Yazarlar gündemi değerlendirdi

Olaylar
Yeni Şafak gazetesinden Ali Bayramoğlu, Yusuf Kaplan, Fatma Barbarasoğlu, Ömer Lekesiz,Hayrettin Karaman; Star’dan Beril Dedeoğlu, Taha Kıvanç, Ahmet Taşgetiren, Sibel Eraslan; Sabah’tan M...
EMOJİLE

Yeni Şafak gazetesinden Ali Bayramoğlu, Yusuf Kaplan, Fatma Barbarasoğlu, Ömer Lekesiz,Hayrettin Karaman; Star’dan Beril Dedeoğlu, Taha Kıvanç, Ahmet Taşgetiren, Sibel Eraslan; Sabah’tan Mahmut Övür bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması gereken yazılar…

Ali Bayramoğlu: Keskin siyasi viraj

Türkiye hiç bir cumhurbaşkanlığı seçimini krize değmeden, devletin ağırlığını hissetmeden, özellikle devlet krizi yaşamadan atlatamamıştır.

Son cumhurbaşkanlığı seçimlerini hatırlamakta fayda var…

2007 baharını siyasi cehenneme çevirmişti bu seçimler…

Çevirmişti zira, AK Partili bir milletvekilinin Çankaya’ya çıkması sadece (devlet temsilinde başörtü gibi) simgesel altüst oluşları değil, aynı zamanda ciddi siyasi ve kurumsal kopuşları da içeriyordu.

12 Eylül Anayasa’sının öngördüğü ‘yapı’nın sona gelmesi anlamına geliyordu.

Bu yapı ise, siyasetçiye emanet edilen ‘siyasi alan’ ile bürokrasinin, özellikle askerin denetimindeki ‘devlet alanı’ arasındaki ters bir hiyerarşiyi temsil ediyordu. Anayasal ve rejimsel hedef her zaman siyasi alan ve aktörlerin, devlet alanı ve aktörleri tarafından kontrolluydu.

Bu denklemde devletin tepesini, bürokratik dokusunu, özellikle yüksek yargıyı, üniversite rektörlerini şekillendirme gücüne sahip olan cumhurbaşkanının ‘kimliği ve rolü’ hayati önemdeydi.

Özal ve Demirel gibi siyasiler kişilikleri ve partileriiyle hem ‘merkezi temsil eden’ aktörlerdi, hem iniş döneminde Çankaya’ya çıkmışlardı. AK Parti ise tersine, sistemin tüm simgesel ve politik sınırlarını aşıyordu. 2007 ivme kazandığı bir dönemdi. Velhasıl Gül’ün cumhurbaşkanlığı bir modelin iflası ve sonu olarak görülüyordu.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Yusuf Kaplan:Yeni Türkiye’nin habercisi: AA Devrimi

LÜBNAN TRABLUS’U VE TUNUS.

İnsanın, fikirlerini ‘arazide’ test etmesinden daha ilginç ve heyecan verici bir şey olmasa gerek. İFAM ekibiyle çıktığımız 10 günlük Lübnan, Tunus ve Libya yolculuğunun sonuna yaklaşıyoruz. Büyük ölçüde eski Fransız sömürgesi ülkelerde gerçekleştirdiğimiz bu yolculuk, sömürgeciliğin asla bitmediğini, yeni ve daha örtük, daha yıkıcı ve daha ayartıcı şekiller alarak kıtalar dolaştığını görmemize imkan tanıdı bir kez daha.

Dünyanın geleceğini anlayabilmek için modern meydan okumayla birlikte gerçekleştirilen sömürgecilik tecrübesini iyi anlamak zorundayız. Sömürgecilik tecrübesini atlayanların dünyanın geleceğini asla anlayamayacaklarını çok iyi bilmek gerekiyor.

Önce şu tespiti yapmak isterim evvel emirde: Beş yüzyıldır dünyanın yaşadığı en yakıcı sorun, bütün insanlığın Batılı seküler-kapitalistlerin tecavüzüne uğramasına yol açan ‘uygar barbarlık’ sorunudur.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Fatma Barbarasoğlu: Burjuva edepsizliğini estetik kodlar ile ihya etmek…

Arabalarına binip gidecekler. Arabalarına doğru yürürken ellerindeki cep telefonu ile online adımlayacaklar bir kaç adımlık mesafeyi.

Eldeki oyuncak hızla yaklaşmakta cehennemin üstünü yalandan örtecek.

Pahalı oyuncağı olmayanlar ise şehrin içinde, dışında, her bir tarafında ayak izini bırakacak. Otobüse, metroya, vapura, tramvaya binecek. Gökyüzüne bakacak. Bu gün hava sıcak diyecek. Rüzgar çıktı diyecek. Sallanan üst geçitlerden geçecek. Arabaların arasından, mağazalarının önünden, dilenenlerin önünden geçecek.

Geçerken kendi içinden de geçecek, kalbin mahzenlerinden, bilincin derin dehlizlerinden…

Acemi harflerle yazılmış hayat hikayesi karşısında acelesi yoksa eğer bir kaç dakikalığına duracak. Suriyeliyiz açız diyen yazıya bakacak.

AH kadim hikayedir.

Fakirleri ancak fakirler görür.

Ötekiler… Mezhepleri, ideolojileri, hayat tarzları farklı lakin meşrepleri bir olanlar…

Daha daha temposunda hızlananlar, her zaman daha çoğunu isteyenler, gerçek zalimliğin aç gözlülük olduğunu hiç bilmeden her şeyi tüketmeye, sömürmeye devam edecek.

Nimet külfet dengesini hiç omuzlamadan nimetleri sonuna kadar tüketip, külfetleri yoksulların üzerine yükleyip gidecekler…

Geldikleri gibi gidecekler. Değip dokunmadan…Otobandan geldiler otobandan gidecekler.

Şık kıyafetler, şık arabalar, şık evler, yıldız yıldız oteller. Geçip gittikleri güzergahlar arabalarına, otomobillerine uygundur. Otobanın duvarlarında renk renk çiçekler. Hayat bir şıklık yarışıdır. Ölmeyecek gibi yaşayın yaşayabildiğiniz kadar.

Hayat başka hiç kimsenin değil sadece sizin hakkınız. Sizin, eşinizin ve çocuğunuzun hakkı.

Şehrin sakinleri ikiye ayrılıyor: Basıp gidenler ile kuru kafasını gezdire gezdire şehri adımlayanlar.

YAZININ DEVAMNI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Ömer Lekesiz:  Hizmetçiler nasıl kurtulur?

17 Aralık seçim ayarlı darbe kalkışması, tehlikenin çok çabuk sezilmesi, ciddi tedbirlerin alınması nedeniyle akim kaldı.

Paralel nitelik taşıyan bu darbenin önemli aktörlerinden biri olarak çamura batan da kuşkusuz önce Hizmetçiler oldu. Seçimin malum sonuçları ise onların battıkları çamurda debelenip kalmalarını beraberinde getirdi.

Bugünkü gelinen noktada Hizmetçileri çamurun içinden güya çıkarma imkanına sahip bulunan zamane yazarlarının çamurda debelenmeyi hızlandırma ve dışa karşı ancak oradan bir şeyler sıçratma gayreti içinde olmaları ise ibretle izlenen bir durumdur.

Buradan bakınca alışkanı oldukları Abant’ın suyuna da atlasalar onlardan Hizmetçiler adına bir çözümün sadır olmayacağı açıkça görülebiliyor. Çünkü Hizmetçiler çamura sadece bedenen değil, o yanlış kılavuzları yüzünden aklen de saplanmış bulunuyorlar.

Aslında birazcık olsun düşünülmüş düşünce üzerine (müstakil olarak düşünmeleri örgütlerinin yapısal nedenlerine bağlı olarak mümkün olmadığı için) düşünebilseler kurtuluşları hiç de zor değil gibi görünüyor.

Örneğin, önüne gelene dava açmaktan başka hiçbir özelliği kalmamış olan liderleri için ilgili ilgisiz her cümlelerinde tekrarladıkları alim, hazım, kazım, fakir, muhterem, hoca, allame, Peygamberin varisi… vb. sıfatlarla onu taşıdıkları yanlış yerlerin hükmünü doğru değerlendirebilseler, böylece lider hak ettiği yeri bulacak, dolayısıyla imame doğru konumlanınca tespihin dağılan taneleri de kendi doğru yerlerini tekrar bulmaya cesaret edebileceklerdir.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Beril Dedeoğlu: AB’yi Türkiye’ye yaklaştırabilecek konjonktür

Bazen krizleri avantaja dönüştürmek mümkün olur. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya, içinden geçilen zaman aralığında bu imkanı veriyor gibi.

Suriye konusu, ABD ile Rusya’nın kararlarına kaldı, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere hemen tüm diğer oyuncular, yardımcı oyuncu haline geldi. Suudi Arabistan’da neredeyse darbe diyeceğimiz bir siyasi değişim oldu, bu Ortadoğu’da ABD’nin değiştirdiği politika ile gayet uyumlu. Zira ABD, Ortadoğu’da muhalif güçler denen kesimler içindeki radikal unsurları destekleyen her yönetimle ilişkilerini germe kararı almıştı. Ayrıca, Irak ve Suriye’nin bölünme ihtimallerini ortadan kaldırmaya çalıştığını, bu çerçevede kısmen İran’ı da kazanmaya çalıştığını hatırlamak gerek. İran ile yapılan her ‘kazanma’ pazarlığının radikal kuruluşlara destek konusunu kapsadığı, bir dizi örnekle anlaşılabiliyor.

Öte yandan Kıbrıs’ta sürüp giden ancak sonuç alınması zor görünen bir süreç yaşanıyor. Anlaşıldığı kadarıyla AB’nin bu sürecin kenarında durduğu, esas olarak ABD’nin gözetim yaptığı bir durum söz konusu.

Ukrayna’da ise durum tam tersi; Rusya ile karşı karşıya gelen ABD değil, NATO ve AB, yani Avrupa. Yani Avrupa Ortadoğu’nun dışına itilirken Rusya’nın önüne sürülmüş gibi.

Enerji sorunsalı

Meseleye bir de enerji cephesinden bakılabilir. Rusya, petrol; ABD’de de doğalgaz alanlarına dokunmama kararlılığı içinde davranırlarken, sistemdeki diğer güçler bu dengeyi bozacak girişimlerde bulunmuşlardı. Bu gelişmeye bir de ‘Arap baharı’ eklenince, dengeler iyice değişti ve yeni bir güç mücadelesi ortaya çıktı.

ABD, kaya gazı başta olmak üzere alternatif enerji kaynaklarını geliştirirken, Avrupa’nın bağımlılığı arttı. Bu bağımlılığı sağlayan hatlardan birinin Ukrayna’dan geçiyor olması da, neden bu ülkede kriz çıktığını anlamayı kolaylaştırıyor. Vana Rusya’nın elinde olduğu sürece, Avrupa’nın paniğe kapılması normal. Ancak kabul etmek gerekir ki bu panik Avrupa’yı Ukrayna’da hata yapmaya itti; krizin alevi AB-Ukrayna ilişkileri sonrasında çıktı.

Tam bu sıralarda Doğu Akdeniz’deki; Kıbrıs-Suriye-İsrail üçgenindeki doğalgaz gündeme geldi. Bu gazın Avrupa’ya aktarımı konusu da yeni ittifaklar zinciri ihtiyacı ortaya koydu. Bu ittifakın zayıf halkası olarak görülen Mısır’a ‘çeki-düzen’ verildi, şimdi benzeri Suriye’de olacak. 

Gelelim Türkiye’ye. Ukrayna’dan giden hattın muadilinin Türkiye’den geçmesi, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin İsrail-Mısır ilişkilerini düzenleyerek garantör niteliği kazanması, ayrıca Irak ve İran’dan ileride daha fazla akabilecek enerjinin de Türkiye’den geçmesi olası. Bütün mesele, Rusya’nın bunlara razı olmasında.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Taha Kıvanç: Ankara koridorlarını arşınladım

Ankara’ya biraz da CHP’yi işgal edenleri görmek üzere geldim; ama ‘OccupyCHP’ eylemini yapanlar çoktan ortadan kaybolmuşlardı.

Eski bir siyasetçi dostum, ‘’Bu CHP’nin gençleri bile bi tuhaf’’ dedi bana ve ekledi: ‘’CHP’yi sarsmak için eylem yapmaya karar verdiklerinde yerli bir yöntem ve isim dahi bulamamışlar; başarılı olsalar ne olur, olmasalar ne olur…’’

CHP genel merkezi onaylı ‘OccupyCHP’ eylemi sinema yönetmeni Mustafa Altıoklar ile arkadaşlarının fikriymiş… Eylemin ilk bakışta biraz senaryo gibi gelmesinin sebebi herhalde bu…

Sol ve sosyal demokrat çevrelerin CHP’ye sahip çıkma konusunda sergiledikleri âcizlik gerçekten yürek yakıcı… Galiba ne varsa son genel seçimde Kemal Kılıçdaroğlu’nun isimlerini listelerden silmeyi unuttuğu ‘Ulusalcı’ kesimde var…

Meclis’ten bir isimle bu konuyu konuşurken aldığım bilgilerden düşüncemde haklı olduğumu anladım. Meğer CHP alttan alta kaynıyormuş ve kaynatanlar da ‘Ulusalcı’ CHP’li tipler imiş… Yerel seçim öncesinde başlattıkları başka partilerdeki ‘milliyetçi’ milletvekilleriyle yakınlaşma mayası tutmuş…

Dostumun anlattığına göre, ilk elde CHP içinde partinin ruhunu ve misyonunu sorgulamaya dönük çabaları bir noktaya kadar sürdürecek, alacakları tepkilerle bir sonraki aşamaya karar vereceklermiş…

Bir sonraki aşama, yeterince güçlü olduklarını ve partiyi kurultaya zorladıkları taktirde yönetim kadrolarını ele geçirebileceklerini anlamaları halinde başka, sayılarının bu sonucu almaya yetmeyeceğini anladıkları taktirde başka planlanacakmış…

Mustafa Sarıgül’ün İstanbul’da aldığı oy şimdiye kadar CHP’nin bu büyük kentimizde kaydettiği en ciddi başarı olarak görülüyor ve Sarıgül’le daha iyi yola devam edilebileceği kanaati yayılıyormuş…

‘Ulusalcı’ kesim ayrıldığında, geriye birbirine pek çok bakımdan benzeş kişiler kalacağını da politikacı dostum söyledi… Etnik? Dini? İdeolojik? Hangi açıdan benzeş? ‘’Onu da ben söylemeyeyim’’ dedi. ‘’Kopup siyasette MHP’yle buluşmayı düşünenler de var aralarında ve öyle düşünenler çok güçlenmişlerdi’’ de dedi dostum…

Cümlesini geçmiş zaman kipi ‘di’yle bitirmesi dikkatimi çekti.

‘Yumruk’ yüzünden hesaplaşma ötelenmiş…

Allah, Allah…

Hayli zamandır Ankara’ya yolum nadiren düşüyor, ama 25 yıl boyunca caddelerini ‘gazeteci’ olarak arşınladığım başkentte siyaseten fazla bir değişiklik olmamış… Yine her köşesinde partiler ve politikacılar konuşuluyor ve her köşesinde senaryolar üretiliyor…

Senaryoları kendi hallerine bırakıp kulağımı biraz da yakın geçmişte yaşanan olaylara verdim…

İyi ki öyle yapmışım; aksi halde şimdilerde bir başka bankada yönetici koltuklarından birine oturtulan bürokratla ilgili kuşku dağıtan olaydan haberdar olamayacaktım…

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Ahmet Taşgetiren: Fesada karşı direnç

Hükümet – Camia gerilimi çıktığından bu yana yeminli Tayyip Erdoğan düşmanlığı noktasına gelen iki gazete Cumhurbaşkanı Gül’ün “Hiç kimse şimdiden ‘bu benim cebimde’ dememektedir” sözünü, “Köşk kimsenin cebinde değil” ve “Kimse ‘Cumhurbaşkanlığı benim cebimde’ demiyor” şeklindeki ifadelerle manşete çıkıyor, Başbakan’ın milletvekilleriyle yaptığı nabız yoklama toplantısını birinci sayfada ya hiç görmüyor ya da sayfanın altlarında olumsuz izlenim verecek başlıklarla veriyorsa, bu yaklaşımın hem Tayyip Erdoğan hem de Abdullah Gül nezdinde “özel” dikkatle okunacağı muhakkaktır.

Zaman ve Bugün gazeteleri… Ve Camia.

Bu duruşun okunuşu şöyle olabilir:

– Biz bu işte Gül’den yana oynuyoruz.

– Gül’e de, muhalif bir dil yüklüyoruz.

– Tayyip Erdoğan’ı hiç görmüyoruz ya da negatif nitelikte görüyoruz.

Peki bu manşetleri Cumhurbaşkanı ve Başbakan nasıl okumuş olabilirler?

Mesela Cumhurbaşkanı Gül, memnun olmuş mudur bu şekilde manşette gözükmüş olmaktan?

“Camia bana oynuyor gözüküyor, bunun AK Parti bünyesinde olumsuz karşılanma riski var. Benim Tayyip Bey’e karşı alternatif oluşturacağım şeklinde bir izlenim veriliyor” gibi bir düşünce geçmiş midir içinden? Böyle bir izlenimin devam etmesini mi ister yoksa durmasını mı? Yine bu manşetin Tayyip Bey’in gönül dünyasına nasıl yansıdığına ilişkin bir soru oluşmuş mudur içinde sayın Gül’ün?

Ya Tayyip Bey nasıl okumuştur bu manşeti?

“Camia bir oyun daha oynuyor bize karşı. Çankaya işini karıştırmak istiyor. Abdullah Bey’in şahsında bir gedik açmaya çalışıyor. Umarım Abdullah Bey’in gönlünde bir iz bırakmaz” gibi mi yansımıştır Tayyip Bey’in gönlüne? “Acaba bir karşılık bulur mu?” gibi bir soruya zemin hazırlamış mıdır?

Camia’nın Cumhurbaşkanlığı seçiminde takınacağı tavır önemli, onun için yazımızda Camia medyasının yaklaşımını masaya yatırdık. 

Ancak, Çankaya meselesinin medya ayağı bununla sınırlı değil. Belli ki konu, sadece Tayyip – Abdullah Bey görüşmesinin yalın, steril zemininde şekillenmeyecek. Ya da sadece yine Tayyip Bey – Abdullah Bey saygınlığının hükümferma olduğu AK Parti zemininde olup bitmeyecek.

Medya, – sosyal medya boyutu dahil- kaynağı açık ya da kapalı sözler ve iddialarla, fesada, gıybete, fitneye en dirençli kalbleri ve kafaları bile karıştıracak, en mü’min yürekleri bile sarsacak malzemeleri piyasaya sürebilir ve duygu – iletişim zeminlerini zehirleyebilir.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın en başa aldığımız sözünü ele alalım mesela:

“Hiç kimse şimdiden ‘bu benim cebimde’ dememektedir.”

Ne demiştir bununla sayın Cumhurbaşkanı?

Tayyip Bey’e hitaben “Arkadaş Çankaya senin cebinde değil” mi demek istemiştir?

Yoksa “Tayyip Bey de normal süreci işletiyor. Çankaya benim cebimde demiyor. Biz de görüşeceğiz. Her şey gerektiği gibi işliyor” mu demiştir?

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Sibel Eraslan: Rahmet günlerinde nedir bu intikam çağrısı?

1- Rahmetli Hafız Hattat Kemal Batanay’ın (1891-1981) kalemgüzeli “Dahılek Ya Resulullah” hattını duvara astım. Kutlu doğum günlerine girdiğimiz şu güzel vakitlerin bereketinden istifade etmeyi hepimize nasip etsin Rabbimiz…

Alemlere rahmet olarak gönderilmiş Hz. Peygamber’e (s) bir selam olarak, onun merhametinden, ümmetine karşı çok hassas olan yüreğinden, güzel ahlakından, sabrından, ikramperverliğinden bir umut olarak; “Dahılek”…

Eksiğiz, kusurluyuz, pişmanız ama ne olur bizi de al, kabul et seni sevenlerin caddesine dercesine “Dahılek”…

Kalabalıkların içinde kaybolmamak için telaşla annesinin eteğine sarılan çocuklar misali “Dahılek”…

Cankurtaran sandalına atılan kazazedeler misali, çiçek açmaya durmuş ilkbahar ağaçlarının yeniden doğmaya dair verdiği umut misali: “Dahılek Ya Resulullah”…

Rabbimizin adaletinden haşyet duyar, boyun bükeriz. Şayet O’nun rahmeti yetişmezse bize mahvoluruz. Bu yüzden Dahılek Ya Resulullah! Allah ki; Rahman’dır Rahim’dir, Hu!

2- El Hamra Sarayı’nın girişindeki 1348 tarihli Adalet Kapısı, merhametten değil kanun önünde eşitlikten bahseder. Gezi rehberlerince ‘Bab’üş Şeriat’ veya ‘Puerta de la Justicia’ olarak tanıtılan ‘sağ el’ işaretli bu kapı için, ‘ey yolcu, hep aradığın adaleti bu kapıdan geçtiğinde derhal bulacağından kork’ der seyyahlar… Gerçekten de adaletin iki ucu keskin kılıcı andıran göz kamaştırıcı bir parıltısı vardır ki, masum olanların da en az suçlu olanlar kadar haşyete kapılacağı bir keskinliktir bu.

Yavuz ve Kanuni dönemlerinde 23 yıl Şeyhülislamlık yapmış Zenbili Ali Efendi’nin, sarkıttığı bir zembili olduğu anlatılır. Halk şikayet ve başvurularını gün boyu bu zembile yazıp atarmış, akşam vakti büyük Yargıç Ali Efendi, bu şikayet ve soruları okuyup kimine gereken cevapları verir, kimisi için de gerekli hukuki soruşturmaları başlatır, ertesi gün aynı zembille dışarı sarkıtırmış. Böylece başvuru sahiplerinin kim olduğuna bakmadan, tabiri caizse gözleri bağlı bir şekilde, karar vereceği olaylar hakkında azami bir tarafsızlığı ve objektivizmi sağlamayı murad edermiş…

3- İran’da sarsıcı bir ‘kısas’ hadisesi yaşandı. Evladını bıçaklayarak öldüren katili, tam asılacakken, idam sehpasında boynuna ip geçirilirken, affetti anne! Katil ve yakınları şok içindeydi. Katilin annesi maktülün annesine sarıldığında iki kadın da hıçkırıklarla ağlıyordu. İnsanı altüst eden o başdöndürücü fotoğraflara bakarken, bu infazın ne kadar ilkel ve vahşet dolu bir yüzü var diye düşünebilirsiniz, hele ki meydanı doldurmuş hançereleri yırtılırcasına katilin bir an evvel sallandırılması için tempo tutan o kalabalık… Sonra o kabus gibi duran kareler içinden fırlayarak ölmüş evladının mezarını dünyadaki son tutamağı kılmış o annenin kalabalığı yararak yürüyüşü… Yürüyüşü… Ve idam sehpasındaki tabureyi tekmeleyeceği yerde, acıyla haykırıp bir tokatla katili yere serişi… Kısas’tan çıkan af ve aftan neşet eden bahşedilmiş yeni bir hayat… İnsan böyle bir şey! Ezberi yok… Aftan sonra evladı öldürülmüş annenin eve dönüşü… Keder, yas, gözyaşı yine aynı. Evladı öldürülmüş o annenin bir yıldız gibi parlayarak göklere çıkışını seyrettim ben bu haberde…

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Hayrettin Karaman:  Din hizmetini kimler yapıyor

Dini öğretme, yayma, yaşatma hizmetini yapanları ehliyetli (layık, donanımlı, bu hizmet için uygun) olan ve olmayanlar diye ikiye ayırmak gerekiyor.

Daha önceki yazılarda niteliklerini saydığımız ‘ilim ve ahlak’ bakımından yeterli donanıma sahip insanların bu hizmeti hiçbir menfaat beklemeden yapmaları gerekiyor. Kendisi himmete muhtaç, ilim ve ahlakı kusurlu olan müminler ise başkalarından önce kendilerini ıslah ile meşgul olmalıdırlar.

Bu hizmeti, resmi vazifesi olmadığı halde Allah rızası için her yerde, durumda ve fırsatta yapmaya çalışan müminler bulunduğunu biliyoruz.

Bugün ülkemizde sayısız sohbet ve okuma toplantıları var. Bu toplantılarda (belli bir gruba bağlı olmayanlarında) ilmihal, hadis, tefsir, tavsiye edilmiş kitaplar okunuyor. Toplantıların hocaları menfaat beklemiyorlar, başka bir maksat gütmüyorlar, aşk ve şevk ile bu hizmeti ifa ediyorlar.

Medya büyük bir güç, bir eğitim öğretim ve telkin aracı. Burada yüzlerce yazan, konuşan ve rol alan var. İnsanımız gittikçe sohbeti ve okumayı ihmal ederek ekranda gördükleri ve oradan duydukları ile yetinmeye başladılar. Bu şartlarda medyanın önemi ilk sırada yer aldığı halde işin, ‘söz ve düşünce hürriyeti’ adına tam bir başıboşluk içinde yürüdüğü de bir gerçek. Mevcut düzende medyayı kontrol etmek mümkün değil, bu sebeple iş, hedef kitleye ve bunları uyaracak, doğruyu yanlıştan ayırmalarına yardımcı olacak ehliyetli kimselere düşüyor.

Tarikatler ve başka isimler altında oluşan topluluklar, dernekler, vakıflar, kulüpler vb. kurarak ve bütün araçları kullanarak dini tebliğ, din eğitim ve öğretimi alanında etkili bir faaliyet yürütüyorlar. Bunların kusurlarını söyleyerek üzmek yerine ne yapmaları gerektiğini söylemeyi tercih ediyorum:

Şahsa veya gruba yönelik maddi veya manevi menfaat peşinde olup dini istismar edenler, ilim ve amel bakımından ehil olmadıkları halde mürşidliğe soyunanlar Allah’tan korksunlar, eğer imanları varsa üç günlük dünya için ahrette rezil olmayı göze almasınlar.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Mahmut Övür: TÜSİAD’ın hayal kırıklığı

Yerel seçimlerden henüz yeni çıktık ama siyasette hareketlilik bitmiyor. Şimdi cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle Ankara’da kulisler hayli hareketli.

O hareketliliği, moda deyimle zamanlaması ve konukları “manidar” bulunan TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında da gördük. Çünkü o toplantının özel konuğu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dü ve ne söyleyeceği merak ediliyordu.

Aslında o merakı biraz daha yukarı çeken “sürpriz” bir konuk daha vardı:

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu. Sürpriz diyorum çünkü Kılıçdaroğlu’nun o toplantıya katılacağını Cumhurbaşkanı’nın çevresi, belki Cumhurbaşkanı da bilmiyordu. CHP’lilerin “resmi” cevabı çok açıklayıcı değildi: “Genel başkanımız davet edildiği için katıldı.” Oysa Kılıçdaroğlu’nun o toplantıya katılacağını öğrenen katılımcılarda farklı bir hava vardı.

Bu buluşmadan, yani Cumhurbaşkanı Gül-

Kılıçdaroğlu fotoğrafından çok sayıda TÜSİAD üyesi farklı sonuç çıkartıyordu: “Cumhurbaşkanı Gül, bu fotoğrafla adaylık mesaj verir.”

Bu da, TÜSİAD üyelerinin büyük çoğunluğunun kafasındaki cumhurbaşkanı arayışına işaretti. Onlara göre, Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığının ve kazanmasının önünü kesecek tek formül buydu.

Toplantıya büyük çoğunluk bu beklentiyle girdi ve derin bir sessizlik içinde Cumhurbaşkanı Gül’ün konuşmasını bekledi.

Kürsüye ilk önce TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Erkut Yücaoğlu çıktı. Yücaoğlu, bir işadamından çok muhalif bir siyasi aktör gibi konuştu. Sert eleştirisiyle muhalefeti aratmadı.

Dış politikadan, iç siyasetteki kutuplaşmaya, yolsuzluklardan AB reformlarının yavaşlamasına değin bir dizi konuda konuştu. Anayasa Mahkemesi’nin son hamlelerini övdü, Kopenhag kriterlerini ve faiz artışını sahiplendi.

Onun ardından kürsüye, TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz çıktı. O da benzer noktalara değindi ve siyasi kutuplaşma üzerinden eleştirilerini sıraladı.

Bu konuşmalardan sonra, “Acaba CHP lideri Kılıçdaroğlu da konuşacak mı?” diye bir beklenti oluştu ama TÜSİAD Başkanı, Cumhurbaşkanı Gül’ü davet edince onun konuşmayacağı anlaşıldı. Kulaktan kulağa “Peki neden geldi?” sorusu sorulsa da bir cevap alınamadı.

Ve kürsüye Cumhurbaşkanı Gül çıktı. Gül’ün konuşması merak ediliyordu ama hükümete yönelik sert eleştirilerin yükseldiği bir zeminde bunu nasıl yapacağı daha çok merak konusuydu.

Doğrusu Cumhurbaşkanı Gül de sözü hiç dolandırmadı. O eleştirilere son 12 yılda yapılan reformlara, ekonomik atılımlara sahip çıkarak, sakin bir dille cevap verdi. 90’lı yıllarla 2000’li yılları kıyasladı ve ekledi: “Bugün geldiğimiz noktanın kıymetini bilip, bunu nereye taşıyacağımızı konuşabiliriz.”

Herkes mesajı almıştı. Yanımda oturan işadamı kulağıma eğilip şöyle diyordu: “Cumhurbaşkanı ‘siyaset sizi ilgilendirmez’ diyor.”

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ