Toplum mühendisliği yapanların sosyal zekâsı yok

Olaylar
Kişisel eğilimlerimiz içinde yaşadığımız adına "toplum" denen kalabalığı nasıl etkiliyor? Peki ya toplumun bir psikolojisi var mı, varsa bireyin bu toplu psikolojiden nasibi ne oluyor? Kısac...
EMOJİLE

Kişisel eğilimlerimiz içinde yaşadığımız adına "toplum" denen kalabalığı nasıl etkiliyor? Peki ya toplumun bir psikolojisi var mı, varsa bireyin bu toplu psikolojiden nasibi ne oluyor? Kısacası "toplumsal psikoloji" nedir, ne değildir konulu bir röportaj yapalım istedik. Uzun yıllardır psikoloji alanında çalışan, ruh sağlığı, toplum psikiyatrisi konusunda özel çalışmalar ortaya koyan Prof. Dr. Medaim Yanık’la dunyabulteni.net okuyucuları için konuştuk.

Gülsüm Ekinci: Sosyal medyanın birey ve toplum üzerindeki yansımaları nelerdir?
Medaim Yanık: Önce şunu söylemem lâzım sosyal medyanın toplumsal grupların ruh haline, insanların ruh haline bir etkisi olduğu söylenebilir fakat bu etki belirleyici bir etki değildir.
Abartıyor muyuz?

Evet, hiçbir sosyal faktör, bir insanı tamamen belirleyen özel şartlar oluşturamamıştır. Sosyal medya da insan psikolojisini tamamen şekillendirmeyen ama etkileyen plâtformlardan biri.
Sosyal medya yeni bir sahne aslında; oyunun kuralları değiştiğinde, yeni bir hal oluştuğunda, her zaman uyum sağlayanlar ve sağlamayanlar diye bir uçlaşma olur. Bu tarza çok daha hızlı uyan veya jenerasyon itibariyle o hali yaşamının doğal bir parçası haline getiren insanlar vardır. Artık bu sahne üzerinden varlıklarını, benliklerini ve insan ilişkilerini devam ettirebilirler. İnsanların benliklerini iyi hissedecek şekilde kendilerini iyi göstermeye, kendini gerçekleştirme eğilimi ve ihtiyacı vardır. Hangi sahnede, hangi tarihsel dönemde olursak olalım bu ihtiyaç var olmaya devam edecek.

Sosyal medya, en azından bir jenerasyon için hayatın ve kuralların kendisi oldu. Bu oyunu kişiler iç dünyalarındaki ihtiyaç ve özelliklerine göre oynuyor. Diyelim ki güreşeceksiniz; çimde güreş yapmak ayrı bir şey, yere yağ sürüp kaygan bir yerde güreş yapmak ya da toprakta güreşmek ayrı. Sosyal medya kişileri zemin ve benzer faktörlerle  etkilerken iki açıdan eski yöntemlerden biraz daha farklı: Bir, arenada olmak mahremiyeti azaltıyor, yaptığınız herhangi bir şeyi takipçileriniz de görüyor. Herhangi bir olay pozitif ve negatif sonuçları çok da düşünülmeden anında yayılabiliyor. İki, daha önce bir iki kişi ya da küçük gruplar arasında geçen olayı daha büyük gruplara geçirmesi açısından farkı var. Arenada olmak mahremiyeti azaltan bir durum…

Tabii olaylar arenada yaşanınca geri dönüş, özür dilemek, düzeltmek de zor oluyor.
Çünkü seyirciler var arenada ve o seyirciler de pasif değil. Size müdahale ediyor. Destekliyor ya da desteğini çekiyor. Hız burada çok önemli, başkalarıyla eş zamanlı olması… Sürekli sahnede olmak yorucu bir şey… Twitter ve benzerleri insanda sürekli performans gerektiren bir yarışma hali yaratıyor. Ama az önce de söylediğim gibi, sosyal paylaşım sitelerinin bir insanı tamamen belirleyici olduğunu düşünmüyorum.
Twitter ve benzerlerinin toplumsal bilince bir katkısı olduğu çok konuşuldu. Kolektif bilinç nasıl belirlenir, tespit edilir, nasıl yönlendirilir?

Toplumsal bilinç ve sosyal medya en fazla nerden tartışıldı: Arap Baharı’nda günün haberleşme platformu Twitter, toplumsal hareketlenmelerin bizzat ortam olarak ifadesi veya bunun üzerinden örgütlenme aracı olarak kullanıldı. Bizzat kendisinin algı oluşturmada kullanımı da var. Bu anlamda kitleleri etkileyip yönlendirdiği söylenebilir.

Her yenilik bir takım sıkıntılar ve imkânlar getirir. Bu anlamda sosyal medya bir takım imkânlar da getiren, yakınlaştıran çok yönlü bir araç. Sadece mahfeden, tüketen bozan bir şey değil. Aynı zamanda geliştiren, yeni imkânlar sağlayan, başka bir dünya kurulmasına sebep olduğunu açıkça söyleyebiliriz.

Şiddet algımız nasıl işliyor, ne zaman ve nasıl algılıyoruz?
Şiddeti bütün formlarıyla düşünürsek, psikolojinin aslında daha direkt kavramları var. Bu nitelikleri ayırt ediyor. İhmal diyor, kötüye kullanım diyor veya travma diyor; bunu duygusal veya fiziksel travma diye kendi içinde ayırıveriyor. Böyle olunca bunu ayırt etmek daha kolay. Herhangi bir cinsel tacize, cinsel kötüye kullanıma uğrama olasılığınız bütün toplumsal katmanlarda var olmakla beraber, alt sosyoekonomik katmanda olduğunuzda ister aile içinden, ister dışardan şiddet görme olasılığı artıyor. Aslında bireysel şiddet hepimizin az çok tanıdık olduğu bir şey. Her katmanda insanlar, herhangi bir siyasal veya toplumsal şiddete açık. Ama bu ortalamadaki farklılık gibi…

Olasılığı arttırma alanında alt sosyoekonomik düzey birçok açıdan risk faktörüdür. Her bir insanda aynı etkiyi yapmaz ama biz ortalamadan bahsedebiliriz. Toplumsal katmanlarda ekonomik eşitsizliğin olduğu, fakirin paylaşımdaki adaletsizliği gördüğü, bunu ağır yaşadığı atmosfer ortalamada negatif etkilenir.
Bu görme biçiminde olağan şiddet, psikolojik şiddet gibi tanımlar var mı?
İnsanlar düşünme biçimlerinde karşılaştırmalardan etkilenir. Eğer hepimiz beraber, yoklukta eşitsek açık bir uçurum yoksa, yaşam standardı aşağı yukarı birbirine yakınsa insanlar genel hali daha kolay kabullenir. Ama kendi yaşadığı ile gördüğü arasında uçurumlar olursa bu ek psikolojik yük getirir. Sosyal düzeyin, adaletin, ekonomik eşitliğin olmadığı, gelir düzeyinin çok çok farklı olduğu bir ortam her açıdan risk faktörüdür. Özellikle ruh sağlığı açısından sosyal adalete ihtiyacımız var.

Aidiyet duygusunun birey ve toplum için ne önemi var?
Toplumsal kimliğin konuşulması büyük oranda aidiyetler üzerinden olur. Psikolojide aidiyete en yakın kavram, bağlanma (attachment) olabilir. Ruh sağlığının yerinde olmasının en temel şartlarından biri. Erken dönem çocuklukta anneye, ilerleyen zamanlarda aileye, arkadaşa, kardeşlerimize bağlanırız. Daha sonra toplumsal gruplarımıza bağlanırız.

Sıklıkla aidiyet duyduğumuz şeye karşı daha pozitif düşünürüz. Bağlandığımız şey için harekete geçme kapasitemiz her zaman vardır. Ardından onu savunma gerekliliği gelir, kişi etnik grubuna bağlandığında o grubun başına gelen şeyi kendi başına gelmiş gibi algılar ve yaşar. Etnik kimlikleri için ölmeyi ve öldürmeyi göze alabilenlerin, ısrarlı şekilde devam edebilmesi büyük oranda bu aidiyet duygusuna bağlıdır.
Bu noktada aidiyet-bağlılık duygusunun ayarının kaçtığı bir yer var, diyebilir miyiz?
Diyemeyiz, insan aidiyet duyan bir varlıktır. Bireylerde veya toplumsal gruplarda uca gidenler olabilir. Bir dönemde özellikle toplumsal kimliğini tehlike altında gören biri, normalden daha fazla aidiyet ve bağlılıkduyumları yaşar. Ait oldukları şeye karşı bir saldırı olduğunu anlarsa aidiyetinin üzerinde daha fazla durur, daha fazla sorumluluk duyar, daha fazla vurgular.

Gelelim Türkiye’deki aidiyet durumlarına, nasıl yorumlarsınız?
Türkiye’de yaşayan bütün insanların tek bir şeye aidiyetinden mi bahsedeceğiz yoksa Türkiye yaşayan insanların kendi gruplarına olan aidiyetinden mi? Toplumsal aidiyetin artması-azalması veya toplumsal bağlılığın artması-azalmasına, değişen insanların ortalamasının bu memlekete aidiyet duyması meselesine bakabiliriz, Bu milliyetçilikle ilintili bir şey ama aynı zamanda milliyetçilikten farklı, daha soft bir şey. Kavramsal çerçevesi çıkmış, ideolojik hale getirilmekten ziyade daha parça duygular halinde yaşanan, daha kalıcı bir olgu. Meselâ bu topraklara karşı bir bağlılık hissetme: Bağlılık hissettiğiniz şey nedir, yeniden güçlü bir ülke olmaya özlem duyma, tarih sahnesinde daha etkili bir özne olmayı istemek gibi… Bu anlamda bağlandıkları topraklarda bir güçlenme olduğu söylenebilir.

Bir yandan da Türkiye de değişik toplumsal bağlılık grupları var. Bu grupların kendi içinde bir grup bağlanması var. Mesela Kürtler ve ‘Kürt Sorunu’ olarak baktığımızda, Diyarbakır’daki ortalama bir Kürt gencinin iki bağlanma süreci yaşaması gerekiyor. Yaşadığı bireysel anlamdaki bağlılığı ayrı; bir kendi Kürt grubuna, kendi dilini kullandığı kişiler üzerine bağlanma hissetmesi gerekiyor. İki, aynı zamanda Türkiye’nin kalanıyla beraber, ülkenin tümüne birden bir bağlanma gerekiyor. Muhtemelen gelecekte ana şeyi belirleyen bu duygu olacak. Bu ikili bağlanma şekli tüm etnik gruplar için geçerli elbette.
Herhangi bir etnik gruba ait bireyin ikili bir aidiyet-bağlanma gerçekleştirmesi acaba mümkün mü? Meselâ kürt kimliğini benimserken aynı zamanda bir Türkiyeli olabilir, eşit düzeyde bir duygusal bağla aidiyet yaşayabilir mi? Bu nasıl bir şey; Türkiye’nin başına bir şey geldiğinde Kürt gencinin canı yanıyor, refleks gösteriyor, kendisini o akışın bir parçası görebiliyorsa aidiyeti yaşıyor demektir. Ama kendini Türkiye’li değil sadece Kürtlerin etnik grubundan biri gibi görüyor, hatta karşıt oturuyorsa bu işleri değiştiren bir şey.
Devletin böyle bir aidiyet duygusu var mı, olur mu, olmalı mı?

Devletle ilgili bir şey söyleyeceksek daha başka kavramları kullanabiliriz. Acaba bir devletin bir düşünme biçimi var mı? Nasıl insanlarda bir akil olmayı kullanıyoruz; filan kişi, yönetici, falanca baba çok akil bir insandır deriz. Acaba devletleri tanımlamak için de, kullanabilir miyiz, meselâ bir devlete akil, diyebilir miyiz? Bir devlet zorba olabilir, otoriter olabilir ya da bir devlet vatandaşlarıyla bütünleşen bir devlet de olabilir.

Tabii devlet deyince tekil bir canlıdan bahsedemiyoruz. Daha çok dişlileri, çarkları olan bir makine ama bunun bir ruhu var. Bir takım felsefeleri, gelenekleri var. O yüzden geleneklerinden ve alışkanlıklarından bahsedebiliriz. Devletlerin ruh halleri de değişebilir. Bir devletin erkini yöneten toplam aidiyet bakımından, kendine güven veya güvensizliğinden bahsedebiliriz.

Devlet hali de sonuçta yarışma içinde olduğu dış dünyaya göre davranacak. Devlet kendini güvende de hissedebilir, tehlikede de hissedebilir. Nasıl herhangi bir canlı, varlığını tehlikede gördüğünde korumak için mücadele eder, gerektiğinde öldürme davranışına girerse devlet de varlığını tehlikede düşündüğünde kontrolsüz bir güç çıkabilir. Devletlerin her zaman şüpheci bir tarafı vardır. Kuralsız uluslararası sistemde devletler, bekalarını sürdürmek konusunda bir sürekli anksiyete-endişe içindedirler. O yüzden de gerçekçi olmayan, abartılı tehdit algılamalarına çok kolay geçebilir. Bunda da bir insandaki acımasızlıktan, vicdandan daha bağımsız "gereği yapıla" türünden bir yaklaşımla çok acımasız işlere kalkışabilir.  O yüzden devlet, vicdanı olan tekil şahıslara göre zulmü çok daha kolay işlemeye yatkın bir mekanizmadır. Ağır toplumsal şiddet uygulayabilir ve bunu da bekası için yaptığı gerekçesine çok kolay sığınabilir.
Toplum mühendisliği kavramı 28 Şubat döneminde öne çıktı. Artık biliyoruz ki açık ya da gizlice hep bir mühendislik çalışması var: Sokaktaki insana nasıl yansıyor?

Toplum mühendisliğinin birkaç boyutu var, toplum mühendisliğini yapan özneler, kimler yapıyor? Toplum mühendisliği yapan kişilerin bunu yapabilecek kapasitesinin olup olmadığı ve kapasiteniz ne olursa olsun, sosyal çevrede sebep-sonuç ilişkisinde belirleyebileceğimiz düzeyde bir sonuç ortaya çıkıyor mu?
Bütün sosyal, siyasi, aktörler bir şekilde toplumsal düzeyde mühendislik yapmaya çalışırlar. Ama kavramın daha çok kullanıldığı yer egemen olanın yaptığıdır. Türkiye’de bunu daha çok küçük bir toplumsal kesimin egemenliğini devam ettirmek için, biraz da çete usulleriyle yaptığı müdahaleler olarak algılıyoruz. Bu anlamda baktığımızda başkaları da farklı bir zihinle toplum mühendisliği yapabilir. Fakat toplum mühendisliği yapmak çok büyük bir kapasite ister. Üstelik bir artı ikinci faktör üç etmez.

Buna rağmen topluma yönelik hiçbir siyaset üretilemez mi? Eğer, çıktılarınızı dar tutar "Bunu yaptım, bunu elde edeceğim. Şu toplumsal grubu böyle yapacağım." gibi bir hesap kitap yapılırsa bunları elde etmek gerçekten zor olabilir. Ama bence en önemli şey, Türkiye’de toplum mühendisliği yapanların sosyal zekâsı yok. Becerileri de yok. Yaptıkları işlerde derin akıl yok bir kere. Niye parlak bir şey çıkmıyor; Çünkü üç beş çeteden, basit illegal birimlerden oluşan mekanizmalar üzerinden yürüyor. Aslında herhangi bir sosyal mühendislik yapabilecek kapasiteleri de meşruiyetleri de yok. Ülkede adam gibi bir sosyal mühendislik hali olduğu kanaatinde değilim.

Toplumsal tepki nasıl olur peki, yankısını bulur mu?
Tabii ki, diyelim siz ne yaparsınız, başörtüsü yasağı koyup belli bir toplumsal kimlik grubunu aşağı itmeye çalışırsınız.  Geri teper, teptiğini hep birlikte gördük. Bunu yapan kafalar, küçük kafalar. Bu kadar basit…
Sükûneti kaybettik, diyorsunuz bir yerde. Toplumsal sükûnet mümkün mü?

Uzun süredir peşinde olduğum sorulardan bir tanesi. İnsanların bireysel psikolojilerinden bahsediyorsak, güvenmesi-güvenmemesi, iç çatışmaları, sükûnet içinde veya mutlu olup olmaması… Bütün bunlar nasıl bireyler için geçerliyse acaba bir ülkenin psikolojisi için de geçerli olur mu? Benim kanaatim olur. Olur derken söyle düşünmek lâzım: Sonuçta tek tek insanlar daha büyük bir sosyal çevrede yaşarlar. Eğer o topluluğun hemen hemen hepsini etkileyebilecek güçte dış etkenler olursa ortalama psikolojisini (bireylerde farklı etkiler olmakla beraber), ortalama tepkisini bir yere doğru yönlendirebilir. Örneğin bir şekilde toplum savaş altına girdi veya bir zafer kazandı. Ekonomik bir bolluğa ya da bir çöküntüye girdi. Bunun yarattığı yeni sosyal atmosferde soluk alan bireyler veya küçük gruplar yeni bir hale geçerler. Toplumsal grupların kendine güveninin, mutluluğunun ortalamasında tarihsel dönem içersinde değişkenlikler olabilir. Büyük grupların da bu anlamda aslında psikolojileri olur. Kendimize güven, tarihin belli bir döneminde başka, değişik bir döneminde daha başka türlü çıkar. Bizim halimiz nicedir? Bir toplumun baskın olan psikolojisine kendine güven açısından nasıl bakarız?

Sevdiğim örnek üzerinden söyleyeyim size; diyelim ki 16. yüzyılda Kapalı Çarşı’da bir esnafsınız hem dininize, hem ekonominize, hem devletinize güveniniz iyidir, tamdır. Niye, ekonomik, askeri ve siyasi güç olarak İstanbul dünyanın en büyük şehirlerinden biridir. Ama Kapalı Çarşı’daki aynı esnafın 19. yüzyıldaki torunlarının ne devletine, ne dinine ne ticaretine güveni kalmıştır. Soru şu 2012 yılında bu toplumun kendine güveni ne düzeyde? Toplumsal güvenin günlük düzeylerinde geleceğe dönük, ürkek de olsa pozitif yönde bir artış gözlemliyorum. Kendilerini pasif edilgen bir varlık olarak görmekten ziyade artık aktif, özne olabilen, özne olmayı talep edebileceği toplumsal düzenin kurulmasını da isteyen; bu anlamda daha fedakâr ve beklentisi yüksek, yapabilme gücüne inanan bir topluluk var. Bu henüz toplumun tamamında oturmuş bir şey değil. Ama genel itibariyle pozitif bir yükselişin olduğu kanaatindeyim.

Toplumsal şizofreni, toplumsal paranoya, toplumsal kaygı bozukluğu hepsi var. Peki ya toplumsal iyileşme?
Şimdi toplumsal iyilik tabirinde bir takım sosyodemografik faktörler var. Makul düzeydeki ekonomik sorunu çözeceksin, makul düzeyde işsizliği azaltacaksın. Fakirlik iyi bir şey değil, çok zenginliğin iyi bir şey olmadığı gibi… Doğal ihtiyaçları karşılayan bir sistem lâzım. Çünkü işsizlik ruh sağlığını bozan en önemli şey. O yüzden temel kuralların düzelmesi lâzım. İki, ulusal çatışma unsurlarının azalması lâzım. Yani kimlik grupları, içerisinde bir iç çatışma yaşanıyorsa o toplumsal düzeyde ekonomik düzey iyi olsa bile bir tansiyon olur.

Toplumsal iyileşmenin sosyal, psikolojik belli şartları var mı, kendiliğinden mi gerçekleşir?
Devletin içerde düzeni sağlayabilmesi, toplumsal düzeyde var olan kimlikleri bir şekilde beraber yaşatma becerisini göstermesi gerekiyor. Türkiye’de diyelim ki dindarlardan oluşan bir toplumsal kimlik grubu var, Kürt kimliğini baskın hale getiren var, Türk kimliğini bir numaralı unsur haline getiren var, Alevi kimliğini öne çıkaran var. Şimdi bunlar Türkiye’nin tarihsel kökenleri de olan gerçek toplumsal kimlik grupları. Şimdi bu toplumsal kimlik gruplarını yok edebilmek mümkün değil.

Devletin şu ana kadarki o basit aklı, bir azınlık üzerinden meşruiyet kurup diğerlerini kontrol etmek, bazen bir toplumsal grupla diğerini karşı karşıya getirmek şeklinde. Eğer akil bir devlet olacaksa karşıtlık oluşturmaktan vazgeçip kurumsal kimlik taleplerini meşru, makul düzeyde karşılayarak bu toprakların geneli için güçlü bir iç uyumu sağlayan bir sistem kurması lâzım. O zaman Türkiye’deki gerilimi azaltan bir unsur haline gelir. Türkiye’deki kimliksel grupların özellikle devlet üzerinden olan çatışması toplumsal psikolojiyi derinden etkiliyor gibi görünüyor.

Bazı devletler bu uyumu daha kolay sağlıyor gibi görünüyor. Mesela en son Almanya’da art arda, ‘Alman derin devleti’nin de desteklediği, uzun yıllar içten gizlenen ırkçı saldırılarda Müslümanların öldüğünü biliyoruz. Açığa çıktıktan sonra Merkel basit bir şey yaptı. Kendisi de aslında çok milliyetçi bir çizgide olmasına rağmen, devlet aklı o iletişimi kurmasını sağladı. Gerilimi azaltıcı bir törenle acı paylaşıldı ve tüm Türk toplumu da buna basın aracılığıyla şahit oldu. Açık bir duygusal iletişim sağlandı. Devlet üzerinde bir leke haline gelebilecek olayın gücünü azaltabildi. Devlet aklı denen şey burada gözüküyor.

PROF. DR. MEDAİM YANIK:
2000-2005 yılları arasında Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı yaptı. 2005 yılında Ruh Sağlığı ve Hastalıkları alanında doçent oldu.
2005–2009 yılları arasında Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde başhekim ve klinik şefi olarak görev yaptı. Bu dönemde "ruh sağlığı hastanelerinin iyileştirilmesi", "ruh sağlığı eylem plânı"nın yazılması, "toplum psikiyatrisi modeli"ne geçilmesi ve "psikiyatri hastanesi mimarisi" konularında çalıştı. Psikiyatri asistanlarının eğitimi için hazırlanan "Psikiyatri Eğitimi Asistan Kılavuzu" projesinin editörlüğünü yaptı.
Uluslararası dergilerde 20, ulusal dergilerde 19 adet makalesi ve çok sayıda bilimsel kongre sunumu var. Prof. Dr. Medaim Yanık halen İstanbul Şehir Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı.

dünyabülteni.net