Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Olaylar
Star gazetesinden Fehmi Koru, Yalçın Akdoğan, Ahmet Taşgetiren, Taha Özhan; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Akif Emre, Abdulkadir Selvi, ömer Lekesiz, İsmail Kılıçarslan, Nazif Gürdoğan; Sabah&#...
EMOJİLE

Star gazetesinden Fehmi Koru, Yalçın Akdoğan, Ahmet Taşgetiren, Taha Özhan; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Akif Emre, Abdulkadir Selvi, ömer Lekesiz, İsmail Kılıçarslan, Nazif Gürdoğan; Sabah’tan Okan Müderrisoğlu, Mahmut Övür; Akşam’dan Kayahan Uygur, Murat Kelkitlioğlu; Türkiye gazetesinden Ceren Kenar, Melih Altınok bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Fehmi Koru: Tayyip Erdoğan ve Ters Köşeleri

Başbakan Tayyip Erdoğan şaşırtmaya devam ediyor.

Önce herkese “Kendini tarif ediyor” diye düşündüren ‘koşan, koşturan, terleyen cumhurbaşkanı’ sözcükleri eşliğinde bir görev tanımıyla karşımıza çıkmıştı; bu yakınlarda ise cumhurbaşkanı adayı konusunda ‘herkesi ters köşeye yatırmak’tan söz etmeye, kimi kast ettiği tam anlaşılmayan ‘sadece Ak Partililer’in değil, CHP, MHP ve BDP’lilerin de oyunu alacak bir aday’ ile seçmen önüne çıkma vaadinde bulunmaya başladı.

Kendisi aday olacaksa neden ters köşeye yatmış olalım? Adaylığını ilân ederse kellesini kesseniz ona oy vermemeye yeminli geniş bir kesim var; e, hangi CHP’li, MHP’liden oy alacak? BDP bile kendi adayıyla seçime katılacağa benziyor…

Yoksa başka biri mi Ak Parti’den aday gösterilecek? Kim?

2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimini hatırlayın: Gözlemciler olarak Tayyip Erdoğan’ın altı yıllık başbakanlığı ardından Çankaya’ya çıkmasını bekliyorduk ve kendisi de o yolda sinyaller vermekten geri durmuyordu. Son gün, partisinin grup toplantısında, “Adayımız, kardeşim Abdullah Gül” diyene kadar…

Ters köşe o zaman öyle gelmişti…

Ardından farklı gelişmeler yaşandı: Hukuk mühendisleri ‘367’ formülüyle ortamı bulandırdı; ‘e-muhtıra’ sonrasında Anayasa Mahkemesi formülü kurallaştırdı. Turlar uzamaya başlayınca Abdullah Gül adaylıktan derhal çekildi… Erken seçime gidildi… Bir sonraki cumhurbaşkanını halkın seçmesi kuralı için halkoylaması yapıldı…

Gazete manşetlerini hatırlayın; aday konusunda beklentiler farklı profiller üzerinde yoğunlaşmıştı…

Fakat yine herkesi ters köşeye yatıran bir gelişme yaşandı: Abdullah Gül yeniden aday oldu ve bu defa seçildi.

Herkesi yine ters köşeye yatırırsa Ak Parti, bu defa şaşırmayacağım…

Sebebi şu: Tayyip Erdoğan verdiği görüntünün aksine tam bir hesap adamı; kritik kararlara varması gerektiğinde çok yönlü düşünüyor, etraftan gelebilecek telkinler yerine kendi içgüdüsünü de için işine sokan hesapları göz ardı etmiyor. Vardığı sonuç, öyle durumlarda, kendisinden beklenmeyen bir karar olsa da, kararı doğru sonuçlar doğuruyor…

Abdullah Gül’ün adaylığı doğru bir karardı ve onun Çankaya’da geçirdiği yedi yıl Ak Parti ile Tayyip Erdoğan’ın ‘artı’ hanesine yazıldı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Yalşın Akdoğan: Susuz havuza kafa üstü atlayanlar

En son yaşadığımız AYM geriliminde bir kez daha Başbakan Erdoğan’ın tam bir “devlet adamı” tavrıyla hareket ettiğine ve büyük bir siyasi olgunluk gösterdiğine şahit olduk. Üzerine talim atışı yapılan Erdoğan küçülmedi, aksine daha da büyüdü. 

Hatırlanırsa bir süredir AYM’nin verdiği iptal kararları kamuoyunda tartışılıyor ve hükümet yetkilileri bu kararları eleştiren açıklamalar yapıyorlar. Twitter ve HSYK kararları, Mahkeme-Hükümet ilişkisini çok gerginleştirmesine ve bir kısım polemiklere sebep olmasına rağmen Başbakan Erdoğan AYM’nin törenine gitmemezlik yapmadı. Birçok kişinin katılmayacağını düşündüğü bu törene hem kendisi gitti, hem de benzer gerilimler yaşayan Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le birlikte katıldı.

Tartışmaları, polemikleri, gerilimleri bir kenara bıraktılar ve devlet adamlığının gereğini yaptılar, devletin zirvesinde farklı bir görüntü oluşmasına izin vermediler. Bu siyasi olgunluğa karşı sergilenen tutum hiç hoş olmadı.

Erdoğan’ın ikinci olgunluğu, Haşim Kılıç’ın çok eleştirilen sözlerine aynı şekilde karşılık vermemesi ve gerilimi tırmandırmamasıydı. Erdoğan’ın haklılığı ve mağduriyeti o kadar açıktı ki, ilave bir tavır takınması, kendisini ifade etmeye çalışması gerekmedi.

Mahmut Övür’ün geçen günkü yazısında konuşmaya atfen yaptığı şu vurgu çok önemliydi: “Böylece attığı adımları hukukçu kaygısıyla mı, siyasi gerekçelerle mi attığını anlaşılacaktı”. Mahkeme başkanının siyasi polemik yapmasının ürettiği siyasallaşma görüntüsü Mahkeme kararlarına da gölge düşürmüş oldu. Övür’ün, “ Mahkeme özgürlükçü tavır takınıyorsa bunu büyük bedeller ödeyen siyasete borçlu” sözü de çok anlamlı…

Geçmişte yargının meydan okuyan çıkışlarından yaka silken halkımız, yargının siyasallaşmasından ve demokratik siyasete ayar vermeye çalışmasından hiç hazzetmiyor.  

Haşim Kılıç’ın siyasi çıkışı, toplumda yargıya duyulan güveni sarsmanın ötesinde, kendisine sempatiyle bakan insanlarda büyük bir hayal kırıklığı ve incinme meydana getirmiştir.

Askeri veya yargı bürokrasisinden siyasete hamle yapanlar susuz havuza kafa üstü atlıyorlar.

İnsanın yaptığı konuşma içinde bulunduğu halet-i ruhiyenin tezahürüdür. Kılıç’ın meseleleri ‘kişiselleştirdiği’ anlaşılıyor. İstediği herkese istediği herşeyi söyleyebileceği inancı kendi kurumu içinde belki normal karşılanıyor olabilir, ancak bunu dünyanın gözü önünde devletin zirvesine taşımaya kalkması işte böyle tatsız bir görüntü oluşturdu.

Yargı içinde zaman zaman demokrat söylemleriyle öne çıkan ve sempatiyle karşılanan bazı isimlerin enaniyet patlaması yaşadığını biliyoruz. Kendisini ‘adaletin, hakkaniyetin, insanlık onurunun, her türlü üst değerin kılıcı’ gibi görmeye başlayan insanlar tepeden bakma hastalığına kapılabiliyorlar.

Kılıç’ın dün sarfettiği “Hakimin vicdanına emanet edilen insanlık onurunu ancak adaletle yüceltebiliriz” sözü durumun vahametini yansıtıyor. İnsanlığın onuru hakimin vicdanına emanet!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Kılıç CHP’den aday olsa

CHP’nin henüz üzerinde konuşulan bir Cumhurbaşkanı adayı yok. Daha doğrusu muhalefetin yok. 

Ortak bir aday bulup, onu halkın oyuna sunulmasından söz ediliyor.

Öyle bir aday olsun ki, CHP ve MHP’nin oy potansiyelini aşsın, yani, daha geniş bir alandan oy alabilsin.

Yani muhafazakar seçmenlere de hitap eden bir aday olsun. En azından mesela Camia’nın kendi kitlesini oy vermeye yönlendirme adına işini kolaylaştıracak bir isim.

Kim olsun, dendiğinde zaten kulislerde “Acaba Haşim Kılıç olabilir mi?” soruları sorulmaktaydı.

Ama genelde, muhafazakar dünyanın tüm yorumcuları, Haşim Kılıç’ın böyle bir adaylığı benimsemeyeceğini, ortada ciddi bir kan uyuşmazlığı bulunduğunu, kaldı ki, CHP’nin Haşim Kılıç’ı asla aday göstermeyeceğini yazdılar, seslendirdiler.

Acaba 25 Nisan’dan sonra bu değerlendirmeler değişir mi?

Haşim Kılıç, 25 Nisan çıkışı ile, yeni bir kimliğe mi soyunmuştur, kendini yeni bir dünyanın kabulüne mi sunmuştur, Türkiye için yeni bir oyuncu mudur?

Bu sorular artık soruluyor.

Ve Haşim Kılıç’ın CHP- MHP’nin ortak adayı olup olmadığı sorusu da birlikte gündeme geliyor.

Acaba mı?

Haşim Kılıç isminin, son hadisenin medyaya yansımasına bakılırsa Camia nezdinde karşılık bulduğunda kuşku yok. Kılıç Camia’dan mıdır, sanmıyorum. Konuşma metninden Camia mutlu mudur, Tayyip Erdoğan’ı vuran yönleriyle mutlu olduğu da açık. Ancak, Haşim Kılıç’ın “yargıda paralel yapı” konusunu, kabul edilemez bulduğu da açık. Sadece “ispatlayın” diyerek bir tür “Camia dili”ne yaslanmış oluyor. 

Haşim Kılıç’ın muhtemel adaylığı CHP bünyesinde biraz bomba etkisi oluşturmuş gözüküyor. “Kan uyuşmazlığı” olgusu çok erken ortaya çıkmış durumda. Belli ki depremin artçı sarsıntıları devam edecek.

Şunu söylemek isterim ki, ben şahsen Kılıç’ın CHP’nin adayı olmasına tepki göstermem. Mesela Yılmaz Büyükerşen aday olacağına Haşim Kılıç olsun, derim.

O zaman Türkiye’nin nasıl bir cumhurbaşkanlığı seçimi yaşayacağını tasavvur etmek lazım, bir.

CHP’nin bile, “muhafazakar kökenli” aday gösterdiği bir Çankaya yarışı.

Hey gidi Türkiye hey, Rabbim nelere kadirdir!

Ben diyorum da kimse dikkat etmiyor, “Bütün bunlar Türkiye’nin Türkiye olma, İslam dünyasının İslam dünyası olma mücadelesidir.”

Ben diyorum da kimse dikkat etmiyor, CHP vaktiyle Türkiye’de kurulan “Sera yönetimi”nin ürünü, hormonlanmış bir siyasi partidir. Özel koruma görmüştür ve ona göre bir toplum üretmeye yönelmiştir.

Çok partili hayat, Türkiye’nin özgür düşünmeye açıldığı bir süreçtir ve bu sürecin CHP’yi insanların özgür tercihleri açısından sınayacağı muhakkaktı.

Çok partili hayat, Mesut Yılmaz’ın bir ara dillendirdiği gibi, şayet “Çok partili hayata geçilsin ama her partinin damarlarında tek parti ideolojisi aksın” tarzında dizayn edilmemiş olsaydı, yani statüko, bir tür tek parti zihniyetine göre kodlanmış, onun dışındaki yapılar sürekli sistemin ambargolarını bedenlerinde hissedip, kapatma tehdidi ile karşı karşıya bulunmasalardı, CHP şimdiye kadar çoktan tükenirdi.

Ama şu anda CHP çok sarsıcı bir “kimlik” problemi yaşıyor ve kendisini toplum gerçeğine göre dönüştürme ya da her gün daha da küçülen bir varlık haline gelme riski – tercihi ile karşı karşıya hissediyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Taha Özhan: Hukuk Manifestosu

Anayasa Mahkemesi başkanının geçen hafta yaptığı konuşma bazı Kemalist ve Liberal isimler tarafından ‘hukuk manifestosu’ ilan edildi. Bu durum uzunca zamandır tartışmaya ve anlatmaya çalıştığımız entelektüel krize, en güzel örneklerden birisini teşkil etmektedir. Mezkur entelektüel krizden hepimiz nasibimize düşeni ister istemez alıyoruz. Nasıl almayalım? Kılıç’ın felsefi anlamda oldukça sıradan, klişelerle dolu ve kişisel ağız dalaşlarıyla süslenmiş metnine ‘manifesto’ muamelesi yapılan bir ortamdayız. 

Bu ‘hukuk manifestosunda’ kendisine yer bulabilen ‘laf sokmaları’, bürokratik zırhın sağladığı ‘kurtulmuşluk illüzyonu’ ruh halini şimdilik bir kenara bırakalım. Zira bunlar yargı bürokrasisinin yıllardır kurtulamadığı hastalıklardan sadece bazıları. Ancak insan sermayesinin kalitesi iyileştikçe düzelebilecek sıkıntılar. Dolayısıyla Kılıç’ın Anayasa Mahkemesi’nin ortak bildirisi havasında okuduğu metnin ‘hukuk manifestosu’ olduğu iddia edilen kısımlarına bakalım.

Metnin felsefi bölümleri olarak okunabilecek kısımları, maalesef hukuk felsefesi adına hicap duyulacak cinsten. Liberal kalemlerin çok sevdiği ve ne olduğunu sadece kendilerinin bildiği ‘yeryüzü standartları’ açısından dökülen bir metin var karşımızda. Olsa olsa hukuk fakültesine henüz başlamış heyecanlı bir liberal öğrencinin ilk verdiği ödevlerin düzeyini aşamayacak bir metinden bahsediyoruz. Gerçekten el insaf. Kendisi de hukuk kökenli olmayan Kılıç’ın, metnini herhangi bir hukuk, siyaset bilimi veya felsefe bölümünde hangi düzeyde kullanabilirsiniz? Sadece metinde ısrarla üzerinde durulan ‘evrensel standartlar’ vurgusu bile bu metnin sınıfta kalması için yeterlidir. ‘Tabii insan haklarıyla’ düpedüz ‘hukuk’u birbirine karıştırıp, evrensel hukuki standartlardan bahseden bir yaklaşımın ciddiyeti sorgulanır. Kaldı ki aynı metinde bir de ‘evrensel değerlerin uygulanmasından’ bahsetmedir. Hangi değerlerin nasıl evrensel olduğu sorularının sorulması bile bu konuşmanın sıkıntıya girmesi için yeterlidir.

Anayasa Mahkemesi başkanının okuduğu metne ‘manifesto’ muamelesi yapanların, yarı aydınlanmacı dillerine ve ahlaklarına elbette şaşırmıyoruz. Ama üzülüyoruz. Zira gündemimizin ve tartışmaların çıtasını manifesto diye klişelerle dolu bu yaklaşımlar belirlemektedir. Zaten, manifesto niyetine, standartları yıllardır bu ergen siyasi düzeyi aşamadığından dolayı da ortaya başı sonu belli, derinliği olan fikri bir düzlem çıkmadı. Böylesi bir konuşmanın Kılıç tarafından yapılması ise hakikaten kaderin bir cilvesidir. Oldukça sıradan bir liberal, yarım yamalak tercüme faaliyetinin ötesine geçmeyecek bir konuşma, siyasallaşmasını büyük ölçüde ‘yerli’ halkalarının içerisinde gerçekleştirmiş bir isme nasip olmuştur.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: Mısır’da İdam Türkiye’de imha

Firavunlar ülkesinde firavunca işler yapılıyor.

528 kişi hakkında idam kararı verildi.

37 kişinin idamı kararı onandı.

491 kişinin idam kararı müebbet hapse çevrildi.

Yetmedi; 683 kişi hakkında daha idam kararı verildi.

Darbe bile değil, iç savaş kararlarıdır bunlar. Ancak bir iç savaşta bu kadar ölüm emri verilirdi.

Meşruiyetini demokratik değerlerden değil silahın gücünden, arkasındaki Batılı patronların gücünden alanların uyguladığı devlet terörüne tanık oluyoruz.

Yüz yıl sonra ilk kez özgürlük diyebilen insanların özgürlük tutkularını kursağında bırakanların cinayetlerine tanık oluyoruz.

Piramitlerin inşasında çalışan kölelere reva görülen zulmü, 21. Yüzyıl’da Mısır halkına reva gören bir zulüm düzenine tanık oluyoruz.

Darbe ile iktidarı ele geçirenlerin demokratik yollardan iş başına gelenleri tasfiye edişine, onları örgüt ilan edişine, haklarında teker teker idam kararı verişine tanık oluyoruz.

Kendini Enver Sedat sanan Sisi adında bir generalin, efendilerinin kurguladığı iktidar oyununda, ABD ve Avrupalı ‘demokrasi aşığı’ güçlerden aldığı destekle kendi halkını kıyıma uğratışına, ülkesini adım adım iç savaşa sürükleyişine tanık oluyoruz.

İsrail istihbaratın planladığı bir mizansen üzerinden Mısır gibi bölgenin en merkezi ülkelerinden birinin ölüm arenasına dönüştürülmesine, milyonlarca Mısırlının onurunun yok edilişine, ülkenin İsrail için garnizon ülkeye dönüştürülmesine tanık oluyoruz.

Hatırlayın; Mısır’da ilk olaylar Müslüman-Hristiyan çatışmaları teziyle başlatıldı. İsrail istihbaratı mensupları şehirlerde bombalar patlattı. Dini önderlerin basiretli tutumu ile bu tehlike önlendi.

Ardından Hüsnü Mübarek rejimine karşı özgürlük çığlıklarıyla kitleler sokaklara aktı. Bir diktatör devrildi. İlk kez uluslararası kriterlere uygun seçim yapıldı. Mısır halkı demokrasiyi tercih etti.

Ardından ‘Tahrir’de özgürlük diyenlerin bir kısmı ‘darbe’ çağrılarıyla sokaklara sürüldü. Senaryo müthişti ve başarılı oldu. Seçilmiş hükümet devrildi, asker yönetime el koydu. Müslüman Kardeşler ‘örgüt’ ilan edildi. Devleti yönetenler örgüt lideri yapıldı. ABD ve Avrupa ülkelerinin alkışları arasında Mısır’da tarihin en büyük tasfiyelerinden biri başlatıldı.

İdam kararlarına tepki beklemeyin. Batılı ülkelerin ikiyüzlülüğüne, sahtekarlığına ilk kez tanık olmuyoruz. Bu coğrafya, ihanetler, alçaklıklar, masum kitlelerin istihbarat operasyonlarına kurban verildiği bir coğrafyadır. Bu, yüz yıldır böyledir.

Mısır’ı boğdular. Mısır’daki özgürlük isyanını gaddarca cezalandırıyorlar şimdi. Bir ülkenin uyanışını sabote ettiler. Kendileri için büyük bir ‘tehlike’yi bertaraf etmiş oldular.

Mısır’daki darbe bir çokuluslu projedir. Bu kirli ortaklığın mensuplarını Türkiye’de yaşayanlar çok iyi biliyor.

Osmanlı’yı çökertenler bu ortaklıktı. Osmanlı sonrası coğrafyayı paramparça edenler bu ortaklıktı. Yüz yıldır coğrafyaya zulüm ve acı ihraç edenler, türlü bahanelerle bizi boğazlayanlar, zalim rejimler kurarak bizi sindirenler aynı ortaklıktır.

Şimdilerde Mısır’ın vatanseverlerini idam ediyorlar. Aklını ve kalbini Mısır’a feda eden, malını ve canını Mısır’a adayan şanlı insanları yok ediyorlar.

Göreceksiniz bu ülke huzur bulmayacak. O kanlı senaryo, Sisi’nin ve patronlarının elinde patlayacak. İsrail istihbarat kurgusunun bedeli belki de ülkenin bir bölümünün, Sina’nın kopuşu olacak. Sisi’nin sonu belki de Enver Sedat gibi olacak.

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Akif Emre: Stratejik mühendislik olarak idamlar

Mısır darbesinin üzerinden daha bir yıl geçmeden idam mahkumlarının sayısı şimdiden bini geçti.. Daha önce idama mahkum edilen 529 İhvan üyesine ilave olarak dün de Minye Ceza Mahkemesi, İhvan lideri Muhammed Bedii’nin de içinde olduğu 683 kişiye idam cezası verdi. Bunların büyük kısmının müebbed hapse çevrileceği düşünülse bile idamı kesinleşecek olanların sayısı hiç de az değil. Ve üstelik yargılamalar devam ediyor, yeni idamların gelmesi artık kimseyi şaşırtmayacak.

Mısır’da apolitik devrim gösterileri en heyecanlı günlerini yaşarken İhvan, çekimser davrandığı hatta devrimden bir süre sonra bile siyasi aktör olarak geri planda kalmayı tercih eden tavrından dolayı eleştirilmişti. O zaman, bunca yıllık tecrübe, her umut sağanağından sonra dayak yiyen İhvan’ın bu tavrının anlaşılır bir durum olduğunun altını çizmiştik. Nitekim İhvan’ın doğrudan başkanlık seçimine girmesi ve kısa iktidar sürecinde takip edilen politikaların da daha çok dışarıdan cesaretlendirmelerin etkisiyle uygulandığını belirtmek durumundayız.

Belki dünya siyasetindeki yönelimleri en önemlisi bölgedeki ilişkileri ve Mısır’ın sistem içi dengeleri, aktörleri doğru okuyamamanın sonucuna ve bir de cesaretlendirmelerin boşa çıkardığı hayal kırıklıklarıyla başbaşa kaldı. İhvan’a ödetilen bedelin arkaplanında çok farklı etkenler söz konusu.

Gelinen noktada altı çizilmesi gereken bir husus Mısır karşı devriminde Suud’un etkisinin sanılandan çok fazla olduğu, bölgesel Müslüman Kardeşler’e lojistik destek veren Katar’ın da sigaya çekilmeye başlamasıyla daha net ortaya çıkıyor.

Amerika’nın Ortadoğu siyaseti açısında bakıldığında bir dönem adeta İsrail’in geri çekilerek, hatta terbiye edilerek bölgesel aktörlerin önünün açıldığı bir aralık yaşandı. Ki Türkiye’nin bölgedeki etkinliğinin artmasında bu husus belirleyici olmuştur. İkinci olarak küresel sistemin askeri ve stratejik olarak bölgesel aktörler eliyle Ortadoğu’da yeni bir denklem kurma çabası söz konusu idi. Bu stratejinin ilk habercisi olarak Obama’nın ilk dönem Kahire konuşması milat alınabilir. Son gelişmeler ışığında, bu stratejinin, yani İslam dünyasında ılımlı, sekülarizmle barışık, kapitalizme entegre olmuş bir İslam anlayışının öne çıktığı model arayışı temel olarak ortadan kaldırıldığını söylemek mümkün değil. Ancak, şimdilik planlandığı gibi gitmediği, eski ayarlara, statükoya dönüldüğü söylenebilir.

Bu süreçte öne çıkan husus, Suud’un belirleyici rol alarak Mısır’da müdahil olması bölgesel güç olarak Amerikan stratejisinde kendiliğinden rol kapmış olduğudur.

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Abdulkadir Selvi: Anayasa Mahkemesi ne zaman dinlendi

Başbakan, Konya ve Kayseri konuşmalarında, Anayasa Mahkemesi’nin de dinlenildiğini söyledi. Hatta Anayasa Mahkemesi’ndeki tuhaf işlerin dinlemeyle bağlantılı olabileceği imasında bulundu.

Anayasa Mahkemesi’nde tuhaf şeylerin olduğu kesin ama bunların dinlemeyle ilgisinin olup olmadığını ise bilmiyoruz.

Bir başka kesin olan ise Anayasa Mahkemesi’nin dinlenildiği. Başbakan Erdoğan meydanlarda gümbür gümbür bu iddiayı gündeme getirirken, ona, ‘sığ’ diyenlerin, gömlek değiştirmekle itham edenlerin sesinin çıkmamasının bir nedeni var.

Çünkü dinleme konusunda Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve bazı üyelerin önemli bilgilere sahip olduğunu düşünüyorum.

Örneğin 2010 yılında TBMM’de Anayasa değişikliğinin görüşülmesi sırasında yaşananlar gibi. İsmini bildirmekten çekinmeyen şahsın Anayasa Mahkemesi üyesine, ‘Senin ne yaptığını biliyoruz’ demesiyle patlak veren kriz.

Bu kadarıyla yetineyim. Çünkü bu dinlemelerden sadece biri. Gerisini arif olan anlar.

Anayasa Mahkemesi Başkanı bunları bilmesine rağmen, yargıdaki paralel yapıyla ilgili olarak, Cemaatin kullandığı dili kullandı: ‘Varsa tespit ediniz.’ Yüksek yargı organı başkanlarının, siyasi parti liderlerinden daha çok konuşmasından rahatsız olan birisi olarak, Haşim Kılıç’a, ‘Neden yargıdaki paralel yapı ve Anayasa Mahkemesi’nin dinlenilmesi konusunda bir şeyler söylemedin’ demeyeceğim.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ömer Lekesiz: Kargalardan medet ummak

17 Aralık seçim ayarlı darbe kalkışmasında başarılı olsalardı, baş olacaklardı.

Ama şimdi ayak bile değiller.

Yüklendikleri maşa rolüyle ortalıkta kaldılar.

DIRAL DEDENİN DÜDÜĞÜ GİBİ

Sahipleri başarısızlık yüzünden azarlamış mıdır onları?

Hiç sanmıyorum, tenezzül bile etmemişlerdir.

Kendilerini fil zanneden farelere karşı ilgisizliği, ilişkisizliği seçmişlerdir, kapatmışlardır açtıkları kapıları yüzlerine; açacaklarını vaadettikleri kapıları da daha muhkem kilitlemişlerdir. Bana inanmıyorsanız o malum elçinin koşarcasına AK Parti’yi tebrik etmeye gidişine bir bakın hele.

Hal odur ki, darbede başarılı olmak için ürettikleri maddi tedbirlerin telaşıyla baş başa kalmışlardır.

Başka bankalardan kredi alarak kendi bankalarında bilmem kaç yüz bin ‘inadına’ yeni hesap açmışlardı örneğin.

Vadesi dolmuş olmalı o kredilerin; bu yolla himmet ehli olduklarını ispata kalkışanlar şimdi himmet derdine düşmüşlerdir.

Siz bakmayın kuyruklarını dik tutmak için savurdukları salvolara.

Asıl buralarda ivme kazanıyor erimeleri.

Öyle istismar ettiler, öyle sıkboğaz ettiler, öyle sömürdüler ki esnafı; onlar şimdi adeta Hizmet Örgütü’nün tasallutundan kurtuluşlarını bayram olarak ilan edip, kutlayacaklar.

Sadece kapıları değil, kasalarını da kapatmıştı zaten sahipleri.

Şimdi ‘Dıral dedenin düdüğü’ gibi kalakaldılar ortalık yerde.

‘Hesap sorulması bekleniyor’ demiştim ya birkaç yazı öncesinde.

Şovu gerektirmeyen bir durum olarak bu içten içe sürüyor.

Oylarınızı vererek hesaplaşma yetkisi verdiklerinizin elleri armut toplamıyor bundan emin olunuz.

ATEM TUTEM MEN SENİ

Darbe kalkışmasının ilk gününden bugüne kendi eliyle ve diliyle kendisini kirletmiş olan liderlerini muteber bir çerçeve içine oturtmak ve orada olsun temiz tutmak için sürdürdükleri çaba tam hızla devam ediyor.

Çünkü asıl onun bittiğinin halk tarafından anlaşılması en büyük korkuları.

Ama korkunun ecele faydası yoktur malum. Sandık da kimin neyi ne kadar bildiğini gösterdi zaten.

Bazen ‘Atem tutam men seni / Şekere gatem men seni / Akşem baben gelende / Öğüne atem men seni’ dizeleriyle başlayan ninninin kıvamında, bazen ‘O zamanın alimidir, bir mütefekkir dervişidir, bir tefekkür çilekeşidir’ tarzındaki Küçük Emrah tripleriyle ‘son bir umut’ niyetine yine de devam ediyor parlatma işleri.

Oysa ki o artık sadece ‘bir dava adamı’ndan ibarettir.

Alim oldur ki hakkı göre, alim oldur ki başkalarının dümen suyuna girmeye.

Milletine, vatanına reva görülen zulme tereddütsüzce taraf olandan, başka akılların güdümüne girenden alim mi olur?

Dahası sorgulamaya kapalı olandan alim mi olur?

Masumiyet zırhına bürünenden, her düşünüşünde, eyleyişinde bin bir manalı himmetler sıçrattığını iddia edenden mahremiyet düşmanından, kasetçiden, porno uzmanından alim mi olur?

Alim oldur ki, hata etmemeye çalışa; hata edende bunu itiraf etme olgunluğu göstere ve bu olgunluk nedeniyle sorgulanmaya açık ola.

‘Atem tutam men seni’ eşliğinde, ‘alimdir alimdir’ ısrarıyla alim olunsaydı, doğan her çocuk alim olarak doğardı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İsmail Kılıçarslan: Bırak gebersinler abi!

Dört ya da beş sene önceydi. 1 Mayıs günüydü. Ali Sami Yen Stadı’nın tam karşısına denk gelen bir ara sokakta çalışıyorduk. O vakitler yapımcılığını üstlendiğim bir Arapça programın kurgusunu bitirmeye çabalıyordum. Birden sloganlar duyuldu. Ardından bağırma sesleri ve koşuşturmalar… Sonra da genizlerimiz ve gözlerimiz yanmaya başladı. Belli ki gaz bombası atmıştı polisler. Hemen pencereler kapatıldı. Ben de, bulunduğum odanın penceresini kapatıp olanı biteni anlamak için sokağa bakmaya başladım. Yüzünü kırmızı bir bandana ile kapatmış, tahminen yirmili yaşlarındaki bir kızla göz göze geldik. Kız, olanca gücüyle bağırdı: ‘Kapıyı açın kapıyı.’

O noktada kurgu operatörlüğü yapan ve muhtemelen asgari ücretin biraz üzerinde bir maaşla çalışan delikanlıya dönüp ‘kapıyı açsana’ dedim. Delikanlı, aklına geleni bana söyleyip söylememe konusunda bir an tereddüt etse de kendini tutamadı ve ‘bırak gebersinler abi’ deyiverdi. Ben fırlayıp bastım otomata. O kız ya da arkadaşları binaya girdi mi, saklandılar mı, hala bilmiyorum.

Çok net hatırlıyorum. 1999 yılıydı. Sonradan son derece düzmece iddialarla hapse atılan bir arkadaşım anlatmıştı. İstanbul Üniversitesi’nde İslamcılarla sol gruplar arasında kavga çıkmış. Bir İslamcı arkadaşımız ‘sol görüşlü grubun’ arasında kalmış. Gruptakiler arkadaşımıza ‘öldürme kastıyla’ vuruyormuş. Bizimkiler arkadaşımızı kurtarmak için koşarken biri ‘yavaş ulan, öldüreceksiniz çocuğu’ diye bağırmış. Cevap, karşı gruptaki kızlardan birinden gelmiş: ‘Gebersin it!’

Geçen sene. Sosyal medyada önüme bir fotoğraf düştü… Suriyeli bir babanın kucağında kanlar içinde kalmış dört yaşlarında bir kız çocuğu var. Baba, ölmek üzere olan kızına yardım bulmak için koşuyor. Ben, bu fotoğrafı paylaşıp ‘bu çocuğun Esedci mi, Sünni mi, Selefi mi, Kürt mü, Türkmen mi olduğunu soranın Allah belasını versin’ yazmıştım. Bu mesaja aldığım cevaplardan biri unutulacak gibi değildi: ‘Nasıl yani İsmail abi? Niçin sormayacakmışız çocuğun kimlerden olduğunu?’

Dünyanın hangi aptal ideolojisi, hangi salak anlayışı devletin gazından kaçan birine kapımızı açmamıza engel teşkil eder; bir öğrenci kavgasında gencecik birine öldürme kastıyla vurmamızı sağlar; 4 yaşındaki bir kız çocuğuna dinini ya da milliyetini sormamıza neden olur?

Sakın yanlış anlaşılmasın. Hümanist bir zevzeklikle konuşmuyorum. İnsan taraf da tutar, bir ideolojiye sahip de olur, gerekirse sahip olduğu ideoloji ve taraf için kavgaya da tutuşur. Ama insan, bütün bunları yaparken tek bir şeyi elden bırakamaz. Nedir o: Adalet!

Bunu hatırlatmaktan hiç bıkmayacağım. Elimizde adalet duygumuzdan başka hiçbir iyi duygumuz kalmasa, adalet duygumuz bizim için tüm diğer iyi duygularımızı yeniden ve yeniden icat etmeyi başarır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Nazif Gürdoğan:Dünya bir ülkedir bir ülke her ülkedir

İyi bilinen küre dünya gitti. İyi bilinmeyen kare dünya geldi. Kare dünya bir ülkedir, bir ülke her ülkedir. Kare dünyada zaman, mekan ve teknoloji farkı kalktı. Artık dünyada birbirine uzak ülke yok. Bir ülke kurum ve kuruluşlarıyla, her ülkede olmazsa, kare dünyada kendine kalıcı bir konum elde edemez. Bir ülkede olmak için, her ülkede olmak gerekir. Bir ülkeyi her ülkeye, dünya değeri olan, ekonomik ve kültürel kurum ve kuruluşları taşır.

*

Yirminci yüzyılın başında kurulan Harvard Business School, Yönetim ve İşletme Bilimlerinin Harb Akademisi ve en önemli, kültür taşıyıcısı kuruluşların başında gelir. Kare dünyanın bütün kurum ve kuruluşları, HBS’u izlerler. Harvard Business Review, HBS’un kuramsal ve uygulamaya dönük, öncü çalışmaların yer aldığı, yılda on sayı yayınlanan yarı akademik dergisidir. Dünyada onu aşkın dilde okuyucularına ulaşan derginin, dilleri arasına Türkçe de katıldı. Kasım sayısında, benim ‘Küre Dünyanın Kare Dünyaya Dönüşmesi ve Yeni Vizyon Arayışları’ başlıklı bir yazım var.

Peter Drucker’dan Gary Hamel’e, yönetim bilimleri çevresinden ustaların, çalışmalarına önem veren HBR, dünyayı kareleştiren odakların önde gelenlerindendir. İlk defa Harvard Üniversitesi’nde düzenlenen MBA eğitimleri, bütün dünya üniversitelerinin, vazgeçilmez yönetim ve işletme yüksek lisans programları haline geldiler. Artık dünyanın hiçbir yerinde, MBA programlarının olmadığı İİBF’si ve HBR dergisinin girmediği üniversite yok.

*

Dünyanın kareleşmesi ve üzerindeki örtülerin kaldırılması, sanayileşmeden daha önemli ve daha etkili değişmelere yol açan, bir ekonomik ve kültürel dönüşümdür. Kare dünya bırakın babaları, büyük kardeşlerin, küçük kardeşleri tanımakta zorluk çektikleri bir dünyadır. Hiyerarşi ve bürokrasinin sıfırlandığı, kurum ve kuruluşlar, her gün yeniden doğuyorlar. Ürün, hizmet ve bilgi üretimine yeni boyutlar kazandırmak için, işletmeler verimliliğin peşinden, olimpiyat rekorları kılan atletler gibi koşmaktadırlar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Okan Müderrisoğlu: İki kurum, iki tutum AYM ve Merkez’e bakış

Güncel ve sıcak olaylar sırasında en fazla dikkat ettiğimiz husus, “kurumların yıpranmamasıdır!”

Kurumsallaşma, yazılı kurallara uyum ve teamüller “demokrasi açığı” olan ülkelerde kamu vicdanının tesisi bakımından önemlidir. Lakin kurumlar ve özellikle kurumları temsil eden yöneticiler, eleştiriden bağışık değildir.

Üstelik bu kurumlar, hepimizin ortak paydasını oluşturan hukuki ve ekonomik çerçevede sonuç üreten kararlar veriyorlarsa…

Tahmin edileceği üzere, odaklanacağımız ilk kurum “Anayasa Mahkemesi (AYM).”

Değerlendirmemiz haliyle Başkan Haşim Kılıç’ın bundan sonra oynayacağı rolün tarafsız ve bağımsız olup olmayacağıyla da ilgili.

12 Eylül 2010 referandumunun AYM’de yapısal değişime yol açtığını, Yüksek Mahkeme’nin gerek üye sayısındaki hızlı değişim gerekse, yeni görevleri dolayısıyla geçiş dönemi sancıları yaşadığını kabul edebiliriz. Hatta giderek “Türkiye İnsan Hakları Mahkemesi’ne” dönüşeceğini de düşünebiliriz. Burada bizim açımızdan iki kritik gösterge söz konusu: 

1- AYM’nin, gerek yasaların anayasaya uygunluğunu denetlerken gerekse, insan hak ve onurunu koruma misyonu ile hareket ederken durumdan vazife çıkarıp çıkarmayacağı, yetkisini genişletip genişletmeyeceği, yani aleni kurallara rağmen sürpriz yapıp yapmayacağı. 

2- AİHM kararlarında ifade edildiği şekliyle şiddeti teşvik etmedikçe, kendisine karşı şok edici yorumlara ne kadar hazırlıklı olduğu. Bir başka anlatımla, siyasete ve siyasetçiye hiza vermeye soyunur, kararları ile konuşmak yerine, polemiğe girmeyi tercih ederken ne ölçüde duygusallıktan arınabileceği.

Kuşkusuz bir diğer önemli nokta da bizzat Başkan Haşim Kılıç’ın, 25 Nisan 2014’te yaptığı konuşmadan sonra önüne gelecek dosyalarda ne ölçüde objektif davranabileceği.

Kılıç, bugünden itibaren anayasaya aykırılık iddiasıyla önüne gelen dosyalarda, şu veya bu şekilde yön verebildiği bireysel başvuru kararlarında bitaraf kimliğini ispat etmekte çok ama çok zorlanacaktır. Hele hele AYM’nin, Yüce Divan sıfatıyla bakması muhtemel fezlekeler dikkate alındığında, Haşim Kılıç ve beraber tavır alan üyeler tartışmaların merkezinde konuşlanacaktır. Bu yüzden, hassas kurumları temsil edenlerin beyanları sadece kendilerini değil, geleceği de bağlar.

Çoğu zaman ipotek altına alır. Maalesef Sn.

Kılıç bunu bilmesine rağmen tartışmanın fitilini ateşlemiştir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mahmut Övür: TUSKON’a kıyağın perde arkası

Bir süre önce Sabah ekonomi sayfasında Mehmet Nayır imzasıyla, İstanbul Yenibosna’da bulunan 36 bin metrekarelik bir arsanın Fethullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu’na (TUSKON) usulsüz biçimde nasıl ucuza verildiği haberi yer aldı. 

Habere göre, tahmini değeri 230 milyon lira olan arsa 49 yıllığına ve yıllık 1.6 milyon TL kirayla TUSKON’a verilerek “kıyak” yapılmıştı. Durumu, Maliye Bakanı Şimşek Başbakanlığa bildirince “kıyak” ortaya çıkmış ve ihale iptal edilmişti. 

Ancak işin ilginç yanı, ihalenin perde arkasıydı. Haberdeki şu ayrıntı dikkat çekici: Arsa ivedi olmamasına rağmen kılıfına uydurulup pazarlık usulüyle TUSKON’a verildi. 

Peki, bunu kim, nasıl yaptı? İşin püf noktası burası. Arsaya ilk talip, benim de Mütevelli Heyeti’nde olduğum Kavram Meslek Yüksek Okulları (KMYO). Dershanecilikte marka olan Kavram, bir süredir okullaşma çabasında. KMYO ile adım atıldı, ardından üniversite gelecekti. Yenibosna’daki arsa bu nedenle gündeme geldi. Mütevelli Heyeti Başkanı Bahattin Durmuş, koşulları yerine getirerek arsa için başvurdu. Arsanın İSO ile problemini de halletti. Ama o da ne? Bürokrasi, Kavram’ın karşısına dikildi. Özellikle Maliye Bakanı danışmanlarından Bahadır Özkan ve İstanbul Defterdarı Bekir Bayrakdar (görevden alındı), Durmuş’u ihaleden vazgeçirmek için “Dilekçeni geri al, yoksa diğer işlerin de yürümez” diye tehdit ettiler. Vazgeçiremeyince açık ihale yoluna gittiler. 

İşin bir başka ilginç yanı da açık ihale süreci devam ederken, son tekliflerin kapalı zarf yöntemiyle istenmesi. Bahattin Durmuş bu konuda şöyle diyor: “Biz o baskı altında ihalede yöntem değişikliğinin yasal olup olmadığını düşünemedik ve son teklifi yazılı verdik. Ve ihaleyi kaybettik. Meğer öyle bir değişiklik yapmaya hakları yok. Şimdi o hakkımızın iadesini istiyoruz.”

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kayahan Uygur: Oligarşinin 1 Mayıs’ı kutlu olsun

Bir ülke düşünün, en büyük  bankalardan birinin ortağı sosyal demokrat parti. 

Bir ülke düşünün, en büyük holdinglerin patronları tarihsel sol ve cumhuriyetçi gazeteyi finanse etmek için vakıf kurmuş ve kesenin ağzını açmışlar. 

Bir ülke düşünün, oligarşinin işadamları derneği solcular tarafından çok seviliyor ve hükümeti eleştirmeleri “sol” mücadeleye  katkı olarak değerlendiriliyor. 

Bir ülke düşünün, oligarşinin işadamları derneği 21’inci yüzyılda her seçimde sosyal demokrat partiye oy verilmesi için çalışmış. 

Bir ülke düşünün, oligarşi  paralel devletle birlikte kurduğu Made in USA kumpaslarda en büyük desteği sosyal demokratlardan alıyor. 

Bir ülke düşünün, oligarşi ülkeye kimi zaman Dünya Bankası’ndan USA patentli solcu lider, kimi zaman da yine USA patentli ananasçı  lider empoze ediyor. 

Bir ülke düşünün, sosyal demokrat partiye liderlik de, ülkenin en büyük kentinin sosyal demokrat belediye başkan adayı olmak da oligarşinin icazetine ve desteğine bağlı. 

Bir ülke düşünün, oligarşinin bir fabrikasında sosyal demokrat sendika tarihte bir kez grev yapmışsa onu da patron namına stokları eritmek için yapmış (bakınız  Aziz Nesin’in ‘Büyük Grev’ kitabı). 

Bir ülke düşünün, oligarşi ‘katil oligarşi’ diyerek ortalığı yakıp yıkanları otellerde ağırlıyor, onlara yemek kumanyaları dağıtıyor. 

Bir ülke düşünün, oligarşi ‘katil oligarşi’ diyenlerin gazetelerini yayımlıyor, liderlerini televizyonlarda parlatıyor. 

Bir ülke düşünün, oligarşi, ‘katil oligarşi’ diyen eylemcilerin rahat etmesi için mağazalarını gece gündüz açık tutup, internet olanaklarını onların hizmetine sunuyor. 

Bir ülke düşünün, ‘katil oligarşi’ diyenlerin lider kadrosu ‘hain tuzaklarda, kan uykularda’ katlediliyor ama geride kalanların çoğu  hem onları hem de öz sloganını unutup oligarşiye sığınabiliyor. 

Bir ülke düşünün, faili meçhuller milyonların yüreğini kanatırken ‘Cumartesi Anneleri’ Taksim’de 20-30 kişiyle yalnız bırakılıyor ama barış süreci başlayınca oligarşi destekli solcu çocuklar binlerle gelip Taksim’i yakıp yıkıyor. 

Bir ülke düşünün, oligarşinin kutuplara kadar gidip doğadaki ayıları katletmekle övünen lideri  Taksim meydanında  başında ‘ben de çapulcuyum’ diyerek çevreci edasıyla poz veriyor. 

Bir ülke düşünün, oligarşinin  ‘cici’  solcuları  ABD’li neo-conlarla ve  Netanyahu ırkçılarıyla aynı dilden konuşup kendi hükümetini mücahitlere yardım suçlamasıyla “emperyalizm”e şikayet ediyor. 

Bir ülke düşünün, her askeri darbeden önce bazen ajitasyonla, bazen provokasyonla askere ‘gel, gel’ diyerek davetiye çıkaranlar kendini oligarşi medyasında demokrat olarak satabiliyor. 

Bir ülke düşünün, hayatta tek bir gün bile çalışmamış ‘50 yıl öncesinin’ öğrenci liderleri çalışanların  temsilcisi olarak oligarşi medyasında boy gösterebiliyor. 

Bir ülke düşünün, üniversiteli solcu gençler küçük burjuva ana babalarıyla aynı çizgide olmaktan onur duymaktalar ve bu davranışları oligarşi tarafından çok zekice ve çok orijinal bulunmakta. 

Bir ülke düşünün, solcular hem  paralı eğitimden yakınırlar ve hem de ‘eğitimli insanlar sola, eğitimsizler gericilere oy verir’ diyerek paralı insanların ağzıyla kendi halkına hakaret ederler, solculuk ezilenlerden değil egemenlerden yana olmak anlamına gelir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Murat Kelkitlioğlu: İki hücre tamam sıra son hücrede

Türkiye’nin 28 Şubat’tan sonra yakın tarihte yaşadığı en önemli sivil darbe olan 17 Aralık operasyonu yavaş yavaş deşifre olmaya başladı. Bu karanlık planın hayata geçirilmeye başladığı günden bu yana ısrarla bir konu üzerinde durmaya çalıştım. 

Başta yargı ve Emniyet olmak üzere devletin kurumlarında çalışan herkesi bu yapının içine dahil etmemek gerektiğinin altını çizdim. ‘Paralel yapı’ya mensup olanların yanında ülkesi için çalışan, bu yapıyla mücadele eden birçok bürokrat var. Bu noktada bu yapıyla hesaplaşmak için başlatılan operasyonların ‘cadı avı’na dönüşmemesi çok önemli. 

İşte bu noktada istihbarat birimlerinin bugüne kadar yaptığı tespitleri sizlerle paylaşmak isterim!

MATRUŞKA ÇÖZÜLECEK

17 ve 25 Aralık’ta hükümete yönelik darbe teşebbüsünde bulunan ‘paralel örgüt’ adeta bir hücre yapılanmasına dönüşmüş. İstihbarat birimleri ‘paralel örgüt’e çalışan Emniyet ve savcıların büyük bir bölümünü tespit etmiş durumda. Sadece üyeler değil hem Emniyet’in hem de savcıların bağlı olduğu imamlar da belli. Nerede nasıl buluşuyorlar, talimatları nasıl alıyorlar bütün detaylara ulaşıldı. 

Ancak ‘paralel yapı’nın en önemli ayaklarından biri olan hücreye henüz ulaşılamadı. O da hakimler. Adeta matruşka gibi iç içe geçmiş ‘hakim hücresi’ne inmek için istihbarat birimleri bütün yolları araştırıyor. Çok azının ismi belirlenebildi. 

Bu isimlerin de tespit edilmesiyle birlikte düğmeye basılacak!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ceren Kenar: 4 Soruda Fetih-Hamas ittifakı

Filistin hareketinin en önemli iki hareketi Fetih ve Hamas, geçtiğimiz hafta sürpriz bir anlaşma ile aralarındaki ideolojik farklılıkları askıya aldıklarını ve beş hafta içinde ortak bir hükümet kuracaklarını açıkladı. Nedenleri ve olası sonuçlarını 4 soruda cevaplayalım:

1- Hamas ve Fetih hareketi arasındaki anlaşmazlık neydi?

Anlaşmazlığı Hamas’ın kuruluş tarihine (1987) kadar götürmek mümkün. Liderliğini Yaser Arafat’ın yaptığı Fetih hareketinin sosyalist ve seküler çizgisine karşı, Hamas Müslüman Kardeşler hareketinden ilhamla kuruldu. İki hareketin siyasi farklılıkları Oslo görüşmeleri (1993-1995) sırasında ve sonrasında derinleşti. Ancak bu iki hareket arasında çatışmalara sebebiyet verecek asıl gerginlik 2006 yılında yaşandı. Arafat’ın ölümü ile liderlik boşluğuna düşen Fetih hareketi 2006 seçimlerinde hezimet yaşadı ve Hamas’ın zaferi ile yüzleşmek durumunda kaldı. İsrail’i tanımayan ve Fetih’e göre daha radikal tutumu ile bilinen Hamas’ın seçim zaferi, sadece Fetih için değil tüm uluslararası kamuoyu için bir şok oldu. Filistin’e yapılan uluslararası yardımlar durduruldu. Hamas, Fetih hareketini uluslararası aktörler ile iş birliği yapmakla suçladı ve Batı istihbarat kurumları ile ortak hareket ederek Hamas’ı yok etme kampanyasına iştirak etmekle itham etti. Ve bu komploya direnmek için kendi bağımsız silahlı grubunu kurduğunu açıkladı. Fetih lideri Mahmud Abbas bu girişimin anayasaya aykırı olduğunu iddia etti. Fetih ve Hamas arasında ölümlü çatışmalara sebebiyet veren krizler silsilesi böylece başlamış oldu.

2- Peki neden Fetih ve Hamas böylesi bir ittifak içine girdi? Zamanlama manidar mı?

İki taraf için de zamanlama manidar. Mısır’da Müslüman Kardeşler’i deviren darbe Hamas’a ciddi bir zarar verdi. Bir yandan hamisi olan bir hareketin sağladığı siyasi destekten mahrum bırakılan Hamas, diğer yandan yeni gelen cunta hükümetinin ağır sillesi ile karşı karşıya kaldı. Gazze’ye can veren tünellerin kapatılmasına, askerî güç tehdidi eşlik etti. Bununla beraber, Suriye krizinin başlarında Esad’la arasına mesafe koyan Hamas, bu tavrı nedeniyle eskiden ana sponsoru iki ülkenin (Suriye ve İran) hâlihazırda desteğini kaybetmişti. Mısır darbesi ile üzerindeki izolasyon arttı. Buna ek olarak Müslüman Kardeşler’e desteği yüzünden diğer Körfez ülkeleri ile başı dertte olan Katar’ın da Hamas’a olan desteğini çekme ihtimali gündemde. Özetle, Hamas için pek parlak zamanlar değil bugünler, hem ekonomik hem de siyasi olarak çıkmazda…

Diğer yandan Fetih hareketi de pek iyi bir dönemden geçmiyor. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry tarafından yürütülen İsrail-Filistin barış görüşmeleri, Mahmud Abbas’ın varolduğu tartışmalı itibarına ve karizmasına büyük hasar verdi. Kerry’nin İsrail taleplerini önceleyen politikası ve İsrail’in görüşmeler sırasındaki hoyrat oyalama taktiği Abbas’ın kendi tabanındaki desteğini bile sarstı. Gözlemciler Mahmud Abbas’ın iktidara geldiğinden beri en zor zamanlarından birinde olduğunu iddia ediyor.

3- Hamas ve Fetih ittifakı kalıcı olabilir mi?

İki hareketin ilk ittifak girişimi değil bu. Önceden de farklı aktörlerin devreye girmesi üzerine ateşkes, barış ve hatta ittifak girişimleri oldu. 2007 yılında Suudilerin girişimi ile Mekke’de, 2011 yılında Mısır’ın öncülüğünde Kahire’de ve 2012 yılında Katar’ın devreye girmesi ile Doha’da taraflar bir araya geldi ve anlaşma imzaladı. Ancak tüm bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı.

Geçen hafta açıklanan anlaşmanın, bundan önceki başarısız girişimlerin aksine muvaffak olma ihtimali var mı? Evet ve hayır. Son anlaşmayı seleflerinden ayıran faktörler var. Öncelikle son anlaşma diğerlerinin aksine üçüncü bir aktörün girişimi ile değil, tarafların bizzat kendilerinin uzlaşması ile gerçekleşti. Benzer şekilde örneğin Doha anlaşmasının aksine son anlaşma sahada kontrolü olan aktörlerin bizzat bir araya gelmesi ile mümkün oldu. Yine tarafların ikisinin de ciddi bir izolasyon sorunu ile karşı karşıya olmaları, bu ittifakı daha cazip ve sürdürülebilir kılan faktörler arasında. Ancak bunların hiçbiri anlaşmanın daimi olacağının garantisi de değil. Anlaşmanın önündeki en büyük risk, kırılgan ve uluslararası yardım bağımlısı Filistin ekonomisi. Bu anlaşma sonrası Batı Şeria’ya yapılan yardımların kesilme ihtimaline karşı bir B planı var mı tarafların? Bunu henüz bilmiyoruz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Melih Altınok: Cemaat’e meze olan örgütçülük oyunları

AK Parti’nin ağırlıklı olarak başarılı ekonomik programını hedefleyen 17-25 Aralık bombaları 30 Mart’ta ellerinde patlayınca gözlerini yine Çözüm Süreci’ne diktiler.

Seçim öncesi ara ara attıkları “30 Mart’tan sonra bölgede özerklik ilan edilecek” manşetlerini yeniden ikiye katlamaya başladılar.

CHP’sinden AK Parti’ye kadar herkesin üzerinde çalıştığı yerel yönetimlerin güçlendirilmesi mevzuu mu gündeme geldi? Anında önünü alıp, öneri bir PKK projesiymiş gibi “Öcalan Yerel Yönetimler Özerklik Yasası istedi” başlıklı haberler döşeniyorlar…

Bölgedeki en ufak hareketliliği bile dev aynasından okurlarına yansıtıyorlar. Hakkâri’de dağıtılan kıytırık bir bildiri, gazetelerin sayfasına “Kandil’in mutlak iradesi” olarak aksediyor. Aklı, mantığı, vicdanı zorluyorlar…

Gözünü karartmış bu “Haşhaşilerin” provokasyonlarını yazmak bile artık zül geliyor insana. Amaçlarını, örgütlenmelerinin “hikmetini” anlamayan aklı başında kimse kalmadı. Ne var ki bu cenahı herkesten iyi “tanıyan” egemen Kürt siyasal hareketinin manipülasyona açık bazı tavırlarının üzerinde durmak şart. Zira bazı eylemleriyle âdeta Cemaat medyasının provokasyonlarına zemin hazırlıyorlar.

Barışın ve Çözüm Süreci’nin düşmanlarına verdikleri son koz da, Bingöl-Diyarbakır Karayolu’nda iki askerin kaçırılması oldu. Gelen bilgiye göre eylemin nedeni, bölgedeki karakol inşaatlarını protesto etmekmiş. Eylem sonrası yaşanan gerginlikte yaralanan askerler ve siviller de olmuş. Eylemin faillerine dair kullanılan ifadeler de muğlak “PKK sempatizanları, bir grup genç vs…”

Bravo! Birileri dişiyle tırnağıyla bir barış ve diyalog ortamı kuruyor, bu sürecin siyasi riskini omuzluyor. Birileri de sanki hiçbir gelişme yaşanmamış gibi hâlâ “çocukça” tatmin peşinde koşuyor. Barış düşmanlarına provokasyon malzemesi oluşturuyor.

Sanki Meclis’te taleplerini dile getirecek siyasi temsilcileri yok; İmralı ile görüşmeler sürmüyor… Çıkıp yol kesip askerleri kaçırınca, zavallı emekçilere, kamyonculara kontak kapattırınca talepleri yerine gelecek.

Tamam, anladık, tabanları var, mesaj verecekler falan ama bir de Türkler ve Kürtler olarak büyük derdimiz var değil mi? Barış yanlılarının gözünden sakındığı Çözüm Süreci’ni “kimlik kontrolü” gibi kime ne faydası olduğu belli olmayan saçmalıklarla tırtıklamanın anlamı ne?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hüseyin Yayman: Çatışmalar yeniden mi başlıyor?

BDP heyetinin 18. İmralı ziyareti hafta sonu yapıldı. Abdullah Öcalan’ın açıklaması eski tartışmayı yeniden ateşledi. Hatırlanacağı gibi ilk ziyaret 3 Ocak 2013’te yapıldı. Bu ziyaret müzakereler tarihinde yeni bir sayfa açmış ve adına ‘çözüm süreci’ denmişti. Çözüm sürecinin başladığı ilk günden kamuoyu üçe ayrılmıştı. Her hâl ve şartta karamsarlar, ihtiyatlı iyimserler ve her durumda iyimser olanlar.

Eski tartışma neydi? Diyalog başlamış olsa da taraflar sonunda savaşmaya yeniden başlayacaktı. Bu bloğun içinde iki tarafın şahinleri yer alıyor. Ne söylenirse söylensin, hangi adım atılırsa atılsın ‘kesin inançlı’ duruşlarını bozmuyorlar. Bozamayacakları da anlaşılıyor. Bu cephenin ana fikrini ‘tek yol savaş’ söylemi oluşturuyor.

– Öcalan savaş kartını mı gösterdi?

İlk görüşmeden 18. görüşmeye gelinceye kadar aynı söylemi dile getirdiler. Son görüşme notları üzerinden de benzer tezler ileri sürüldü. Cumartesi günkü görüşmeden sonra pazar günü Lice’de iki askerin kaçırılması aynı tezlerin yüksek sesle dillendirilmesine neden oldu.

Peki gerçekten son durum ne? Kandil’in sürecin ilerleyişinden rahatsızlığı biliniyor. Zaten sözcüler her fırsatta bunu dile getiriyorlar. Ancak son mesajın iki farklı adresi var. Birincisi, bu tür gerilim söylemleriyle müzakere masasındaki Öcalan’ın eli sağlam tutulmaya çalışılıyor.

Diğer yandan örgüt kadrolarının gevşememesi ve çözülmemesi amaçlanıyor. Yani Kandil’in açıklamalarının ana hedefi çözüm sürecinin kendisi değil, örgütsel bütünlüğün korunması ve Öcalan’ın çözüm sürecinde elinin güçlü tutulması. Çünkü ‘örgütsel bütünlük’ örgüt ve Öcalan için sürecin varoluşsal unsurunu oluşturuyor. Son tahlilde PKK ne söylerse söylesin Öcalan’ın dediği olacaktır. Ancak Öcalan da örgütü boşa düşürecek hamlelerden uzak duracaktır.

– BDP heyeti yerine devlet heyeti gitti!

Normal şartlar altında BDP heyeti geçen hafta görüşmeye gidecekti. Ancak son anda ortaya çıkan bir gelişme o ziyarete engel oldu. Çünkü adaya başka ziyaretçiler gitti. Aralarında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın olduğu kalabalık heyet önceki hafta adaya gitti. İddialara göre Öcalan’la uzun bir görüşme oldu. Bu ziyaretten sonra BDP heyetinin adaya gitmesi bekleniyordu. Ancak olmadı.

BDP heyetinin adaya neden gitmediği konusunda iki farklı görüş var. Birincisi normal şartlar altında ziyaret olacaktı ancak son anda Başbakan Erdoğan’la yapılması gereken bir buluşma gerçekleşmedi ve ziyaret ertelendi. İkinci teze göre ise devlet heyetinin ziyareti sırasında adada bir sorun çıktı ve görüşme gerçekleşmedi.

Normalde her ayın on beşine doğru yapılması gereken BDP heyetinin ziyareti ilk defa manidar biçimde uzadı. Seçimlerden sonra devlet heyeti iki defa Öcalan’la görüşürken BDP heyeti bir defa görüştü. Ailenin ziyareti de BDP’nin ziyaretinden sonraya bırakıldı.

– Öcalan ne istiyor?

Öcalan çözüm sürecinin sağlıklı biçimde yürüyebilmesi için en başta yasal güvence istiyor. BDP seçimden önce ilgili yasa teklifini hükümete iletti. İkincisi, adadaki bazı mahkûmların değiştirilmesini talep ediyor. Üçüncüsü, cezaevi koşullarının iyileştirilmesini ve son olarak da adaya gazetecilerin gelmesini arzuluyor. Öcalan bu talepleri uzun zamandır dile getiriyor. Öcalan’ın bu talepleri yanında PKK’nın da bazı istekleri var.

Kandil’in talepleri arasında hâlen sürmekte olan karakolların yapımının durdurulması olmak üzere, baraj inşaatları ve özerklik meselesi var. Devlet heyeti bu talepleri her defasında not ediyor ve Ankara’ya taşıyor. Ancak önce Gezi Parkı sonra 17 Aralık süreciyle birlikte hükümetin önceliklerinin değişmesi, süreci zora sokuyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız