Şerif Turgut: “Bosna’nın hüznü ve büyüsü”

Olaylar
Emine Şeceroviç’in Röportajı Saraybosna kuşatmasının 20. yıl dönümünde, Bosna’nın gazetesi olan Oslobodjenje için, Türkiye’nin ilk kadın savaş muhabiri Şerif Turgut ile söyleşi yaptı...
EMOJİLE

Emine Şeceroviç’in Röportajı

Saraybosna kuşatmasının 20. yıl dönümünde, Bosna’nın gazetesi olan Oslobodjenje için, Türkiye’nin ilk kadın savaş muhabiri Şerif Turgut ile söyleşi yaptım. Bosna Hersek savaşı döneminde, kendi isteğiyle serbest muhabir olarak gittiği Bosna’da kaldı ve savaşı Bosna halkıyla birlikte yaşayıp, haberleriyle dünyaya duyurmaya çalıştı.

Saraybosna’da 6. Nisan’da düzenlenecek olan ‘’Savaşta ve barışta medya’’ adlı konferansa katılacak olan konuklardan biri de sizsiniz. Böyle bir sebeple tekrar Bosna’ya gitmek nasıl bir duygu? Diğer savaş muhabirleriyle buluşacağınız için neler hissediyorsunuz?
Sürekli farklı coğrafyalarda ve kültürlerde yaşamanın da etkisiyle normalde çok fazla aidiyet hissi olan biri değilim. Her yerde kendimi biraz yerel biraz da yabancı hissederim. Ancak Bosna’ya her gidişim eve dönüş gibi olduğundan çok heyecanlanıyorum, ruhumun eksik yerinin tamamlandığını hissediyorum. Kuşatma dönemi birlikte çalışan gazeteciler aile gibi olduğumuzdan sıkı dostluğumuz bugün de devam ediyor. Hepsiyle aynı an da ve de Sarajevo’da buluşacak olmak ta rüya gibi.

Türkiye’de güvende olmak varken neden savaş muhabiri olmayı seçtiniz? Bu kararı nasıl verdiniz?
Savaş muhabiri olmak gibi bir hayalim yoktu. Omarska kampı’nın fotoğraflarını görüp çok etkilenmiştim. Ve evet, savaşa erkek muhabirleri gönderiyorlardı, o da birkaç gün ya da haftalığına. Artı henüz genç ve tecrübesizdim. 10 günlüğüne kendi tercihimle serbest muhabir olarak gittim Bosna’ya. Gidiş o gidiş. Gördüklerimin dehşeti karşısında hayatım, kişiliğim, dünyaya bakış açım, her şeyim tümden değişti ve kaldım. O gündür bu gündür de o savaş bölgesinden bu çatışma bölgesine savrulup duruyorum. O travmayı bir kez yaşadınız mı geri dönüşü zor bir durum. Ne öleceğinizi düşünüyorsunuz ne de hayatınızı önemsiyorsunuz.

Bosna’ya geldiğinizde ilk izlenimiz ne oldu? Savaş çabuk sonlanır diye düşündünüz mü?
Her şey korkunçtu. Yok “bu kadar da olmaz” denilen her şey Bosna’da yaşanıyordu ve dehşete kapılmıştım. O zamanlar hala “insanlık” tabirine inandığımdan yok diyordum, daha fazlasına artık müsaade etmezler. Ama uzun sürmedi bu duygum. Safari’ye çıkanlar için bile “av kuralları” koyan dünya, Bosna’daki insan avcılarına her türlü serbestliği tanıdığı gibi silah desteği de sağlıyordu. Bosna’da gördüklerimden sonra “batı demokrasisi”, “insan hakları”, “Avrupa medeniyeti”, “uluslararası kanunlar”, “Müslüman kardeşliği” ve daha birçok tanımın yalnızca gerektiğinde uluslararası oyunlar için kullanılan içi boşaltılmış kavramlar olduğunu, bu tür palavralara çoğu zaman dikkatli yaklaşmak gereğini öğrendim.

Bosna’da geçirdiğiniz dönemde karşılaştığınız en zor durumlardan bir tanesinden bahsedebilir misiniz?
Bosnalıların direniş ruhu aynı şehirde yaşayan bizlere de bulaşmıştı. Her türlü tehlike ve zorluk, bombalar, keskin nişancılar, gördüğümüz cesetler “haberciliğin” ötesinde bir boyuta taşımıştı çoğumuzu. Güçlü olmaya, güçlü durmaya çalışıyorduk. Ama bazı an’lar var insan hayatında ki sanki bütün beyni, vücut hücreleri boşalıveriyor…  Bir sabah yürüyordum Sarajevo’da. Yine önümde kan gölü, üzerine güneş vurmuş… Ve o kan gölünün içinde 3 çocuk parmağı… Cesedi ya da yaralı bedeni kim bilir hangi zorluklarla götürülmüş küçük bir çocuktan sokağın ortasında kan gölü içinde arta kalan 3 parmak… Sanırım “çıldırma noktası” ya da “sıfır noktası”ydı yaşadığım, uzun süre kendime gelemedim ve o günden sonra başkalaştım.

Gazeteciliği en zor haliyle yaptınız. O dönemde dış medya Bosna halkının sesini duyurmak için önemliydi. Sizce ne kadar etkili olabildi? Dış basın yeterince ve doğru bir şekilde Bosna savaşını duyurmaya çalıştı mı?
O günün medyası, o günün teknolojisiyle (henüz email ve cep telefonu yok) çok ta kötü bir sınav vermedi sanırım. Hatta çoğumuz, çoğu zaman başta kendi ülke yetkililerimizin etkisizliğine karşı, özellikle de tepkisiz uluslararası kuruluşlara en ağır sözcüklerle eleştiriler getiriyorduk. Yüzde yüz olmasa da Bosna’dan tek ses verdiğimiz dış dünyayı zorlamaya çalıştığımız anlar çok oldu. Ama yeterli olmadı ki katliamlar yıllar yılı sürdü. Her gazeteci böyle mi düşünüyordu, cevabım hayır…bambaşka amaç ve sıfatlarla da görev yapanlar oldu. Ancak çoğumuz artık Bosnalılaşmıştık. Hatta içimizden “bırakalım bu gazeteciliği, pek işe yaramıyor, Bosna ordusuna katılalım” düşüncesini kafasından geçirenler dahi oldu o dönemde.

Türkiye medyası o dönemde Bosna savaşına ne kadar önem veriyordu? Yaptığınız haberlere Türk halkı kulak veriyor muydu?
Türkiye’de halk çok duyarlıydı. Artı, Türkiye’de Bosna’dakinden fazla Boşnak kökenli insan yaşıyor. Kurumlar içinde de güçlüler. Kendi kulaklarımla duymadım ama Demirel’in bir Nato toplantısında “bir şeyler yapın, artık ordumu kontrol edemiyorum” dediği söylenir.  Bazı organizasyonlarca çok ta yardım topladı ama ne kadar üzücüdür ki, maalesef bunların çoğu Bosna’ya ulaşmadı, ulaştırılmadı.

Srebrenitsa katliamından sonra da Tuzla’ya gittiniz, kaçabilen şahitlerle konuştunuz. Savaşı takip eden bir gazeteci olarak katliamın olacağını tahmin edebiliyor muydunuz?
Değil tahmin etmek, katliamın olacağını, olduğunu biliyorduk.  Herkes biliyordu hem de birkaç hafta öncesinden. Ama tüm dünya Srebrenica tümden yok edilene kadar 3 maymunu oynadı. Kulakları sağır, gözleri kör oldu.

Srebrenitsa’ya ilk gittiğinizde nasıl bir durumla karşılaştınız?
 İlk kez bir-iki hafta sonra İspanyol gazeteci Miguel Gil Moreno’yla gitmiştik (Bosna’da çalışan en koca yürekli gazetecilerdendi, sonra Sierra Leone’de vuruldu).  Toplu mezarların yanısıra hayatta kalan insan var mı diye bakıyorduk. Sanki elimizden bir şey gelecek ama bir umud işte… bir iş yeri deposunun bodrumunda hala yaşayanlar olduğunu duymuştuk bir şekilde oraya kadar girmeyi başardık… Çok kısa bir zaman öncesine kadar orada kalabalık bir grubun tutulduğuna dair izler yakaladık ama insanları bulamadık. Biz onları ararken Çetnikler bizi buldu, daha fazla iz süremedik. Hiç unutamadığım bir depo vardır ki, hala hatırlayınca “insana” “insanlığa” dair tüm inançlarımı kaybederim. Koca hangar gibi bir yer, içine doldurmuşlar yüzlerce insanı ve dışarıdan taramışlar, bombalamışlar. Duvarlar kafa derileri, kanlı el izleriyle doluydu. Yerlerde de saçlar, dişler.

Yönetim sisteminde olan sorunları da göz önünde bulundurarak Bosna’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Avrupa Birliği, diğer bölge ülkelerini içine alırken, Bosna için süreyi uzun tutarak ayrışmanın daha da kemikleşmesine öncülük etmeye devam ederse hiç te iyi görmüyorum bölgenin geleceğini.  Artı Dayton belki savaşı sonlandırmak için o günün şartlarında yapılabilecek tek anlaşmaydı, ancak uygulamada başarısız, revize edilmekte çok geç kalındı. Evlerinden edilen insanların kaçı geri dönebildi ki?  Ayrıca bu kadar küçük bir ülkede mevcut olan, etnik olarak bölünmüş siyasetçi, yönetici ve bürokrasi enflasyonuyla hiçbir yere gidilmeyeceğini herkes görüyor ama ne yerel ne de uluslararası arenada düzeltmek için ciddi bir çaba yok. Bosna soğuk savaş sonrasının deneme tahtası oldu, bazı batılılar laboratuar der. Boşnak kanı en ucuzuydu. Eğer bugün de deneme tahtası ya da laboratuar olarak kullanılıyorsa herkes bilecek ki kan artık o kadar ucuz değil. Dünya da eski dünya değil.

Savaştan 20 yıl geçti. O günden bugüne Bosna’da en büyük değişim olarak gördüğünüz şey nedir?
Kaybolmayan tek şey Bosna’nın hüznü ve büyüsü. Onun dışında her şey hızla değişiyor sanırım, iyi ve de kötü yönde…