TBMM’nin 1 Mart 2003’te, Irak Savaşı’nda Kuzey Cephesi’nin açılmasına imkân verecek tezkereyi reddetmesinden hemen sonraydı. AKP’nin “komşularla sıfır sorun” politikasının somut adımları henüz atılmamış, Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’na atfedilen “yeni-Osmanlıcı dış politika” Batı’nın tartışma gündemine girmemiş ve tabii, İsrail’le “one minute” ve “alçak kanape” krizleri de henüz yaşanmamıştı. 11 Mart 2003’te, yani Recep Tayyip Erdoğan’ın Siirt’ten milletvekili seçilmesinden iki gün sonra, başbakanlığı üstlenmesinden, dolayısıyla da Abdullah Gül’ün Dışişleri’nin başına geçmesinden ise üç gün önce,ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, Türk dış politikasını, Türkiye’nin yakın çevresindeki ülkelerin gözünden değerlendiren kısa bir rapor yazdı.
Büyükelçi W. Robert Pearson’ın onayıyla Washington’a gönderilen, ancak Müsteşar Robert Deutsch’un kaleme aldığı “kişiye özel” ibareli ve “Komşular, Türklerin Dış İlişkileri Yürütme Biçimini Onaylamıyor” başlığını taşıyan bu raporun tam metnini sunuyoruz:
(1)ÖZET: Komşu ülkelerin büyükelçilik yetkilileriyle yaptığımız görüşmelerde, onlardan Türkiye’nin dış ilişkilerini yürütme şekline ilişkin olarak elde ettiğimiz değerlendirmeler, Türk diplomatik manevralarının pek az onay ve hayranlık kazandığını göstermektedir.
(2)(Büyükelçilikte) Ortadoğu ve çalışma hayatına ilişkin dosyalardan sorumlu olan Siyasi Müsteşar, komşu ülkelerin diplomatik misyon temsilcilerine ve Türk Dışişleri Bakanlığı’na bir dizi nezaket ziyaretinde bulundu. Siyasi Müsteşar’ın gerek Türk Dışişleri’ndeki gerekse diğer misyonlardaki görüşmelerinin tümünde, Türkler de Araplar da, birbirleriyle iyi ve işbirliğine dayalı bir ilişki içinde olduklarını karşılıklı olarak teyit ettiler. Dışişleri’nde irtibat kurduğumuz kişiler, son haftalarda öncelikle Irak’ı ilgilendiren meselelerle meşgul olduklarını söylediler. Bununla birlikte, Ortadoğu ülkelerinin büyükelçiliklerinde irtibatta olduğumuz kişiler, Türk Dışişleri ile Irak konusunda hiçbir görüşme yapmadıklarını bildirdiler.
(3) Araplarla Türkler arasındaki ilişkilerin gerçekte nasıl olduğunu görmek için “nezaket perdesi”nin arkasına bir göz atmamıza ilk fırsat veren, şaşırtıcı biçimde Suudi Arabistan Büyükelçiliği oldu. Suudi Siyasi Müsteşarı (kimliğini kesinlikle koruyun), Türklerin iş ilişkilerindeki efsanevi inatçılığını anlatmak için, Türkleri, Arapça “kuru beyinli” anlamına gelen bir deyimle “mukh nasif” diye tarif etti.
(4) İsrail Büyükelçiliği’nin iki numaralı yetkilisi (kimliğini kesinlikle koruyun)“Türklerle çalışmak, işler iyi giderken kolay, kötü giderken daha zordur”dedi. İsrailli yetkili, Türklerin Avrupa Birliği’ne katılımını, Yale ya da Cambridge’e (üniversitelerine) kabul edilmekle kıyasladı: İstemek yetmez, başvuran kişinin kendinden katacağı “özel bir şey” de olmalı.
(5) Fas Büyükelçiliği’nin, Washington’da sekiz yıl görev yapan iki numaralı yetkilisi, Türkiye ile Fas arasında iki ülkeye karşılıklı yarar getirecek bir ticaret anlaşması için dört tur müzakere yaptıktan sonra bıkkın bir haldeydi. “Hâlâ Osmanlı gibi davranıyorlar” diye burnundan soluyordu.
(6) Yakın geçmişte Viyana’da görev yapan, Pakistan Büyükelçiliği’nin iki numaralı yetkilisi (kimliğini kesinlikle koruyun) Türkleri “kavgacı” diye tanımladı.
(7)Hindistan Büyükelçiliği İkinci Kâtibi (kimliğini kesinlikle koruyun), Hindistan’ın Afganistan’ın yeniden inşaasına yardımcı olma niyetini teyit etti. Kâtip, Hindistan’ın tarihsel olarak kavgacı olmamasının, Türkiye gibi saldırgan devletlerin Hindistan’ı işgal etmesini mümkün kıldığını söyledi.
(8) Son olarak, Afgan Misyonu’nun mensupları ile Avrupa Birliği’nin çalışma hayatından sorumlu yetkilisiyle hemen hemen eşzamanlı olarak gerçekleştirdiğimiz görüşmelerde, misyonlarının Türklerle ilişkilerini tarif etmeleri istendiğinde, iki taraf da esasen aynı tepkiyi verdi: İki diplomat da iç çektiler, gözlerini döndürdüler, başlarını iki yana salladılar ve sağ elleriyle, kavisli bir nehri tarif edercesine bir dalgalanma hareketi yaptılar.
(9) YORUM: Türkiye’nin ABD ve diğer ülkelerle mevcut pazarlıklarının pekiştirdiği kuvvetli tarihsel önyargılar, Türk usulü diplomasiye duyulan nefretin hâlâ sürdüğünü gösteriyor.
‘On milyona Mekke olur Vatikan’
“Amerikan devleti bana sekiz, on milyon dolar civarında bir para versin… Ben de gidip, Mekke ile Medine’yi Vatikan benzeri bir ‘özerk bölge’ ilan ettireyim.”
Böyle bir teklifin gerçek olabileceğine, resmî düzeyde ciddiye alınabileceğine, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği tarafından Washington’a rapor edilebileceğine inanmak güç. Taraf ’ın elde ettiği “WikiLeaks Türkiye Belgeleri,” 2004’te tam da bunun yaşandığını kanıtlıyor. 11 Ağustos 2004 günü, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman oturmuş, Washington’a “gizli” ibareli bir telgraf yazmış. Telgrafın başlığı şaka gibi: “Mekke ve Medine’yi özerk yapmaya yönelik bir Türk teklifi.” Telgrafın tam metni şöyle:
1) Eylem talebi – Paragraf 7.
2) ÖZET: Büyükelçiliğin, Türkiye’de İslam konusunda irtibat kurduğu önemli bir kaynak, Mekke ve Medine’yi özerk bir bölgeye dönüştürmek için Müslüman dünyada bir girişim başlatıyor. Bu projesini amacına ulaştırmak için ABD hükümetinden mali destek istiyor. Bakanlık bize, 20 ağustosa kadar aksi yönde bir talimat vermedikçe, kendisine ABD’nin bu girişimi destekleyemeyeceğini söyleyeceğiz.
3) Bedreddin Habiboğlu, Türkiye’de İslam ve İslamî çevreler konusunda son derece içgörü sahibi bir kaynak olduğunu kanıtlamıştır. Habiboğlu, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’nin en saygın İslamî düşünürlerinden ve –Bedreddin’e göre– Suud Hanedanı’nın içinden çevrelerle ve Suudi Arabistan’ın ilahiyatçılarıyla olağanüstü bir iletişimi olan merhum Ziya Habiboğlu’nun oğlu. Ziya Habiboğlu’nun 1996’daki cenazesine binlerce kişi katılmış.
Bedreddin Habiboğlu’nun da Ankara Üniversitesi’nden ilahiyat diploması ve sosyoloji eğitimi var. Gazeteci olan Bedreddin, bağımsız nitelikli TV 8’deki eski sohbet programı “Terazi”yi, tartışmalı köktendinciler (mesela Abdurrahman Dilipak) dahil tanınmış Türk dinî şahsiyetlerini zor sorularla terletmek için kullanıyordu. Biz, Habiboğlu’nun irtibatta olduğu geniş çevreyi gözlemledik. Çeşitli görüşlerden, siyasi ve İslamî mensubiyetlere sahip Türkler, sık sık onun din ve siyaset konusundaki fikirlerine başvuruyorlar.
Gördüklerimize ve duyduklarımıza (mesela Bağdatlı gazetecilerin onunla mülakat yapmasına) dayanarak, onun Araplar –Arapçası akıcı ve incelikli– ve İranlılar arasındaki irtibatlarının da geniş olduğunu düşünüyoruz.
4) Habiboğlu, Mekke ve Medine’yi, bir tür İslamî Vatikan misali özerk bir bölge yapma fikrini bize açtı. O, bu fikrin, halifeliği yeniden kurma önerilerinden farklı olduğunu savunuyor. Fikrin kendisine ait olduğunu iddia ediyor ve bize başvurduğunu ve bu fikrini sıkı sıkıya gizli tutmamızı talep ediyor. Bununla birlikte, bu fikrin son 30-35 yıl içinde eski Başbakan/Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın dönemi dahil olmak üzere, çeşitli zamanlarda Türkiye’de tedavüle girdiğini kaydedelim.
5) Habiboğlu’nun vurguladığı nokta, Haccın İslam’ın şartlarından biri olması. Haccı doğru şekilde yapabilmek için dört koşul var:
(1) Müslüman olmak,
(2) Borçlu olmamak,
(3) Hac’da insanın kendini güvende hissetmesi,
(4) Hac’da soyguna uğramaktan korunmuş olmak.
(Edelman telgrafta böyle ifade etmiş, oysa bu son koşulu ‘Müslüman kişinin mali yapısının Hacca gidip geldikten sonra sarsılmamış olması’ diye açıklamak daha doğru.) Habiboğlu bu dördüncü noktanın bütün Müslümanlar için bir sorun olduğunu, çünkü Suudi Arabistan’ın ulaşım, barınma ve yiyecek için fahiş ücretler aldığını; bu ücretlerin bütün İslam âleminde rahatsızlık nedeni olduğunu söylüyor.
O, Mekke ve Medine’nin, İKÖ (İslam Konferansı Örgütü) üyeleri tarafından rotasyon usulüyle idare edilmesini önermek istiyor. Başlangıçtaki önerisi, her bir ülkenin bu bölgeyi üç yıllığına yönetmesi; lojistik destek sağlamaktan, kalabalığı kontrol etmekten ve diğer tesisler ve hizmetlerden sorumlu, az sayıda bir uluslararası daimi personelin bulunması. Habiboğlu, bu fikri, bütün İKÖ üyelerinin, hatta Suudi Arabistan’ın bile bir çırpıda destekleyeceklerini savunuyor. Ayrıca, İslam kendisini zorbalıktan ve siyasallaşmadan kurtarmadıkça, BMENA (Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika) Projesi’nin başarılı olma şansı bulunmadığını da vurguluyor.
6) Habiboğlu bu fikri hayata geçirmek için 8-10 milyon dolara ihtiyacı olduğunu söylüyor (İKÖ ülkelerinin çoğuna seyahat ve önemli ülkelerde lobicilik ve koordinasyon amaçlı ofisler) ve destek için ABD hükümetinden medet umuyor. Projenin tamamlanmasının, bir yıl ile 18 ay arası bir zaman alacağı tahmininde bulunuyor. Bu konuda adım atmaya kararlı ve eğer biz onu geri çevirirsek, bu fikri başkalarına da önereceğini söylüyor; buna Ruslar da dahil.
7) Eylem talebi: Habiboğlu, mümkünse 20 ağustosa kadar, evet ya da hayır şeklinde net bir cevap istedi. Net bir hayır cevabının da onu rahatsız etmeyeceğini öne sürüyor. 20 ağustosa dek aksi yönde bir talimat almazsak, ABD hükümetinin böyle bir projeyi finanse etmesinin mümkün olmadığını Habiboğlu’na söyleyeceğiz
postmedya