıkçılık!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mahmut Övür:  1915’le yüzleşmek

Tarihimizin belki de en büyük tabusu hiç kuşkusuz 1915’te bu toprakların asli unsuru olan Ermenilerin yaşadığı büyük felaketti. O felaketin altındaki imza da ırkçı İttihat Terakki zihniyetiydi. Ermenilerin yok edilmesiyle başlayan “tek tipleştirme ve yok etme” siyaseti aslında cumhuriyet döneminde de sürdü.

O zihniyet hep aramızdaydı. Hâlâ da kirli bir ruh olarak aramızda dolaşıyor. Bu kirli ruh, dindarlardan, Kürtlere, Alevilerden azınlıklara hatta farklı siyasal görüşten olan herkese acılar yaşattı.

Kimi idam sehpalarında can verdi, kimi Dersim’de soykırıma tabi tutuldu, kimileri toplu katliama uğradı, kimileri de sokakta infaz edildi. Erdoğan, çok anlamlı bir günde, Ulusal Egemenlik Bayramı’nda bu kirli ruhun artık aramızda dolaşamayacağını dünyaya ilan etti.

Böylece, 99 yıl sonra ilk kez bir başbakan çıkıp, üzerinde söz söylemeye çekinilen bir tabuyu yıktı. İyi ki de yıktı. 100 yıl oldu, daha ne kadar, insanların yüreğini yakan o acıyı görmezden gelecektik? Şu satırlar hepimizin yüreğine su serpti ve susarak işlediğimiz günahları biraz olsun hafifletti: “Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayriinsani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türklerle Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.”

Başbakan Erdoğan’ın bu yaklaşımını, başta CHP olmak üzere birçok siyasi partinin anlamamasına doğrusu hiç şaşırmadım. Asıl anlasalardı şaşardım.

Başbakan’ı sahici ve farklı kılan da bu… O farkın nasıl farkındalık yarattığını iki yıl önce, 2 Şubat 2012’de bu köşede yazdım. Bakın, “milliyetçileşti” diye suçlandığı o günlerde Başbakan Erdoğan, “İttihat Terakki zihniyeti” için ne diyor:

“Biz jakoben, elitist bir zihniyeti teşhir ediyoruz. ‘Dün dünde kalmıştır’ diyerek geçmişi hasıraltı etmek isteyenler var. Bunlar ellerine yetki geçtiğinde meseleleri sümenaltı ediyorlardı. Dersim 1939 da üzeri kapatılmış bir faciadır.” Sonra da o zihniyetin bugünkü versiyonlarına sesleniyordu: “Biz 150 yıllık köhne bir zihniyetle, devletin tüm kılcal damarlarına işlemiş bir zihniyetle mücadele ediyoruz. Karşımızda ‘Terör meselesini çözme’ diyen bir zihniyet var. Dersimli olduğu halde Dersim’i ağzına alamayan bir anlayış var. Biz CHP’ye, MHP’ye ve Güneydoğu’nun CHP’si olmaya çalışan BDP’ye rağmen bunu yapıyoruz.”

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Emin Pazarcı: Biri Bunları Silkelemeli

TBMM’nin 23 Nisan Resepsiyonu’nda Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç yoktu. Buna karşılık, dün sabah Anıtkabir’deki törenlere katılmıştı. 

Neden Meclis’te yoktu? 

Belli ki bir tavır ortaya koymuştu. Çünkü bir süredir Haşim Kılıç ile Yürütme arasında soğuk rüzgarlar esiyor. 

İyi güzel de, TBMM kendisini ortaya Haşim Kılıç olarak değil, Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla davet etti. Ayrıca TBMM, yürütmenin bir organı değil. Orası Milletin Meclisi, Milli İrade’nin tecelli ettiği yer. 

Atatürk, bundan 94 yıl önce ne demişti: 

“Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu milletin başında hiçbir kuvvet, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır, o da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır, o da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.” 

Aradan 94 yıl geçti. Türkiye’de halen “Millet iradesinin” ne olduğunu anlayamayanlar var. Mevcudiyetini millet iradesine borçlu olanlar, o iradeye tavır koyabiliyorlar! 

Olacak, kabul edilebilecek iş değil! 

***

Artık Türkiye’de Cumhurbaşkanı’nı halk seçecek. Vatandaş sandığa gidecek, “Benim cumhurbaşkanım şu olsun” diyecek. Tepede ise, “O olur, bu olamaz” türünden tartışmalar var. Farkında değiller herhalde. Bu ülkede cumhurbaşkanının kim olacağını belirlemek, artık onların işi değil. Bu, halkın bizzat yerine getireceği bir görev. 

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin Meclis Grup Toplantısı’nda çok ağır ifadeler kullandı. Başbakan Erdoğan’ın, bu ülkede Cumhurbaşkanı olamayacağını söyledi. Esip gürledi. 

Aklıma MHP’nin koalisyon ortağı olduğu 57. Hükümet geldi. O günlerde Başbakan Ecevit’in eski bir hayali depreşmiş, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’i, Cumhurbaşkanı Adayı ilan etmişti. Üstelik koalisyon ortağı MHP’nin görüşünü almadan bunu yapmıştı. 

Koalisyon ortaklarından Mesut Yılmaz, hemen “hayhay” dedi. MHP’de ise homurtular yükseldi. Çünkü MHP ile Ahmet Necdet Sezer arasında kan uyuşmazlığı vardı. Ama yapacak bir şey yoktu. Kendi partisi içinden çıkan Sadi Somuncuoğlu’nun adaylığını kaba kuvvetle engelleyen MHP, Ecevit’e teslim olmak zorundaydı. 

Muhalefetteki Tansu Çiller de “olur” deyince, Sezer’in önünde hiçbir engel kalmadı. Tereyağından kıl çeker gibi Çankaya Köşkü’ne gidip oturdu. Sözün kısası, dört kişi destek verdi. Ahmet Sezer Cumhurbaşkanı oldu. Şimdi milletin destek vereceği isim Cumhurbaşkanı olacak. Ama kazan kaldıran kaldırana… İlginçtir, millet iradesiyle gelip TBMM’ye girenler, şimdi millet iradesinin karşısına dikiliyorlar. Aslında kendi varlıklarıyla çelişkiye düşüyorlar!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kurtuluş Tayiz:Tarihle yüzleşme cesareti

Ermeniler, bu toprakların kadim halklarından biriydi. 20. yüzyılın başlarında uğratıldıkları korkunç katliam tarihe büyük bir trajedi olarak geçti. İster soykırım, ister tehcir diyelim fark etmez; asırlarca birlikte yaşadığımız bir halkı zulüm ve katliamla bu topraklardan sürdük. 

Hangisi daha kötü bilmiyorum ama bu gerçeği 99 yıldır inkâr ederek yok saymaya, gizlemeye çalıştık. Bu da yetmedi; bu korkunç katliamın suçunu Ermeni toplumuna yükledik. Onları suçladık. Kendi acılarımızı devasa bir soykırımın önüne geçirdik.

Bu yaklaşım, devlet tutumu olarak kemikleşti ve Cumhuriyet’in en büyük tabusu olarak hayatın her alanına hâkim oldu. Ermeni düşmanlığı kuşaktan kuşağa aktarılarak büyüdü. 

Cumhuriyet hükümetleri arasında hiçbir parti, yönetici veya lider bu meseleye el atamadı. Gerçeklerle yüzleşme cesareti gösteremedi. Ermeni sorunuyla ilgili gerçeklerin hasıraltı edilmesi, siyasal sistemi hastalıklı hale getirdi, adeta sakatladı. Demokrasinin gelişmesinin önünü tıkadı, uluslararası ilişkilerde büyük bir handikap oldu. 

İşin doğrusu devleti dönüştürmeyi göze almadan, devlete egemen olan bu zihniyete başkaldırmadan kendi tarihimizle de yüzleşemezdik. Bundan önceki başbakanlar aslında tarihle yüzleşmeden kaçtı. Ermeni katliamı gerçeğiyle yüzleşebilecek akla sahip yöneticimiz yok değildi; az çok okumuş, yazmış olan her politikacı, 20. yüzyılın başındaki bu korkunç katliamdan haberdardı; ama bu sorunla yüzleşmek için bilmek, haberdar olmak yeterli değil elbet; eski devletle savaşı göze almak da gerekirdi. Erdoğan öncesi liderlerin yapamadığı tam da buydu. Hiçbir lider, Ermeni gerçeğiyle yüzleşme adına kendi devletini karşısına almaya cesaret edemedi. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra devlete hâkim olan dar, şoven “Türkçü” zihniyete karşı çıkacak cesareti kendinde bulamadı. 

Bırakalım politikacıları, akademi dünyası bile Osmanlı toplumunun bir parçası olan Ermenilerin bu topraklardan nasıl olup da buharlaştığını masaya yatıramadı.  Üniversiteler, resmi devlet tezinin dışına çıkamadı. Buna cesaret eden Halil Berktay gibi saygın profesörleri ise ya itibarsızlaştırmaya, ya linç etmeye kalktı, hatta bazılarını ülkeden sürdü. 

Türkiye’nin en ciddi sorunları bir nebze olsun gündeme gelebiliyordu; ancak Ermeni meselesi hep dokunulmaz bir tabuydu. Kürt sorunu, Dersim katliamı, Rum azınlığın sürülmesi vb. gibi devletin yasaklı alanına bir ucundan az-çok girilebildi ama Ermeni tabusuna asla dokunan çıkmadı. 

99 yıl sonra ilk kez bir Başbakan, Ermeni katliamını resmen kabul etme anlamına gelen bir mesaj yayınladı. Ermenilere, onların torunlarına taziyelerini bildirdi. Onların acılarının önünde saygıyla eğilen tarihi bir mesaj kaleme aldı. ‘Ortak acımız’ vurgusu, iddia edildiği gibi Ermenilerin acılarını hafifsemiyor; aksine, tarihimizin en trajik katliamlarından birini “ama savaşta olur böyle şeyler” söylemiyle geçiştiren bir zihniyeti de, acıyı paylaşmaya ve tarihi yeniden anlamaya çağırıyor. 

Erdoğan’ın 24 Nisan mesajı, bu alanda devlete hâkim olan İttihatçı zihniyetten büyük bir kopuşu ifade ediyor. Erdoğan, bu mesajla “resmi milliyetçiliğe” büyük bir darbe indirdi. “Yeni Türkiye” iddiası, bence 24 Nisan demeciyle asıl anlamına kavuştu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yıldıray Oğur: Hatırlayalım ki unutabilelim

Dün Kumkapı Meryemana Patriklik Kilisesi, 94 yıllık gecikmeyle bir Ayin-i Ruhani’ye ev sahipliği yaptı. Başlık ayinde konuşan Episkopos Sahag Maşalyan’dan.

Ayni-i Ruhani yani “mevlit.” Gidenleri arkalarından hayırla anmanın, dualarla ruhlarını hoşnut etmenin adı değişiyor sadece… Ortodoks inancında vefattan bir süre sonra ve sene-i devriyelerinde eda edilen bu görev için tam 94 yıl beklendi.

Yakınlarını kaybedenlerin yaslarını ertelemesi psikolojik bir soruna işaret eder. Ama bu kez bir psikolojik sorun değil sebep olan, bir zorunluluk. Normalleşmeyi, unutmayı engelleyen zorunluluğun kaynağı ise devlet.

94 yıllık bir gecikme. Çünkü en son 1919 ve 1920’de İstanbul’daki Ermenileri 1915’teki kayıplarını anmışlar, onların ruhlarına dualar göndermişlerdi.

1919’daki anmaları düzenleyen yas komitesi, törenlerle ilgili Huşartsan adında bir almanak da basmıştı. Huşartsan anıt demek. Tanıklıklara göre 24 Nisan 1919’daki anmalarda şimdi Gezi Parkı’ndan Harbiye Orduevine kadar uzanan Pangaltı Ermeni Mezarlığı’na “11 Nisan anıtı” da dikilmişti. (Jülyen takvime göre 24 Nisan)

Kanuni’nin kendisini zehirlenmekten kurtaran Vanlı aşçısı Manuk Karaseferyan’a tahsis ettiği arazideki mezarlığa 1930’larda devlet el koydu, sonra da dümdüz edip şimdiki hâline getirmeye başladı. Anıtın daha da önce kaybolduğu söyleniyor. Anmalarının anlatıldığı almanak da kayıptı. Yıllar sonra biri bulup Hrant Dink’e teslim edene kadar…

95 yıl önceki Ayin-i Ruhani’de konuşan Patrik Zaven Efendi şöyle demişti: “Bütün o hayatlarını kaybedenler toprakta öldürülen buğday taneleridir. Onlar büyümeyecek, mahsul vermeyecek.”

O buğday taneleri büyümedi ama tarih bütün bu mekânların, sembollerin, isimlerin etrafında dönüp durdu o 94 yılda.

Kırılma anlarından biri 1993’tü. Alparslan Türkeş’le Ermenistan lideri Ter Petrosyan gizlice bir araya gelmişlerdi. Türkeş sınıra bir anıt dikip her iki tarafına da Türkçe ve Ermenice “Verdiğimiz acılar için üzgünüz” yazılmasını bile teklif etmişti. Dün Başbakan’ın açıklamasına halefi Bahçeli tek bildiği aynı “ihanet” diliyle cevap verebildi. O gizli görüşmenin arabulucusu Samson Özararat ise dün televizyonda konuşurken yine heyecanlıydı: İnsani ve vicdani açıdan mükemmel. Tarihî bir adım…   

2000 yılında 1915 ile ilgili büyük sessizliği Halil Berktay bozdu. Başına gelmeyen kalmadı. Sabancı Üniversitesi’nden atılması için kampanyalar başlatıldı. Sabancı ürünlerine boykot çağrıları bile yapıldı. Dün Başbakan’ın tarihî taziyesini “yetersiz”, “zamanlaması manidar” bulanlar arasında Halil Berktay’ı, Hrant Dink’i, 2005’teki Ermeni Konferansı’nı linç edenlerin, Orhan Pamuk’u 1915 hatırlatması yüzünden Nobel’ini görmezden gelmişlerin yazıp çizdiği, haberlerinin manşet yapıldığı medya gruplarının çalışanları da vardı. Tepe’lerinde salınan Türkiye Türklerindir levhası için patronlarını karşılarına alıp bir basit imza kampanyası bile yapmaya cesareti olmayanlar, yüzde 50’nin oyunu almış bir Başbakan’ın 99 yıl sonraki cesur adımını yetersiz bulmak, 1 Mayıs Taksim yasağıyla kıyaslamak gibi maksimalist züppelikler, şirazesi kaçmış kıyaslar içine girmişlerdi.

Halil Berktay ise dün herkesi o taziyeye tarihî hakkını vermeye çağıran bir yazı yazdı Serbestiyet’te. “Büyük bir adım tarihî bir dönüm noktası” başlıklı yazısını şu temenniyle bitirdi:

“En azından hâlâ düşünebilen kişilerin, bu arada, özellikle AGOS gazetesi ile çevresindeki Ermeni aydınlarının biraz daha medenî cesaret göstermesi ve -‘sol’cular bize ne der- diye o kadar tedirgin olmamasını dilerim.”

Öyle olmadı. Eski Ermeni Mezarlığı üzerine kurulmuş Gezi Parkı’nda Talat Paşa Komitesi üyeleriyle yan yana “diktatöre” karşı direnmekte bir beis görmeyenler, 99 yıl sonra 1915 için taziye yayınlayan Başbakan’ın ‘golünü’ çıkarmaya çalışan gayri-memnunspora pas attılar gün boyu.

Kripto Ermeniler kültünü 90’ların Kemalistlerinden miras almış polis şeflerinin, savcıların, gazetecilerin cemaatine bile…

Halbuki, bu açıklamaya Türkiye’yi ulaştıran isimlerden Ali Bayramoğlu taziyeyi okuyunca aklından geçenleri şöyle yazdı dün köşesinde ve sonuna kadar haklıydı: Keşke dedim o satırları Hrant da okuyabilseydi… Çünkü bu onun da eseri, özellikle onun eseri.”

Atatürk’ün manevi kızı Ermeni diyenleri bildiriyle hedef gösteren Genelkurmay’dan, Ermeni asıllı olmadığını ispat için şeceresini açıklamak zorunda kalan Cumhurbaşkanı’na, “Albayın anneannesi Ermeni çıkmış” diye acil üst düzey askerî toplantılardan, 1915’ten bahsetti diye Nobel’iyle yalnız bırakılan Orhan Pamuk’a…

99 yıllık bir inkâr yüzyılını bitirdi Başbakan Erdoğan bu taziye mesajıyla. Der Zor çöllerini aşıp geldik buraya. Son anda ayağına batan çakıl taşları yüzünden huysuzluk edip, bu tarihî yolculuğun sonunu görmemek için sırtını dönenlere Allah basiret versin. Tarihe 30 yıllık savaşı cesaretle bitiren, 99 yıl sonra 1915 için taziye yayınlayan, askerî vesayeti bitirmiş, başörtüsü ayrımcılığına son vermiş bir siyasetçiye faşist, diktatör diyerek geçtiniz. Bu utanç size 99 yıl daha yeter.

Yazının devamını okumak için tıklayınız.