Yazarlar gündemi değerlendirdi

Olaylar
 Akşam’dan Mehmet Ocaktan, Murat Kelkitlioğlu; Star’dan Yalçın Akdoğan, Ahmet Taşgetiren; Türkiye gazetesinden Melih Altınok; Sabah’tan Taha Özhan,Emre Aköz, Hasan Cel...
EMOJİLE

 Akşam’dan Mehmet Ocaktan, Murat Kelkitlioğlu; Star’dan Yalçın Akdoğan, Ahmet Taşgetiren; Türkiye gazetesinden Melih Altınok; Sabah’tan Taha Özhan,Emre Aköz, Hasan Celal Güzel; Yeni Şafak’tan Akif Emre,Abdülkadir Selvi, Ali Bayramoğlu, Ali Saydam, Mehmet Metiner; Vatan’dan,Hüseyin Yayman ve Okay Gönensin bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması gereken yazılar…

Yalçın Akdoğan: Adaylık meselesi

Cumhurbaşkanlığı seçim süreci henüz başlamadan toplumun büyük bir kesimi, iç ve dış kamuoyu sonucu satın almış, kabullenmiş görünüyor. AK Parti’nin Cumhurbaşkanı seçebileceğine kesin gözüyle bakılıyor. Özellikle yerel seçimlerde AK Parti’nin yüzde 45’in üzerinde oy alması, bu tabloyu daha da netleştirmiş durumda.

Artık merak edilen husus, AK Parti’nin Cumhurbaşkanı’nı seçecek güce sahip olup olmadığı değil. Şimdi merak edilen, Cumhurbaşkanlığı’na kimin geleceği, hükümetin ve partinin başında kimin olacağı, bundan sonrasında devletin ve siyasetin zirvesindeki ilişkilerin nasıl yürüyeceği…

Başbakan Erdoğan, ilgili kurullarında değerlendirmelerini yapıp kararını verecektir. Bu karar onun kişisel kararı olmaktan öte Türkiye’nin en büyük siyasi hareketi olan, 9 milyon üyesiyle en büyük teşkilatı durumundaki AK Parti’nin vereceği bir karar olacaktır.

2007 yılındaki aday belirleme sürecinin nasıl işlediği biliniyor. Başbakan Erdoğan çok geniş yelpazede istişareler yürüttü ve bunun sonucunda olgunlaşan fikir çerçevesinde hareket etti. O gün de kritik soru, ‘kim olsun’dan ziyade ‘Erdoğan olsun mu olmasın mı’ idi. Bugün de kritik soru Erdoğan’ın tercihinin ve takdirinin yanında ülkenin ve AK Parti’nin geleceği açısından doğru pozisyonun ne olduğudur. Yoksa ‘halk kabul eder mi’ anlamında bir soru işareti bulunmuyor. Erdoğan her iki göreve de layık görülüyor, ancak hangisini sürdürmesinin daha yararlı olacağı tartışılıyor.

***

Erdoğan, bugüne kadar olduğu gibi kendi kişisel kariyerini değil partisinin ve ülkesinin geleceğini nazara alarak bir değerlendirme yapacak ve kararını verecektir. Erdoğan millete mal olmuş ve dünyevi makam-mevki ihtiraslarını aşmış bir şahsiyettir. Türkiye Cumhuriyeti’nin halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olmak büyük bir şereftir, çok önemli bir siyasi gelişmedir. AK Parti ailesi kendi içinde objektif, rasyonel ve serinkanlı bir şekilde değerlendirme yaparak bir fikir oluşturacaktır. Bu değerlendirme kimin aday olacağından ziyade Türkiye’nin yakın ve orta vadeli geleceğinin nasıl şekilleneceğiyle ilgili olacaktır.

Dün ‘muhtar bile olamaz’ diyen statükocu zihniyetin bugün ‘Cumhurbaşkanı olamaz’ demesi hiç şaşırtıcı değildir. Yenilgi yorgunu olan ve hezimetten başı dönen muhalefetin ‘kim olsun’ diyemediği için ‘kim olmasın’ demesi normaldir.

Her seçimde ikinci olmak için yarışan bir muhalefet inanarak ve umut besleyerekkendi adayını çıkaramıyorsa zaten anlamını kaybetmiştir. Hele kendi genel başkanlarını aday olarak öneremeyen, kendi adaylarında şans göremeyen bir muhalefet sadece 90 dakikayı bitirmek için top çeviriyor demektir.

Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği ‘sivil aday’ meselesi ise demokrasiyi anlamamakla eş anlamlıdır. Kılıçdaroğlu sivilliği militarizmin karşısında değil ‘siyasetin’ karşısında kullanıyor, “aday, siyasetçi olmasın” diyor. Yani ‘halkın seçtiği bir makamdaki’ kişi ‘halkın seçeceği bir makam’a gelmesi istenmiyor. Milletvekillerini halk seçmiştir, Cumhurbaşkanını da halk seçecektir. Birincisini de ikincisini de kötü görmek abestir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız!

Ahmet Taşgetiren: Samimiyet – Kalb sesi

Bu seneki Kutlu DoğumGünleri, Rasulllah Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) “samimiyet çağrısı”nı toplum gündemine taşıma zemini olacak.

Toplum gündemine, yani birim insanın veya toplulukların kalb gündemine.

Samimiyet bir kalb sesidir çünkü. Kalb eylemidir.

“Din Samimiyettir” buyuruyor Rasulullah.

Sözün muhatabı “dindar insan”dır.

Sonra devamı var:

“Allah’a karşı, Allah’ın kitabına, Peygamberine karşı samimiyet. İdarecilere karşı samimiyet ve tüm mü’minlere karşı samimiyet.”

Aşağı yukarı bir insanın inanç dünyasından toplumsal ilişkilerine kadar bütün alanları kapsayan bir çerçeve sunuluyor önümüze ve “Dindar olmak, tüm bu alanlarda samimi olmayı gerektirir” hükmüne varılıyor.

Samimi olmak ne demektir?

Yapılacak işin görünen yüzü ile arka planının aynı olması ve işin sonunda “Allah için olması” demektir.

İşin, arka planında bir başka neden için -kişi veya grup çıkarı için- kullanılıyor olmaması demektir.

Peygamberimizin bir başka hadisi şeriflerinde insan davranışlarının içindeki niyete bağlı olarak değer kazanacağı belirtilir.

İşin değerini, Allah Teala nezdindeki anlamı belirler. Niyet de dıştan görünmese bile, Allah Teala tarafından görülen şeydir. Samimiyet sorgulaması, bir anlamda niyet sorgulamasıdır.

Bir de şunu belirtebiliriz bu niyet – samimiyet hesabında:

Elbet bir gün, her inananın insanın inanç çerçevesi içinde yer alan “likaullah – Allah Teala ile buluşma anı- günü – zamanı”nda niyetler açığa çıkar.

Yine Peygamberimizin mü’minlere verdiği bir haber, mahşer ortamında cihad edenin cihadının, infakta bulunanın infakının, alimin ilim öğretmedeki niyetinin sorgulanacağını ve “Allah için olmayan” işlerin üstünün çizileceğini ortaya koyuyor. Yani bazen cihadda can verip, karşılık alamamak gibi bir “samimiyetsizlik” durumu olabilir.

Kur’an’dan bir ayeti ya da Allah rasulü’nden bir hadisi şerifi bugün okumanın, bugüne yönelik bir mesajı, özel algılaması olabilir.

“Din samimiyettir” sözünün bugün okunması da, inanan insanlara, “Din ile ilişkinize bakın” gibi bir mesaj taşıyor hiç kuşkusuz.

Allah ile ilişkilerinize bir bakın.

Allah’ın kitabı ile ilişkilerinize bir bakın.

Allah’ın elçisi ile ilişkilerinize bir bakın.

Meşru idarecilerle ilişkinize bir bakın.

Ve tüm Müslümanlarla ilişkinize bir bakın.

Ben bazen diyorum ki, “Acaba Allah’ın ayetlerini ya da Peygamberimizin sözlerini birbirimizi dövmek için kullanıyor muyuz?” mesela…

Allah Teala bunu görünce -ki mutlak surette görüyor- ne diyordur bize?

Peygamberimizin, “İhsan kıvamı” diye nitelediği, “Allah’ı görüyormuş gibi yaşamak” diye bir hayat disiplini var. “Biz onu görmesek de O bizi görmektedir” buyuruyor Allah Rasulü.

Bu bilinçle yaşıyor olsaydık, kalbimizden geçene Allah Teala’nın her an vakıf olduğu bilincimiz diri olsaydı, yine de, Allah Teala’yı yanlış bir işimize şahit olarak göstermeye cür’et edebilir miydik?

Biliyorum, her birimizin insani zaafları var, her işte samimiyeti kuşanmak, ciddi bir kalbi çabayı gerektiriyor. Allah Teala Kur’an’da “Hevasını tanrı edineni gördün mü?” uyarısını yapıyor. Yani insan, kendi tutkularını tanrılaştırabiliyor kimi zaman. Kendi tutkularını tanrılaştıran insan, gülük hayatı içinde nasıl derin savruluşlar içine girmez ki?

Burada sevgili Peygamberimizin “Din samimiyettir” sözünü de başkalarını dövmek için kullanmak gibi bir davranıştan Allah’a sığınırım. Şunu söylemek istiyorum:

Yazının devamını okumak için tıklayınız!

Taha Özhan: 30 Mart ve çözüm süreci

Kürt siyasi hareketinin normalleşme barometrelerinden birisi de artık uzun yıllardır var olan günlük gazeteleridir. Türkiye’de en fazla gadre ve zulme uğramış olan bu gelenekteki gazetelerin, yaşadıklarının yanında, bugünlerde basının %70’ini aşan tirajını ellerinde bulunduranların ‘ifade özgürlüğü’ sızlanmalarını şımarıklıktan başka hiçbir şeyle telif etmek mümkün olmaz. Hal bu iken mezkur geleneğe ait gazetelerin, yaşadığı acılar ve zulümler içerisinde olgunlaşması ve normalleşmesini beklemek de hakkımız.

Kürt ulusalcı medyası derin bir anakronizm içerisinde. Diyarbakır’dan ziyade Kandil okuyucusuna hitap ediyor. 1992’de hayatta kalan çalışanları ve yazarlarıyla çıkmaya gayret eden Özgür Gündem’in genel havası, içeriği ve perspektifi büyük ölçüde bugün de devam ediyor. Bugün 1992’de hayal bile edilemeyen bir Türkiye var. ‘Bu Türkiye’nin elbette kat etmesi gereken daha çok yol var. Lakin 1992’nin çok uzağında olduğu da apaçık bir hakikat. Bu hakikatle yüzleşmenin aracı olmaya BDP talip olduğu oranda, kurucu siyasi bir aktöre dönüşme şansına sahip olacak. Aksi takdirde, medyaları gibi, 2014 senesinde, 1992’ye ait gazeteleri neredeyse tıpkı basım yapmaya devam edecekler.

TBMM’de grubu olan BDP, 2 büyükşehir, 8 il, 67 ilçe ve 24 belde de seçimleri kazanarak toplam 101 belediye başkanlığı elde etmiş oldu. Bir önceki cümle BDP ve PKK dünyası için nasıl bir anlama sahip? Eğer bu sorunun cevabı BDP medyasında aranırsa, karşımıza oldukça sorunlu bir tablo çıkıyor. Kemalistlerin mevzi kaybettikçe yaşadıkları travmanın neredeyse aynısını Kürt ulusalcılığı mevzi kazandıkça yaşıyor. Kemalistler tabelalardaki T.C’yi korumak için büyük AK Parti asimilasyonuna direnirken; Kürt ulusalcılığı da sol-liberal diskurun Erdoğan nefretini Kürt asimilasyonu olarak kodlamaya çalışıyor!

Ama hayat devam ediyor. Kazanılan belediyelerin, büyükşehir yasasından sonra, merkezi bütçeden finanse edildiği halde çok geniş bir yetki alanına kavuşan metropollerin yönetilmesi gerekiyor. Doğu ve Güneydoğu bölgesinde toplam 1,750,000 civarında oy alan BDP, iki bölge ortalamasında %25’e ulaştı. Ortaya çıkan bu mütevazı ama ciddi siyasi sermayenin nasıl kullanılacağı hem çözüm sürecinin geleceğini hem de BDP’nin nasıl bir aktör olacağında büyük rol oynayacak. BDP’nin elde ettiği meşruiyet de Kürt meselesinin geldiği nokta da büyük ölçüde PKK’ya  rağmen gelişti. Bunun PKK dünyasında böyle okunmadığı muhakkak. Aksine Kemalistler gibi PKK da meselenin merkezinde sadece kendisi olduğunu düşünüyor. Bunda bir noktaya kadar gerçeklik payı var. Özellikle 80’ler ve 90’larda, vesayet rejimi Kürt Meselesini PKK’ya indirgemişti. 2000’lerde ise aynısını PKK yapmaya çalışıyor.

2013 Çözüm Süreci bir yılı aşkın zamandır Türkiye’ye yeni bir platform sağladı. Silahların sustuğu, kanın akmadığı bir ortamda sorunu ele alma imkanı verdi. Sürecin en aktif aktörü halk olurken, en pasif aktörü ise PKK oldu. Saha araştırmalarına göre çözüm sürecine Kürtlerden destek zirveye doğru yükselirken, Türkiye’nin geriye kalanın da %70’leri buldu. Muhtemelen ortaya çıkan bu güçlü destek, PKK’nın çekilmeyi tamamladığı bir senaryoda çok daha yüksek olacaktı. ‘Siyasallaşma ve silahsızlanma’ korku ekseninden çıkamayan PKK, eylem yapmamasının büyük bir adım olduğu kanaatine sarılmış durumda.

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

Ceren Kenar:

2013 yılının en önemli haberi 21 Ağustos’ta Şam yakınlarında (Guta)  gerçekleşen kimyasal silah saldırısıydı. Bütün saygın gazetelerin manşeti, hatta ilk sayfalarının tamamı bu trajediye ayrıldı. Tüm ciddi kanallar konuyla ilgili saatlerce yayın yaptı. Seyirciler için tarihe tanıklık anıydı. On yıllar sonra da hatırlanacak, tarih kitaplarına geçecek bir hadiseyi canlı, olay yerinden görüntüleri ile tüm dünya izledi.

Olay sonrasında ardı ardına Esad rejimini saldırıdan sorumlu tutan istihbarat raporları yayınlandı. Rejim güçleri tarafından sniper’lı saldırılara da maruz kalsa olay yerine Birleşmiş Milletler heyeti gitti, inceleme yaptı. Bu deliller, saldırıdan rejimin sorumlu olduğunu gösteriyordu.

Seymour Hersh’ün, kimyasal saldırıdan aslında muhalif grupların sorumlu olduğu ve bu saldırıyı Türkiye istihbaratının planladığı haberinin, normalde uluslararası medyada yılın haberi olması gerekmez miydi? Eğer bu haberde elle tutulur bir kanıt olsa, haberin doğru olabileceğine dair en ufak bir ihtimal olsa, yılın ifşaatı muamelesi görmez miydi? Başbakan Erdoğan’dan pek hoşlanmadığı aşikâr olan Batı medyası bu iddiaları manşetten vermez miydi?

İlginçtir ki, görmedi…

Hersh’ün kimyasal silah saldırısını Türkiye’nin planladığı iddiası, aslında Suriye rejimi için bile sürpriz niteliği taşıyordu. Hatırlatalım, Suriye rejimi kimyasal saldırıdan muhalifleri sorumlu tuttu, ancak muhaliflerin kimyasal silahı Suudi Arabistan’dan temin ettiğini iddia etti. Beşar Esad’ın danışmanı, Buthana Şaban, kimyasal silah saldırısının el-Kaide tarafından yapıldığını iddia ederken, fantastik bir teoriye de imza atmıştı. Şaban’a göre, el-Kaide önce Lazkiye’den 400 Nusayri çocuğu kaçırmış, bu çocukları Guta’ya getirmiş, sonra da Suudi Arabistan’ın sağladığı sarin ile öldürmüştü. Yani aslında Hersh sadece uluslararası kamuoyunun değil, Suriye rejiminin de kimyasal saldırının faili konusunda yanıldığını iddia ediyordu.

Tüm uluslararası kamuoyunun, 2010’ların en önemli hadisesi konusunda yanılmış olabileceği iddiası “nedense” uluslararası medyada pek de yankılanmadı. Saygın haber kanalları ve gazeteler bu iddiayı ciddiye almadı.

Hersh’e bunun sebebi sorulduğunda verdiği cevap Kelebek ekine beyanat veren bir magazin figürü tadında oluyor. Hürriyet gazetesinden Tolga Tanış, Hersh ile gerçekleştirdiği mülakatta, son makalesinin neden New Yorker veya Washington Post gibi yayınlarda yer almadığını soruyor, Hersh’ün cevabı ise “benim Amerikan medyasında bir kıskançlık sorunum var” (*) oluyor.

Hersh’ü, Hersh yapan medyanın Amerikan medyası olduğunu ve kendisine ciddi saygınlık veren My Lai katliamı ve Ebu Garip hapishanesi işkenceleri üzerine olan haberlerini Amerikan medyasında yayınladığı dipnotu burada düşmek yerinde olacaktır sanırım.

Anaakım uluslararası medya Hersh’ün iddialarını ciddiye almazken, Suriye meselesinde aktif çalışan birçok uzman ve gazeteci Hersh’ün iddiasının teknik olarak neden mümkün olamayacağını izah etti. Brown Moses mahlası ile bilinen Eliot Higgins (**) ve kimyasal silah uzmanı Dan Kaszeta (***) somut verilerle Hersh’ün iddiasını yalanladılar. Bu iki isimle diken.com.tr sitesi adına röportaj yapan İlhan Tanır’ın haberlerinin linklerini yazının sonunda bulabilirsiniz. Bununla beraber Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi (EDAM) silahsızlanma programı direktörü Aaron Stein, Hersh’ün Türkiye’nin Suriye politikasını genel olarak anlamadığını, Erdoğan ve Davutoğlu’nun olayın insani boyutuna verdiği önemin Türkiye’nin Suriye politikasında belirleyici olduğunu uzun uzun anlattıktan sonra, Hersh’ün makalesinde delil olarak kullandığı iki olayı aslında doğru yansıtmadığını iddia ediyor. Sızdırılan Suriye toplantısı konuşmalarını Hersh’ün doğru bir şekilde yansıtmadığını ifade eden Stein, Adana’da muhaliflerin sarin ile yakanladığı haberini de sorguluyor. Tüm bu isimler “yandaş” kalemler değil, aksine Erdoğan’a eleştirel bakışları ile bilinen isimler. Lakin konu hakkındaki uzmanlıkları, siyasi görüşlerinden ağır bastığı için Türkiye medyası gibi görmek istediklerini değil, gördüklerini yazıyorlar. Bununla beraber Hersh’ün makalesinde delil olarak kullandığı İngiliz Porton Down laboratuvarından da kendisine bir yalanlama geldiğini eklemek lazım.

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

Melih Altınok: Yine mi bamya

Gündeme dair analizlerinizin içeriğinin hiçbir önemi yoktur. Önermelerinizin sağlamlığıyla ilgilenmezler. Onları ilgilendiren “kimi” eleştirdiğinizdir.        

Bu yüzden onca kafa patlatıp yazılan makalelerinize yaptıkları kritikler yavandır. Siz argümanlarınızın çürütüleceği bir eleştiri beklerken, Taksim kafelerindeki falcıların psikanalizleriyle karşılaşırsınız.

Ortadaki bir polemik olmasına rağmen, “Ne dediğinizin” zerre kadar önemi yoktur onlar için; zira bu niyet okuyucuların uzmanlık alanı “niçin” söylediğinizdir. Üstelik bu niyet okuyuculuğu sözüm ona “bilimsel zemine” oturmuşlardır. Ki bildiğiniz üzere, bilimsel haklılığının, yani “saf doğrunun” yegâne kaynağı kendileridir. Tıpkı Dietzgen’in dediği gibi: “Proletarya mantığına ilişkin fikirler parti fikirleri değildir ama saf ve basit mantığın neticeleridir.”

Breh breh breh… Benim diyen dogmatikler bunu söylemeye cesaret edemezken, sen tüm “bilimselliğinle” oturup bir sınıf için ideoloji “yapacaksın” sonra da tutup, önermelerinin varoluşu gereği “doğru” olacağını söyleyeceksin…

Kolektivizmin “azılı” muhaliflerinden Mises, on yıllar önce bakın bu “hali” nasıl tarif ediyordu: “Onların polemiği hiçbir zaman muhalifin iddiasına yöneltilmez; aksine her zaman muhalifin kişiliğine yöneltilir… Düşman püskürtülmez; onu bir burjuva olarak ifşa etmek yeterlidir.”

Yıllardır “bilimsel düşüncenin membaı” diye pazarlanan bu engizisyon kafası ne yazık ki hâlâ kimileri için en güvenli liman.

Hafta sonu, onca yıllık yazarlık kariyerinde akılda kalan ve “tutan” tek bir orijinal analizi olmadığı alde hâlâ insan içinde “yazabilen” bir gazeteci yine bu asırlık lanetin manifestosunu yazmıştı.

Sürekli o alanda gezdiği halde, insanların lobi çevreleriyle ilişkilerini ve siyasilere verdiği resmî danışmanlık hizmetlerini yüzüne vurmadığı bu zatın son hedefi Etyen Mahçupyan’dı.

Ama tabii ki tam sayfa döşendiği yazısında olmayan tek şey, eleştirisinin kaynağı olduğu halde Mahçupyan’ın “halk ihtilali” isimli makalesinin argümanlarıydı. Ne gereği vardı ki, yazısı boyunca yeterli miktarda “Palavracı, dalkavuk, trol, ortanca çocuk” demişti…

Çuvallayan analizleriyle günden güne gidere daha çok yaklaşan bu zatın, eğer aydının alametifarikası cesaret ve bağımsızlıksa, Türkiye’de parmakla gösterilebilecek birkaç isimden olan Mahçupyan’a söylediklerine karşılık vermek elbette zaman kaybı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız!

Ali Bayramoğlu: Neden kaybediyorlar?

2007 Temmuz seçimleri sonrası Baykal soruyordu:

‘CHP bu seçimlerde neden başarısız oldu?’

Yanıtı tarihiydi, simgeseldi, şöyleydi:

‘Tarikatlar, ABD ve AB, ikinci cumhuriyetçiler, Kürtler AK Parti’yi desteklediği için…’

Aslında doğruydu…

AK Parti toplumun farklı kesimlerinden, liberallerinden, inançlılarından, Kürtlerinden destek aldığı için, iç dinamiklerin enerjisini kendisinde topladığı için başarılı olmuştu…

Doğruydu, dış dünyadan çağın ruhunu, değişim ve istikrarı temsil ettiği için destek almıştı.

Bu tabloyu tersten okuduğunuz zaman CHP’nin neden kaybettiğini, hâlâ kaybetmeye devam ettiğini ve kaybetmeye mahkûm olduğunu anlayabilirdiniz, hâlâ anlayabilirsiniz…

CHP toplumu ve çağın ruhunu temsil etmediği için kaybediyor.

AK Parti’nin yaşadığı inişe, özgürlük konusunda moral üstünlüğünü kaybetmesine, imaj kaybına rağmen bu tablo değişmiyor.

CHP bunun bile gerisinde kalıyor.

Bir kaç gün önce yazdım:

Son seçimlerde ‘CHP’nin oyları Türkiye’nin 1/3’ünde, yaklaşık 30 ilde yüzde 10’dan az. Ülkenin ¼’ünde ise sadece yüzde 10 ile 20 arasında. CHP ülkenin bir bakıma 1/3 anlam taşıyan bir temsil oranına yükseliyor. Önemli ölçüde Trakya ve Ege Bölgesine sıkışmış bir siyasi partiden söz ediyoruz. CHP’nin temsil ettiği bu doku sadece ana muhalefet partisinin ‘iflas’ına işaret etmez, aynı zamanda Türkiye’nin sosyolojik bakımdan da dev bir muhalefet sorunu ve boşluğuyla karşı karşıya olduğunu gösterir. Tek örnek yeterli: CHP’nin Doğu’nun ezici çoğunluğu ve Güney Doğu’nun tüm illerinde yüzde 10′ nun altında oy alıyor olmasının anlamları üzerinde ciddi bir şekilde düşünmek gerekir…’

CHP açısından dün ve bugün açısından süreklilik adeta mutlak.

Kemalist modernleşme modeli, ödevleri, hakları, tavırları, yaşam biçimiyle sıkı sıkıya tanımlanmış bir ‘Türk-laik yurttaş’ kimliği üzerine oturtulmuş, bu resmi kimlik çerçevesinde yaratılmaya çalışılan resmi ‘insan’ kemalist modernizasyon projesinin temel taşıyıcısı olmuştu.

CHP hâlâ bu modelin peşinde olduğu, bu modeli savunduğu için acınası haldedir.

CHP bu resmi kimlik dışında kalan tüm kimlik ve taleplere, yani devlet-birey kutuplaşmasında bireyin özerkliğinin altını çizen siyasal hareketlere merkezkaç güçler olarak baktığı için acınası haldedir.

Kemalist anlayışa göre toplumdaki tüm aracı aktörler ve kurumları, bu resmi kimlik projesini gerçekleştirecek işlevlerle donatılır.

CHP bu anlayışın taşıyıcısı ve temsilcisi olduğu için acınası haldedir.

Başarısız olmuştur çünkü CHP’nin ‘demokrasi’ anlayışı kültürel, dinsel ve etnik farklılıklara ve değerlere özel mekânlar ve özel yaşamlar çerçevesinde özgürlük tanınmakla sınırlı kalmıştır.

Bu öyle ‘demokrasi’ anlayışıdır ki, terakkiden, özel mekânların kamusallaşması ya da en azından çoğalmasını değil, özel mekânlar ve dünyalar çerçevesinde ifade edilebilecek değerler ve farklılıkların sayısının artmasını anlar.

Başka bir deyişle, merkez güç-merkezkaç güç çatışması, özel yaşamların ve yerel-kültürel kimliklerin özel yaşamlara hapsedildiği, kamu yaşamının ise siyasal merkez tarafından belirlendiği bir yapılanmayı ifade eder.

Bu yapılanma, özel alanla kamu alanını birbirinden sıkı sıkıya ayıran, ancak ayırırken kamu sahasını, ‘yerel değer karşıtı evrensel değerlerle’ ahlakileştiren bir ikilik üzerine oturur.

Türk siyasal yaşamı uzun süre, merkezkaç güçlerin taleplerini gerçekleştirme çabalarıyla, merkezin bunları bazen doğrudan bazen ehlileştirerek bastırma çabası arasındaki gerilimden biraz bu nedenle beslenmiştir…

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

Abdülkadir Selvi: Haşim Kılıç Çankaya’ya mı oynuyor

Turgut Özal, Haşim Kılıç’ı, Anayasa Mahkemesi üyesi olarak atayınca, kıyamet koparmışlardı.

Haşim Kılıç’ın Anayasa Mahkemesi üyeliği rejim sorununa dönüşmüş, eşi başörtülü, evinde televizyon yok diye haberler yapmışlardı.

Haşim Kılıç’ın evinde televizyon sehpasının üstünde TV görüntüsü yayınlanınca, rejim kurtulmuştu.

Rejim kurtuldu ama Haşim bey uzun süre bunların elinden kurtulamadı.

Ahmet Necdet Sezer’in özgürlükçü konuşmasındaki katkısına, Cumhurbaşkanı seçilmesindeki payına rağmen, Vural Savaş, ‘Haşim Kılıç’ın eşi beni görünce halının altına saklandı’ diyerek terbiye sınırlarını zorlayan açıklamalar yaptı.

Vural Savaş’ın, Refah Partisi için, ‘Habis bir ur’ diye açtığı kapatma davasında, ‘Partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır’ dedi Haşim Kılıç. Parti kapatmalarına tek başına ya da Sacit Adalı ile birlikte karşı çıkarlar, başörtüsü konusunda özgürlükçü tavır sergilerlerdi.

AK Parti hakkında açılan kapatma davasının 1 oy farkla ‘Kapatmama’ yönünde gerçekleşmesinde ise Haşim Kılıç’ın payı her zaman minnetle yad edildi.

Ta ki son birkaç aya kadar.

O günler Haşim Kılıç’ın Anayasa Mahkemesi üyeliğini, rejim sorunu olarak görenler şimdi Haşim Kılıç’ın varlığını rejimin teminatı olarak görme aşamasına geldiler.

17 ve 25 Aralık darbe girişimleriyle yerel seçimlerde Recep Tayyip Erdoğan’a diz çöktüremeyenler bu kez Cumhurbaşkanlığı seçiminde Haşim Kılıç’ın sırtından hesap yapmaya başladılar.

Yerel seçimlerde Erdoğan’ın diz çöktürdüğü paralel yapı ve CHP zihniyetinin en büyük hesabı, Haşim Kılıç üzerinden Başbakan’ın Çankaya’ya çıkmasını engellemek.

Haşim bey, 2015 yılı Mart ayında yaş haddinden emekli oluyor. Anayasa Mahkemesi başkanlığı için seçim takvimi 2014 yılı Ekim ya da Kasım ayında başlayacak.

Şimdiden 3 isim konuşuluyor.

Serdar Özgüldür, Serruh Kaleli ve Alparslan Altan.

Anayasa Mahkemesi’nin, tribünlere ve özgürlüklere oynamasının bir nedeni bu. Ahmet Necdet Sezer gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin en yasakçı Cumhurbaşkanlarından biri Anayasa Mahkemesi’nin açılışında yaptığı özgürlükçü bir konuşma ile Çankaya’ya tırmanmıştı.

Peki Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın son çıkışlarının Cumhurbaşkanlığı hesabıyla bir bağlantısı var mı?

Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer’in belirttiği gibi Haşim Kılıç, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına süreceği isim olabilir mi?

Elbette ki bu soruların cevabı Haşim beyde.

Anayasa Mahkemesi’nin son günlerde aldığı kararlar, bu kararların CHP, Gezi kafalılar ve Paralel yapı tarafından alkışlanması bu kuşkuları beslemedi desem yalan olur.

Olgu nedir bilinmez ama bu yönde bir algı oluşuyor.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, Ana Muhalefet liderinden daha hızlı bir şekilde Başbakan’a cevap yetiştirmesi de bu algıyı pekiştiriyor.

Anayasa Mahkemesi Başkanı bir programa gitmeden 1 gün önce mahkemeden merkez medyaya, canlı yayın araçlarını hazırlayın açıklama yapılacak tüyosu gidiyor. Melih Gökçek’in ziyareti el altından servis ediliyor.

Haşim Kılıç son günlerde Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak değil, sanki Ana Muhalefet Partisi lideri gibi hareket etmeye başladı.

AK Parti yöneticilerine ve Başbakan’a anında cevap yetiştirmeler, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan profili daha yüksek meydan okumalar, ‘Çankaya kokan hareketler’ olarak algılanmaya başladı.

Eski Anayasa Mahkemesi rejimi tanzim ediyordu, yeni Anayasa mahkemesi ise siyaseti tanzim ediyor.

Süleyman Demirel, ‘Çankaya hiçbir faninin elinin tersiyle itebileceği bir yer değildir’ demişti.

Ama bizim bir de Çankaya gerçeğimiz var. Çankaya yokuşunda telef olan çok oldu. Bu uğurda ihtilal yapıp Çankaya’ya nefesi yetmeyen 12 Mart’ın Faruk Gürler’inden, 28 Şubat’ın Çevik Bir’in den tutun adı Cumhurbaşkanı adayları arasında geçerken Silivri’yi mesken tutan Mehmet Haberal’a kadar.

Elbette ki bu isimleri, demokrasiye çok büyük hizmetleri olan Haşim Kılıç için örnek olarak sunamam. Bu en başta Haşim beye haksızlık olur. Ancak 864 rakımlı tepeye çıkma uğruna nice yıldızlar sönüp gitti.

Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi’nde 24 yıllık parlak bir geçmişe sahip. Benim de kişisel bir tanışıklığım olduğu için dilerim, hedefi Recep Tayyip Erdoğan’ı tasfiye etmek olan cephenin ipiyle kuyuya inmez.

Bu zihniyetle yola çıkıp kazanan oldu mu? Haşim beye sadece parlak bir mazi, ıstıraplı bir ati kalır. Yani finali kötü olur ki, buna en fazla da ben üzülürüm.

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

Akif Emre: Siyaset prizmasında kırılan din dili

Bu iş, gittikçe sarpa sarıyor. Bu sürecin politik sonuçları ne olursa olsun uzun vadede zihinsel travmaları daha derin olacak.

Yalıtılmış bürolardan çıkıp halkın arasına girdikçe, büyük şehirlerin aldatıcı albenisinden sıyrılıp gerçek hayatın nabzının attığı Anadolu’ya, ilişkilerin daha gerçek olduğu ortamlara girdikçe şimdilerde açılan, ilerde daha derinleşme ihtimali olan yaranın sızısı daha bir hissediliyor…

Yaradan kastettiğim, olayın muhtemel politik sonuçları değil. Politik sonuca ilişkin kullanılan dilin anlam kırıcı, vicdan kanatıcı, akıl kamaştırıcı bir muhteva etrafında cereyan ediyor olması…

Baştan beri uyardığım bir çılgınlık hali yaşanıyor ve kullanılan din dili reel siyasetin argümanı haline getiriliyor. Fikirler, düşünceler, itikadî meseleler araçsallaştırılarak politik kavgaya kurban veriliyor.

Varoluşunu dini bağlamda tanımlayan yapıların birbirleriyle olası anlaşmazlıkları, mücadeleleri söz konusu olduğunda ilk önce feda edilen husus; neyin dini, neyin politik, sınıfsal, etnik ve de teolojik olduğunun karıştırılmasıdır. Dini argümanlarla yapılan tartışmalar, kökeni dini sanılan anlaşmazlıklar, din adına verildiği sanılan kimi mücadeleler; aslında son derece seküler bir alanda cereyan edebileceği ve uluslar arası stratejik bir güç mücadelesi ile ilgili olabileceği gibi, bunların sınıfsal, ekonomik nedenleri de olabilir. Burada kullanılan dilin dini kavram ve terminolojiden ödünç alınmış olması çoğu okumuş-yazmış aydınları, hoca efendileri şaşırtabilir. Zaten olayın bunca hasar vermesinden korkulmasının nedeni de; neyin dini, neyin siyasi güç mücadelesi çerçevesinde kabul edilmesi gerektiğinin ayırt edilememesidir.

Bu durumla çok alakasız gibi görünen ama seküler zihniyetin okul kitaplarında bile tekrarlanan en çarpıcı örneklerden biri; Galileo’nun engizisyonda yargılanmasına neden olan, modern bilimin ve evren tasavvurunun kökleşmesinde mihenk taşlarından biri sayılan ‘dünyanın güneş sistemi etrafında dönüşü teorisi’ ve buna karşı yapılan itirazların mahiyetidir.

Bize anlatılan mite göre Galileo’nun bu teorisine dini gerekçelerle skolastik düşünce geleneği ve aydınlanmaya karşı çıkan din adamları itiraz etmiştir ve bu nedenle engizisyonda yargılanmıştır. Evet, engizisyon ve kilisenin tavrına bakarak bilimsel gerçekliğe göz kapayan ortaçağın din anlayışı mahkum edilebilir. Oysa son derece dini gibi görünen ve seküler dünya görüşünün en temel propaganda aracı olarak kullandığı bu tartışmanın temelinde siyasi, sınıfsal, hatta etnik (Fransız-İtalyan) nedenler yatmaktadır ve bu gerekçeler dini terminoloji kullanılarak meşrulaştırılmaktadır. Ronald L. Numbers’in ‘Galileo goes to jail and other myths about science and religion’ adlı kitabında çok iyi özetlediği gibi, Galileo’ya din adamları geleneksel bilim anlayışı çerçevesinde itiraz ediyorlardı ama asıl mücadele daha çok Galileo’nun meslektaşı bilim adamlarından gelmekteydi. Ve bu noktada konum, sınıf, çıkar, uluslararası rekabet devreye giriyordu. Ne var ki, bugün bize sunulan anlatıya göre, din bilimsel gelişmelere engel olduğu için… Osmanlı’da matbaanın Avrupa’ya nispetle geç kullanılmaya başlandığı tartışması da günün koşullarının, gerçek nedenlerin karartılmasına ve seküler dünya görüşünün din karşıtlığı propagandasına alet edilen başka bir örnektir.

Goethe de Fransız Devrimini özgürlük ve eşitlik mücadelesinin muhteşem kıyamı olmaktan çok Fransızların ne kadar rüşvetçi bir millet olduklarıyla ilişkilendirir ve Fransız Devrimini rüşvetle gerçekleşmiş bir devrim olarak yorumlar. Goethe’nin bugünden bakınca basite indirgediğini düşünebileceğimiz bu devrim değerlendirmesinin nesnel koşullarının olmadığı iddia edilebilir mi?

Dini görünümlü bir tartışmanın ne kadarının dinden, ne kadarının her anlamda politik, ekonomik hatta stratejik gerekçelerden kaynaklandığı ayırt edilmezse bundan en çok zararı başta dinin savunucuları görür. Olayların aktörlerinin dindar olmaları, din adamı sıfatı taşımaları anlaşmazlığın, kavganın mahiyetinin dini olmasını hiç gerektirmez.

Keşke siyasal nüfuz mücadelesine kapılmadan önce Türkiye Müslümanları sağlıklı biçimde Müslümanlık anlayışlarını tartışabilseydi. Bu, zamanında ve uygun bir dil ve ortamda yapılamadığı içindir ki, bugün son derece politik, ekonomik, stratejik bir kavga, dini bir mücadele imiş gibi, taraftarlarının inancını, benliğini sarsan, yara açan bir karışıklığa neden oluyor.

Bu tespitlerden Müslümanların doğrudan fıkhi ya da kelamî usul ve esasa dair olmayan bir tartışmayı, aralarındaki anlaşmazlığı her türlü değeri aşıp ölçüsüzce yürütme hakkına sahip oldukları anlamı çıkmaz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

Emre Aköz: Gül’ün Durumu

Cumhurbaşkanlığı ve Başbakan Erdoğan konusundaki temel tahminimi defalarca dile getirdim: Erdoğan, “bu” Köşk’ü istemez. Onun hayalinde Başkanlık Sistemi var. Anayasa ve yasalarda çok sayıda değişiklik gerektiren Başkanlığı kabul ettiremediğine göre… Şimdi önünde iki seçenek bulunuyor:

1) Aktif bir görev olan Başbakanlığı sürdürmek ve temel bir sorun çıkmadan çalıştığı Abdullah Gül’ün 5 yıl daha Köşk’te kalmasını sağlamak…

2) Fransa’dakine benzeyen, Cumhurbaşkanının başat bir rol oynadığı, Başbakanın ise onun “sekreteri” gibi bir rol üstlendiği Yarı-Başkanlık sistemine geçmek.

Bu iki olasılığa değinen yazılardan sonra geldik bugüne… Başbakan Erdoğan niyetini geçen hafta ortaya koydu… “Koşturan, terleyen” yani aktif, yani icraat yapan, yani Yürütme gücünü “atamaların” ötesinde de kullanan bir Cumhurbaşkanı istediğini söyledi.

Bu demektir ki…

1) Siyasi âlemde çok önemli değişiklikler olmazsa Başbakan Erdoğan, Köşk’e aday olacak…

2) Seçildiği takdirde… Yarı- Başkanlık Sisteminde olduğu gibi, Başbakan’a ve Bakanlar Kurulu’na müda- hale edecek; “şunu şöyle yapın” diyecek… Ama aynı anda da 1982 Anayasası’nın verdiği fevkalade geniş “atama” yetkilerini kullanacak.

Yazının devamını okumak için tıklayınız… 

Cemile Bayraktar: Allah dilediğine mi hidayet verir?

Normalde bu köşeyi gündeme ve siyasete yönelik yazılar ile yürütüyorum ancak arada rutinleşme olmasın, yazdıklarım arasında bilgi verici şeyler de olsun istiyorum. Dolayısı ile Allah nasip ederse dört bölümlük yazı halinde özet bir araştırma yazısı paylaşmayı planlıyorum.

Müslüman bir ülkedeyiz çoğumuz az çok İslam nedir, Allah’ın emirleri nelerdir biliyoruz. Ancak tarih boyunca tartışılmış ve hala tartışılmaya devam eden konular var, bu konular sadece uzmanlarını yahut araştırmacılarını değil aynı zamanda hemen herkesi ilgilendiriyor. Ancak çoğu kez Arapça’ya vakıf olmak yahut çok sayıda kaynak okumak gerektiği için bu fazlaca meşakkatli gelebiliyor. İnsanların aklında olası olarak belirmiş bir soru cevapsız kalıyor. Ben de naçizane, gücüm yettiğince bu konuyu araştırdım ve herkesçe anlaşılabilir bir şekilde ve özet halde paylaşmaya karar verdim. Niyetim hayır, akıbet hayır olur inşallah…

Bismillah…

Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette Allah’ın bir takım kimselerin kalplerini mühürlediği, onların kalplerine imanın girmesinin imkânsız olduğu, Allah’ın dilediğini hidayete erdirdiği, dilediğini ise saptırdığı ifade edilmektedir.

Konuyla ilgili olarak birçok ayet bulunmakla birlikte örnek olarak şu ayetleri ele alabiliriz:

‘Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır…’ 2-Bakara/7

‘Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola koyar.’6-En’am/39

“Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslamiyet’e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece, inanmayanları küfür bataklığında bırakır.”6-En’am/125

“Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik. Allah dilediğini saptırır ve dilediğini de doğru yola eriştirir; güçlü olan, Hakim olan O’dur.” 14-İbrahim/5

“Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Ama O, istediğini saptırır, istediğini doğru yola eriştirir. İşlediklerinizden, and olsun ki, sorumlu tutulacaksınız.”16-Nahl/93

“İşte böylece Kuran’ı apaçık ayetler olarak indirdik. Allah, şüphesiz, dilediğini doğru yola eriştirir.’ 22-Hacc/16

“Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir’ 28-Kasas/56

Eğer ayetler bu şekilde ise yani hidayet, iman ve bunların karşıt manalarını ifade eden delalet, küfür Allah’tan ise azap ve ceza neden var, bir kul kendi isteği dışında bir tercihi yaşıyorsa bunun sonucuyla neden kendi yüzleşiyor? Adil olan ve kendisine adaleti yazan Allah’ın kulun kendi iradesiyle işlemediği bir fiilden dolayı onu cezalandırması mümkün müdür?

15 asırlık kadim İslam geleneği içerisinde Kur’an-ı Kerim’i; ayetler, hadisler, Kur’an’ın ilk muhatabı sahabenin anladığı şekil, Arap dilinin özellikleri, Arap şiirinin özellikleri, İsrailiyyat alıntısı, rivayet formu, dirayet formu, tasavvufi yorum, mezhep bakışlarını içeren yorum… bu ve bunun gibi bir çok anlaşılmayı sağlayacak yorumlamalar ve açıklamalar ile tefsir eden birçok alim ve müfessirin tefsirinden yararlanarak bu soruya yanıt arayalım.

Yanlış, yanlı, eksik bilgiden kaynaklanan ve Allah’a -haşa- kusurlu bir zan oluşmasına neden olan bu ayetin en geniş ve doğruya en yakın tefsirinin ortaya konulmaya çalışılacak olan çalışmamda ayrıca Kur’an-ı Kerim’in yalnızca bir ayetini seçerek Kur’an’ı anlama çabası içerisinde bir kusur olduğu, Kur’an’ın yalnızca bir ayetiyle yorumlanmaya çalışılmasının yanlış ve eksik bir yöntem olduğu da, bu ayetlerdeki yanlış anlamayı düzeltecek, doğru anlamı destekleyecek ek ayetler ile ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Ayrıca konumuzla direk alakalı olmasa dahi, ayetin manasını ve maksadını ifade etmek için kullanılan ‘mühürlerdi’ ve ‘perdeledi’ kelimelerinin zahiri ve batıni manası üzerinde kısmen duracağım.

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

Ali Saydam: ‘Occupy CHP Çağrısı’ymış!

‘Sana ne kardeşim CHP’den? Bırak, ne halleri varsa görsünler!’..

Kazın ayağı öyle değil arkadaşlar. Almanların ‘Ausserparlamentarische Opposition’ karşılığı kısaca ‘APO’ dedikleri ‘Parlamento Dışı Muhalefet’in 60’lı yılların sonlarında nasıl güçlenip ülkeye zarar vermiş olduğunu yerinde görmüştük. Bu kez de tersine zayıf bir muhalefetin çözümü ‘dışarıda’ arayanların ekmeğine nasıl yağ sürdüğüne tanık oluyoruz.

O nedenle ‘ana muhalefete ayar veriyormuş’ algısı yaratma tehlikesini de göze alarak tespit ve öneri getirme sorumluluğundan kaçınmamamız gerektiği hissiyatı içindeyiz. Muradımız, siyaset ve parlamento dışı güç odakları üzerinden oyun oynanmasına mahal vermeyecek bir güçteki muhalefetin oluşmasını tartışmaktır…

‘Demokrasi’ arzularının alabildiğine güçlü olduğunu dile getiren, hakkında her türlü tevatürü yapma özgürlüğünü kullandıkları Başbakanı ‘Diktatör’ olmakla itham eden ancak, halkının meselelerine merhem olacağı algısı yaratacak proje ve gelecek tasarımlarını bir türlü oluşturamadığı için seçmenin güvenine iktidara gelecek kadar mazhar olamayan bir muhalefetten söz ediyoruz.

Oysa ki yıllardır başörtülü hanımlardan, kimlik meselesini ülke gündemine taşıyan Kürtler’e, Cemaatten Ulusalcılar’a, neredeyse aklınıza gelebilecek her türden, renkten dünya görüş grubuna yeşil ışık yakmakta son derece cömertler… Ama olmuyor… Olması için, ana muhalefetin kendisinden çok halkını önemsemeyi ve onu ‘okumayı’ öğrenmesi gerektiğini ‘kabullenmesi’ lazım…

Pek yakında CHP tabanı bile, ‘Sindire sindire geliyoruz’ diyerek algılama yönetimlerindeki tüm yanlışları halının altına süpürüp, zaafları göz önünden kaldırarak, sadece ‘olumlu gelişmelere’ odaklanan bir muhalefet üst yönetiminin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Gezici gençlere ‘işbirliği çağrısı’ yapmasını anlamakta güçlük çekecek. Buyurun!.. Bir mavi boncuk da Gezici Kardeşlerimize… Bizim kuşağın jargonuyla ‘İlkesiz birlik cephesinden’ yeni bir ‘az ömürlü’ ittifak denemesi daha…

Sayın Kılıçdaroğlu, gençlerden aralarında tartışarak beklentilerine uygun Cumhurbaşkanı aday adaylarını belirlemelerini istemiş ve demiş ki:

‘Siz belirleyin, biz de üzerinde müzakere edelim. Bu seçim bir işbirliğine, yol arkadaşlığına dönüşür. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonrasında da genel seçimler var. Madem siyasette daha fazla yer istiyorlar, bizim yüzde 10 kotamızı, ‘Ben de vekil olmak istiyorum’ diye zorlamalılar. Eşbaşkanlık dahil tüm taleplerini tartışmaya hazırım.’

Breh breh!.. Bir Başkan kendini ancak bu kadar ısıtabilir… Parti üst yönetimi, bu konunun stratejik iletişim planlarına dahil olması konusunda sizce oturup aralarında konuşmuş, tartışmış ve Sayın Kılıçdaroğlu’nun çizdiği, gençlerle işbirliğinin yol haritasını belirlemişler midir? ‘Stratejik iletişim planı’ gibi iddialı laflar bir yana, yine esen rüzgârlara göre aksiyonlar tercih edildiğini, bu kez gençlere şirin görünmek istendiğini düşünüyor olmamızın nedeni ‘Occupy CHP’ ifadesinde yatıyor. Çünkü ‘gençlerle işbirliği’, eğer bir stratejinin aksiyonu olsaydı, ‘Köşk için ortak hareket etme’ hedefine ulaşmak için bir twitter sembolünü hem de İngilizce olarak, ‘OccupyCHP’ diye vurgulayarak sloganlaştırırlar mıydı?

Memleketimizin insanları salyangoz yemiyorlar ama CHP için bu temel gerçekliğin pek bir önemi de yok anlaşılan. Gençler bu girişimlerine İngilizce isim takmış olabilirler. Aynı dilden konuşma arzusuyla gençlere davetlerinin adına da ‘OccupyCHP Çağrısı’ diyorlar. ‘İşgaletCHP’yi (ya da #isgaletchp’yi) neden beğenmiyorlar acaba?

Asıl soru belki de şudur:

CHP üst yönetimi, ihtiyacı olan ‘Büyük Fikir’, ‘Büyük Lider’ ve ‘Büyük Teşkilat’ üçlemesinden özellikle hangisi için bu gençlerin işgalinden ilham alacağını düşünüyor acaba? Sayın Kılıçdaroğlu yüzde 10’luk kotasını onlara açtığını ifade ettiğine göre üçlemenin üçünün kapısını da işgale açmış görünüyor. Hadi hayırlısı…

Coca-Cola’ya dönmek zorunda kalacaksınız

Rahmetli Abdi İpekçi’den duymuştum… Bir yayının üç özelliğiyle ‘oynarken’ bir kaç kere düşünün: Amblem ve /veya logosuyla, ebadıyla ve fiyatıyla…

Coca-Cola çok ilginç, şirin ve duygulara hitap eden bir kurumsal reklam filmi yapmış. Türkçe’de bulunan ve hayatımızın neredeyse tüm akışı içinde yer alabilen bazı deyişlerin dünyanın diğer dillerinde karşılığının olmadığından yola çıkmış… Keşke ilk baskısı 2005 yılında yayınlanmış olan ‘Algılama Yönetimi’ adlı kitabımızda aynı konuya değindiğimizde sözünü ettiğimiz ‘vefa’, ‘gönül’ ve ‘namus’ gibi kavramları da ekleselermiş.

İletişimin ‘millî bir fenomen’ olduğunun altını çizen bu tespitten yola çıkarak, Türkiye’de bulunmalarının 50’inci yılında, adlarını Türkçe okunduğu gibi yazmaya karar vermişler: Koka-Kola…

Bizce olmaz… Çalışmaz… Tersine markaya sadakati sorgulatır… Düş kırıklığıdır, yaratılmış olan… Türkiye’ye, Türk tüketicisine bir minnet borcu, bir tür teşekkür gibi algılanmasını istedikleri kesin de, yolu bu değil… ABD’de Coca-Cola’nın nesiyle oynadılarsa geri almak, Klasik Coca-Cola’ya dönmek zorunda kalmışlar. Marka sadakati ve algıda seçicilik gereği burada da bu yoldan döneceklerdir…

‘Bekleyelim millet reaksiyon göstersin! Sonra döneriz…’ gibi bir numara düşünmüş olabilirler. Bizim millet bu numaraları da yemez… Biline…

Açık yüreklilikle teslim etmeliyim ki, iletişim ve ticaret arasındaki bağlantıyı kurmakta zaman zaman zorlandığımız doğrudur. ‘Kimse bana bu filmi yaptıramazdı’ dediğim iticilikteki bazı sinema filmlerinin gişe rekorları kırdığına tanık olmuşumdur. Ya da ‘Kadına ve de erkeğe tokat atılan bir reklam filmi halkın tepkisini çeker’ dediğim kampanyaların çok makul bütçelerle son derece hızlı sonuçlar almasıyla neredeyse tüm zamanların en başarılı işlerinden biri olmasını şaşkınlık ve de hayranlıkla izlemişliğim vardır.

Reklamda sanat aramanın yanlış olduğunu bu vasıta ile kavramaya çalıştığımı söyleyebilirim…

Yazının devamını okumak için tıklayınız!

Mehmet Metiner: Anayasa Mahkemesi’ni kim denetleyecek?

Lafı dolandırmadan söyleyeyim:

Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin ‘eski Türkiye’ye ait bir vesayet organı olarak tekrar başkaldırmasını asla içime sindirmiyorum.

AYM’nin yeni dönemde kendini nasıl bir siyasi projenin parçası olarak konumlandırmaya çalıştığının elbette farkındayım.

O yüzden zinhar AYM kararlarına saygı duymuyorum.

AYM’nin twitter’le ilgili kararını ‘özgürlükçü’ diyerek alkışlayanların, AYM üyelerinin sadece siyasi otoriteye değil bir anlamda TBMM’ye de meydan okuyan tavrının arkasında ‘özgürlükçülük’ arayanları da hiçbir şekilde samimi bulmuyorum.

Bu başka bir siyasi proje…

Bu proje, gezi süreciyle başlayıp 17 ve 25 Aralık operasyonlarıyla sonlandırılmak istenen bir operasyonun yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimiyle alakalı boyutunu oluşturuyor.

***

İddia ediyorum:

AK Parti paralel örgütün ve onun siyasetini yapan partilerin öngördüğü bir biçimde yüzde 30’ların altına düşürülmüş olsaydı AYM’nin sahne almasına gerek kalmazdı.

17 Aralık-25 Aralık operasyonu amacına ulaşamadı.

AK Parti 30 Mart seçimlerinde siyaseten küçültülemedi.

Başbakan Erdoğan’ın itibarı öngörülenin çok daha üstüne çıktı.

Milletimiz Başbakan Erdoğan’a duyduğu sevgiyi ve güveni apaçık ortaya koydu.

30 Mart seçim sonuçları gayet net bir biçimde ortaya koydu ki, Başbakan Erdoğan Cumhurbaşkanlığına aday olursa hiç tartışmasız ilk turda seçilebilecek bir güce ve saygınlığa sahiptir.

Sadece Cumhurbaşkanlığı seçiminde değil, ilk defa halkın seçeceği bir Cumhurbaşkanı ile kaçınılmaz olarak sistem değişikliğine doğru yol alan Türkiye’nin Erdoğansız yoluna devamını isteyenler hüsrana uğradılar.

30 Mart seçimlerinde Erdoğan’ın Çankaya’ya yürüyüşünü sistem değişikliğiyle birlikte engellemek isteyenler amaçlarına ulaşamayınca yeni yollar denemeye başladılar.

‘Eski Türkiye’nin vesayet organı olan AYM tekrar başını uzatmaya başladı.

Twitter kararıyla resmen yetki gaspında bulundu.

YSK kararlarını tartışmaya açacak, dahası ve en fenası YSK kararlarının da üstünde olduğunu ilan eden bir pozisyon takındı.

Böylelikle Türkiye’de siyasal istikrarsızlığı körükleyecek bir mecra açtı.

AYM Başkanı bir politikacı gibi konuşmaya başladı.

Başbakan Erdoğan’ı eleştirirken kullandığı üslup en hafif tabiriyle şık olmayan bir üsluptu.

Dahası, haddini aşan bir tepkiydi.

AYM Başkanının kendisini Başbakan Erdoğan’a şık olmayan bir üslupla cevap yetiştirme mecburiyetinde hisseden bir politikacı gibi davranması demokratik bir hukuk devletinde asla kabul edilemez.

***

Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde AYM’nin durduk yere kendini meclise ve siyaset kurumuna müdahale eden bir vesayet organı gibi tekrar konumlandırmaya kalkışması elbette manidardır.

Bu davranışın politik bir tavır alışla alakalı olmadığını söylemek asla inandırıcı değildir.

AYM, HSYK’daki paralel vesayeti ortadan kaldırmaya çalışan TBMM iradesini boşa çıkartmakla politik olarak nerede durduğunu da bence ortaya koymuş bulunmaktadır.

Evet, üzülerek belirtmek isterim ki AYM, HSYK’yı tekrar o eski paralelci vesayete geri döndürmüş bulunmaktadır.

Oysa biliniyor ki paralel örgüt MGK’da alınan bir kararla Türkiye’yi tehdit eden bir örgüt olarak devlet/hükümet katında kabul edilmiştir.

Görünen o ki AYM’nin üyeleri paralel yapıyı bir tehdit olarak görmüyorlar.

Devletin/hükümetin bu yönde ortaya çıkmış iradesini de hiçbir şekilde inandırıcı bulmuyorlar.

Salt hukuk adına nötr olarak kendini konumlandırmış bir AYM’nin bu tavrı belki anlaşılabilir, ama AYM’nin vermiş olduğu kararla HSYK’daki paralel vesayeti tekrar tahkim edici bir rol üslenmiş olması, AYM’nin gerçekte bir başka düzeyde bir politik tavır alış içinde olduğunun göstergesi niteliğindedir.

***

TBMM’nin iradesini hükümsüz kılan AYM’yi bu haliyle bir milletvekili olarak içime sindirmem asla mümkün değildir.

HSYK’nin iç idari düzenlemesini dahi yapmaya yetkili olmayacak bir meclisin kapısına kilit vuralım gitsin derim.

HSYK’yla ilgili anayasa hükmü, kurumu iç idari düzenlemesinin meclis tarafından kanunla belirleneceğini apaçık beyan ediyorken AYM’nin bu aleni ifadeye rağmen kendini meclisin üstünde görmesi nasıl kabul edilebilir ki?

Bir milletvekili olarak AYM’nin bu tavrını, kendi irademe, meclisin iradesine yapılmış bir müdahale olarak gördüğümü işte buradan ilan ediyorum.

TBMM bu müdahaleye karşı milli iradenin temsilcisi olarak üstüne düşeni yapmalıdır diyorum.

AYM’nin her kararına veya içtihadına boyun eğen bir TBMM veya Hükümet gerçekliği doğrusu çok ağrıma gidiyor.

AYM sadece TBMM’nin üstünde kendini görmüyor.

Aynı zamanda idareye ve siyasete de müdahalede bulunuyor.

Ortaya çıkan yeni manzara, ülkenin bir yargıçlar hükümetine doğru götürülmek istendiği yönündedir.

Bunu kabul etmek nasıl mümkün olabilir ki?

Yargı cübbesi altında siyaset yapan, dahası ve en fenası siyasete müdahale eden, siyasi süreçleri yönlendirmeye çalışan bir AYM’nin varlığı demokrasimiz ve hukuk sistemimiz açısından hayli sorunludur.

AYM’nin hiç de gündeminde olmadığı halde HSYK kanunu alelacele gündemine alıp iptal etme yoluna gitmesinin hangi siyasi sebeplerden kaynaklandığının elbette bilincindeyiz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

Hasan Celal Güzel: Anayasa Mahkemesi millet egemenliğinin üstünde değildir

Dünkü yazımda, AYM’nin günümüze kadar aldığı demokrasiye, hukuka, anayasalara ve kanunlara aykırı kararlarını örnek olarak özetlemiştim. Bu yazımda günümüzdeki AYM kararlarıyla ilgili değerlendirmemi sunuyorum:

1. Haşim Kılıç’ın 2007 Ekim’inde AYM Başkanlığı’na gelmesinden sonra artık AYM’de yeni ve demokratik bir dönem başlayacağından emin olarak milletçe memnun olduk. Gerçekten de bu dönemin ilk dört yılında Başkan Kılıç, demokrasiye ve hukuka sahip çıktı ve AYM’nin aldığı kararlar geleneksel yargısal aktivizm tavrının dışında oldu. Lâkin AYM, 12 Eylül 2010 Referandumu ile ilgili olarak CHP’nin müracaatı üzerine HSYK seçimlerinde ‘tek oy kullanılması’ şartını, yetkisini aşarak Anayasa’ya aykırı bulup iptal kararı verdiği için, HSYK, Yargıtay ve Danıştay üyelik seçimlerinde yargı içindeki kadrolaşmaya yol açmış ve bu illegal yapılaşmaya hizmet etmiş oldu.

Ne hazindir ki son iptal kararlarında, bu yanlış kararını düzeltmesi de bu hukuk dışı tutumunun ispatı olmuştur. Lâkin AYM’nin 2011’deki bu yanlış kararı, HSYK ile ilgili olarak yeniden düzenlenmesi zorunlu hâle gelen Kanun’un çıkarılmasını gerektirmiştir.

2. AYM’nin ‘Twitter’ konusundaki son kararı bir hukuk skandalıdır ve bu hâliyle bir zamanlar Başkan Kılıç’ın karşı çıktığı ‘367 Kararı’ndan farkı yoktur. ‘Bireysel başvuru’nun hukukî şartları Anayasa’nın 148. maddesinde ve Kanun’un 45. maddesinde açıkça belirtildiği hâlde, AYM Anayasa’yı ve Kanun’u hiçe saymış ve suç işlemiştir. AYM Başkanı Kılıç’ın bu konudaki açıklaması tatminkâr değildir ve

doğru olmamıştır. Bu kararla, Cumhurbaşkanı Gül’ün ve AYM Başkanı Kılıç’ın iddia ettiklerinin tam aksine, kişilerin demokratik hak ve hukuku çiğnenmemiş; daha da önemlisi, antidemokratik ve jüristokratik elitist tahakküm dönemine yeniden dönmenin işaretleri verilmiştir. Diğer taraftan, bu uygulamanın millî güvenliğimiz bakımından ne büyük tehlikelere sebep olacağı izahtan vârestedir.

3. AYM’nin YSK kararlarına itirazları değerlendirmeye açık olduğu sinyali vermesi ise, demokratik hukuk devletinin temeline dinamit koymaktır. Ayrıca, Anayasa’nın 79. maddesinin 2. fıkrasında aynen ‘YSK’nın kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz’ açık hükmüne rağmen bu eğilimin belirmesi, AYM’nin artık partizanlık ve yargı içinde yapılanma ihtimallerini gündeme getirmektedir.

4. AYM’nin HSYK ile ilgili son iptal kararında da teknik birçok hatâ bulunmaktadır. Demokratik hukuk devletlerinin çoğunda iptal edilen hükümlerin carî olduğunu ve pekâlâ rahatça uygulanabildiğini söyleyebiliriz. Adalet Bakanı’nın fazla bulunan yetkileri kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Aslında bu iptal edilen Kanun, geçiş döneminde yargının bağımsızlığına ve tarafsızlığına katkıda bulunmuştur.

Diğer taraftan, bu yanlış iptal kararının, Başbakan’ın ve Adalet Bakanı’nın tenkitlerinden sonra verilmiş olması da mânidar karşılanmıştır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız!

Mehmet Ocaktan: Erdoğan Köşk‘e çıkamaz çünkü

AK Parti’nin 30 Mart’ta paralel çetelere karşı kazandığı zaferin heyecanı henüz bitmeden birileri cumhurbaşkanlığı seçimleri için hiç vakit kaybetmeden yeni siyaset mühendisliği projeleri hazırlamaya başladı bile… 

Derin çevrelerde şimdiden pişirilmeye başlanan projelerin ne ölçüde sahici olduğunu anlayabilmek için hiç öyle derin analizler yapmadan Türkiye’nin son on iki yılda yaşadığı değişimin fotoğrafına bakarak kimin cumhurbaşkanı olacağını ya da olması gerektiğini rahatlıkla görebiliriz. 

Biraz tersinden bir analiz olacak ama; Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olamaz, çünkü derin güç merkezlerine itibar etmiyor… 

Erdoğan Köşk’e çıkamaz, çünkü milletin sandıkta ortaya koyduğu iradeyi Ankara’da siyaset dışı odaklarla paylaşmıyor. 

Erdoğan cumhurbaşkanı olamaz, çünkü dayatmalara, şantajlara boyun eğmiyor… 

Erdoğan Çankaya’ya çıkamaz, çünkü ‘millet iradesi’ne musallat olan vesayet medyasının sivil paşalarını adam yerine koymuyor. 

Erdoğan cumhurbaşkanı olamaz, çünkü kendisini millet iradesinin üstünde gören yargıçlar devletine değil, vatandaş iradesini üstün gören demokratik devlete inanıyor. 

Erdoğan cumhurbaşkanı olamaz, çünkü “ABD hükümetin ipini çekti” seviyesindeki ifadelerle Neocon meczuplara bel bağlayan müflis liberallere, içine faşizm virüsü girmiş sosyalist devrimcilere ve ulusalcılık etiketiyle sahte ‘vatanseverlik nutukları’ atanlara asla prim vermez. 

Erdoğan cumhurbaşkanı olamaz, çünkü askeri vesayetin geriletilmesinden sonra 17 Aralık’ta Pensilvanya markasıyla ortaya çıkan yeni ‘mistik vesayet’in ipini 30 Mart’ta çekmeyi başarmıştır. 

Erdoğan cumhurbaşkanı olamaz, çünkü yıllarca millet iradesinin üzerine çöreklenen, başbakanları ayağına getirten eski Türkiye’nin medya baronlarıyla da, iş dünyasının şişman kedileriyle de milletin iktidarını asla paylaşmamıştır. 

30 Mart seçimleri sonrasında sinsi bir şekilde dolaşıma sokulmaya çalışılan “Çankaya’da tarafsız cumhurbaşkanı” palavrasına göre Başbakan Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olmamalıymış! 

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Murat Kelkitlioğlu: Şimdiden uyarıyorum, rahat durmayacaklar!

17 Aralık sürecinin başlamasıyla birlikte özellikle Emniyet ve yargı içindeki ‘paralel yapı’nın devletin derinliklerine kadar işlediğini tüm çıplaklığıyla gördük. Bu iki kurumdaki yapılanmayı çözmek amacıyla gerekli adımların atıldığını da biliyoruz. 

Ancak, zaman zaman gündeme gelen Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki yapılanmayla ilgili herhangi bir çalışmanın olup olmadığını merak ediyorum doğrusu. Çok uzun bir süredir gerçek görev sınırlarına çekilen hatta kimi zaman yapılan tahriklere karşın bu sınırı aşmamakta kararlı olduklarını nazikçe kamuoyuna duyuran TSK’nın genel yapısıyla ilgili bir sorun değil bu. Türkiye’nin hemen her kurumunda olduğu gibi ‘paralel yapı’nın TSK’nın içinde de konuşlandığından şüphe yok. 

SOMUT ÖRNEK MİT TIR’LARI 

Bunun en somut örneği, Adana’daki TIR operasyonu. Nasıl ki 17 ve 25 Aralık’ta savcılar başsavcıları, polisler müdürlerini pas geçerek operasyonlar yaptıysa, aynısı Adana’da yaşandı. Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarından habersiz bir şekilde MİT TIR’larına operasyon düzenlendi ve halen unutamadığımız görüntüler yaşandı. Devletin ajanları yaka paça aşağı indirilerek, silah zoruyla aramalar yapıldı. 

Buna benzer bir gelişmeyi, TIR operasyonunu gerçekleştiren Jandarma’daki ‘paralel yapı’ ekibinin MİT’teki özel yetkili uzmanları dinlediğinin ortaya çıkmasıyla da yaşadık. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Kayahan Uğur: Çağdaş barbarlık düzeyi

‘Çok karanlıktı, hiçbir şey görülmüyordu, bir çığlık duydum, ninemin sesi olduğunu sandım ama o artık yok olmuştu’. 

9 yaşındaki Nebile Pakistan’dan babası ve kardeşiyle gelmişti. Bir üyenin girişimi sonucu ABD kongresinde Silahlı İnsansız Hava Araçları’nın (SİHA) yerel halk üzerindeki etkileri tartışılmaktaydı. Nebile’nin elinde kendi yaptığı resimler vardı, tüm çocuklar gibi o da günlük yaşamını çizmişti. Evi, dağlar arasındaki köyü, ağaçlar… Bu çocuk resminin dünyadaki diğer çocuk resimlerinden önemli bir farkı vardı. Gökyüzünde sürekli bir tehdit olarak dolaşan iki kara siluet: Amerikan Predatorları. Predator markalı SİHA’lar bölgedeki çocuk resimlerinde mutlaka yer alıyor.   

2012 yılının o Ekim gününde, Nebile’nin ninesi 67 yaşındaki Mümine Hanım, evinin bahçesinde sebze toplarken çağdaş barbarların fırlattığı bir füzeyle yok edildi. Nebile’nin ağabeyi 13 yaşındaki Zübeyir ‘babaannem bin parçaya ayrıldı’ diyordu. Zübeyir, ‘biz çocuklar açık havada predator gelir diye okula bile gitmeye korkuyoruz’ diye ekliyor. 

Nebile’nin babası bunun bir kaza olduğuna inanmıyor. Bir otomobilin hedef alındığı iddiası tipik bir Amerikan yalanı. Çünkü yakınlarda bir aracın geçebileceği yol yok. Pakistan’ın Kuzey Veziristan bölgesinde çok sayıda sivil bu şekilde hedef gözetilerek katledildi. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Hüseyin Yayman: Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorunuyla imtihanı!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu seçimden sonra Wall Street Journal gazetesine verdiği söyleşide ‘Kürtlere yeteri kadar güven vermediğimiz kanısındayım. Biz o bölgeye çok fazla gittik. Yeni projelerimizle gittik, öneriler götürdük. Çözüm sürecinin AKP tekelinde olmadığını, CHP iktidarında da sorunun çözümü için olağanüstü çaba harcayacağımızı ifade ettik. Ama Diyarbakır ve Hakkâri’de yokuz’ dedi. Bu sözler aslında tarihsel itiraf anlamına geliyor.

1970’ler bir yana 1990’larda SHP’nin kalesi olan şehirler zaman içinde kaybedildi. CHP ikircikli politikaları nedeniyle bölgeden çekildi. Geldiğimiz noktada partinin bölge ortalaması yüzde 2 düzeyinde seyrediyor. Kılıçdaroğlu bu seçimde Diyarbakır’da miting dahi yapmadı.

CHP’nin bölgede aldığı oy bir yana, Kürt sorunu karşısındaki tavrı, alternatif hâline gelmesine engel. Bir anlamda sorun CHP için imtihana dönüşmüş durumda. Sonuçları üzerinden bir okuma yapıldığında partinin Kürtlere güven verememesi ülkeye/dünyaya güven vermemesi anlamına geliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Okay Gönensin: İşgal edin, ya sonra…

CHP’nin son seçimde aldığı kötü sonuçların üzerine bir “sanal” işgal hareketi başlatıldı. İşgalciler birçok şey söylüyor, asıl söylemek istedikleri “bir şeyler yapılsın, bu parti iktidar alternatifi olsun.”Seçim öncesi, AKP’ye karşı CHP’yi destekleyenler; gazetelerde, TV kanallarında ve sosyal medyada faal olanlar CHP’ye oy verenleri de yanılttı.

Bazen açıkça söyledikleri, bazen daha mahcup ifade ettikleri, CHP oylarının yüzde 40’a yaklaşacağı, AKP’nin oy desteğinin yüzde 40’ın altına ineceği ve CHP’nin iktidara yürüme yolunun açıldığıydı.

Belki kendileri buna inanmıyorlardı, ama CHP’ye oy verenleri buna inandırdılar, MHP seçmeninin bir kısmını da inandırdılar.

CHP’ye oy verenlerdeki hayal kırıklığı ve öfke bu yüzden yükseldi ve CHP seçmeni tekrar düşünmeye mecbur kaldı.

İşgalciler partiyi yönetenlerden de bunu düşünmelerini, haklı olarak istiyor ve siyasileri zorlamaya çalışıyorlar.

İşgalcilerin bir kısmı hâlâ CHP’nin bir sol, sosyal demokrat parti olduğuna inanıyor. Oysa başlamaları gereken esas nokta, CHP’nin bir sol parti olmadığı, devletçi muhafazakâr bir parti olduğu noktasıdır…

Yazının devamını okumak için tıklayınız…