Ricci CHP’ye inandı

Olaylar
Star gazetesinden Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, Ardan Zentürk, Orhan Miroğlu; Yeni Şafak’tan Abdulkadir Selvi, Rasim Özdenören, Ali Saydam, Süleyman Seyfi Öğün; Sabah’tan Engin Ardıç, Haşm...
EMOJİLE

Star gazetesinden Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, Ardan Zentürk, Orhan Miroğlu; Yeni Şafak’tan Abdulkadir Selvi, Rasim Özdenören, Ali Saydam, Süleyman Seyfi Öğün; Sabah’tan Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu; Akşam’dan Vedat Bilgin; Takvim’den Ergün Diler bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Fehmi Koru: Devlet Bahçeli’nin matematik hesabı

MHP lideri Devlet Bahçeli, Hürriyet’ten Şükrü Küçükşahin’e, partisinin cumhurbaşkanı adayıyla ilgili ilk ipucunuverdi.

Gece gündüz bu konu üzerinde düşünüyormuş MHP lideri. Çizerek anlattığı plana göre, Türkiye’de seçmen gerçeği yüzde 64 ve yüzde 36’lık iki üçgenden oluşuyormuş; yapılması gereken, bu iki üçgen içinden en fazla oyu alacak bir aday çıkarmak olmalıymış…

İlginç bir yaklaşım.

Devlet Bahçelidaha önce de ilginç matematik formülleriyle kamuoyu önüne çıkmıştı. Meselâ 2009 yılında yerel seçim adaylarını tanıtırken yaptığı şu hesap: “2009 yılındayız. 2009’un sıfırlarının üzerine çarpı koyun, atın. İki sıfırı kaldırdık. Ne kaldı 29. 11 ile 29’u toplayın ne oldu, 40. Milliyetçi hareketinin 40. yılı. Bunlar tesadüf olamaz…”

Hatırımdan çıkmayan bir hesabıda 6 Aralık 2010’da yapmıştı MHP lideri: “Her ülküdaşıma bir görev düşüyor. Hayatında MHP’ye hiç oy vermemiş ilkokuldaki 5 arkadaşını bulacaksın. Ortaöğretimde 5 arkadaşını bulacaksın. Askerliğinizi yaptığınıza göre 5 asker arkadaşınızı bulacaksın. Mahalleden 5 arkadaşını bulacaksın, sokaktan da 4 arkadaşını bulacaksın. Toplayın 24. 49 milyon seçmen var, bunu 24’e bölerseniz ortaya çıkan rakam ülkücülerin oy temin etmesini gerektiren hane sayısını verir. Demek ki 19 milyon alabilirsek MHPiktidar olur. Bu inandırıcı olmayan bir hesap mı?”

Şimdiki formül, yüzde 64 ve yüzde 36’lık iki kümeden de oy alabilecek biriyle cumhurbaşkanı seçtirme hesabıyla ilgili. Dediği aynen şu: “Bu iki üçgenin içindeki vatandaşın kabulünü görecek bir ismi aday gösterirsek, yüzde 64 ve 36’dan büyük bir bölümü buraya kayar. Peki, bu isim nasıl biri olmalı ki bu tablo gerçekleşsin?”

Öncekileri aklınız almadı diye Bahçeli’nin bu yeni hesabını yabana atmayın. Gerçekten de, yüzde 100’e tamamlanan iki küme içerisinde yer alan seçmenlerin çoğunun oyunu alacak bir aday cumhurbaşkanı seçilecek; hesap doğru yani… “Bu isim nasıl biri olmalı ki, bu tablo gerçekleşsin?” sorusu da bence geçerli…

CHP’ye gidecek, SP’nin kapısını çalacak, Büyük Birlik Partisi’ni ziyareti de ihmal etmeyecekmiş; “Sivil toplum örgütlerini, inanç gruplarını, katkı sağlayacak herkesi ziyaret edeceğim” de demiş Devlet Bahçeli… Ziyaretlerinde diyeceği de şuymuş: “Ortak paydası geniş olan birini ülkemize cumhurbaşkanı yapalım…”

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Bizans dili

1453’te… Yani 561 yıl önce. İstanbul fethedildiğinde… Bizans yıkıldığında ve İstanbul bir İslam devletinin payitahtı haline geldiğinde. 

Başka hiçbir Hıristiyan mabedine dokunulmadığı halde, orası “Fetih sembolü” olarak cami haline getirilmişti.

482 yıl cami olarak kaldı.

İstanbul işgal edildiğinde bile cami olmaktan çıkarılmadı.

1935 yılında müze yapılması söz konusu olduğunda bile tamamının müze olması değil, bir bölümünün müze olması, geriye kalan alanda ibadet edilebilmesi öngörülmüştü.

Ama ne olduysa oldu, “müze hüviyeti” içinde “cami olmaktan çıkarılması” sanki laik Cumhuriyet Türkiyesi’nin Hıristiyan Batı dünyası ile iyi ilişkiler kurabilmesi adına sunulmuş pey akçesi haline getirildi ve o gün bu gündür ibadete kapalı. Ve ibadete açmak, laik Cumhuriyet’ten ödün vermek ve Batı ile ilişkilerin gerginleşmesini göze almak gibi bir mahiyet kazandı.

Orası Ayasofya.

İbadete açılması toplumun yüreğindeki sancı ve hala ülkenin çözemediği bir problem.

Hıristiyan – Yahudi alemi ile “Diyalog” öncelikli bir ilişki kuran Gülen Camiası, “Ayasofya İbadete Açılsın” şeklinde bir kampanya başlatınca, işin önemli bir boyutu HIristiyan dünya ile ilgili olduğu için tabii olarak dikkat çekti. Şaşırtıcı bulundu, anlamlandırmakta zorlanıldı, zamanlamasının mahiyeti çözümlenemedi vs. ama dikkat çekici olduğunda herkes hemfikir oldu.  

Bu arada, “Camia, bundan sonra Hıristiyan dünya ile nasıl bir “Diyalog” kurmayı amaçlıyor?” sorusu gündeme geldi. 

Dünkü yazımın sonuna bir not olarak koydum. Eski milletvekillerimizden Recep Kırış Bey’in hatırlatmaları oldu. Sonra yeniden konuştum Recep Bey ile. İlave olarak dedi ki:

“Camia, madem “Ayasofya açılsın” gibi bir kampanya başlattı, bunu geliştirmek adına, Patrik ile, Papa ile görüşmeler yapılmalı, etkin Avrupa – Amerika medyasına tam sayfa ilanlar verilmeli, Batı’daki lobilerle temas kurulmalı, TÜSİAD vs gibi kuruluşlar bu kampanyaya sahip çıkmalı, ve “İbadete açılma” talebi karşısında ortaya çıkabilecek tepkiler önlenmeli.”

Bunlar da ilginç tavsiyeler.

Kampanya şu anda ne durumda bilemiyorum. Dün Camia medyasında bir suskunluk vardı. Acaba Camia’nın duyargaları, Batı’dan ne tür geri – bildirimler aldı, diye düşünürken Gazeteciler Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil, Ayasofya için açılmış bir kampanyalarının bulunmadığını açıkladı. İlginç. Acaba Twitter kampanyası nasıl oluştu, Bugün onu nasıl haber yaptı ve şimdi kampanya nasıl yok oldu, bunun ardında “Batı’dan gelecek tepki” hesabı var mı, ilginç.

Dün, Ertuğrul Özkök, Batı dünyasında ortaya çıkabilecek muhtemel tepkiyi “İçerden bir Batıcı” olarak en net biçimde verdi. Başlıktaki “Bizans dili” ifadem, Özkök’ün yazısına yansıyan dil için. Yazının başlığı “Hocam, bu söylentiler doğru mu!?” şeklinde.“Hocam” dediği kişi Fethullah Gülen.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ardan Zentürk: Özgürlüklerin Neresindeyiz?

Freedom House raporundan yola çıkarak basın özgürlüğünü tartışıyoruz. Ahmet Altan bile, ortalığa dökülmüş, Dreyfus vak’ası örneklerinden yola çıkarak bir takım manevralar çeviriyor. Genel Yayın Yönetmenliğimakamına cezaevleri dolusu yeni Dreyfus’lar eklemiş bir meslek adamı için hayli cesur bir çıkış. Kendisine Nedim Şener ile Ahmet Şık gereken cevabı vermişler, işin detayına girecek değilim. Ama tartışmayı başlatan isim, kendi bavulunda taşıdıklarına bakmayıp bir de gazetecilerin yüzde 99’unu alçaklıkla suçlayınca, “hayati” gördüğüm bu tartışma dört görme özürlünün bir fili tarif etmesine benziyor haliyle…

Benim ise gözüm, ekonomi sayfalarında kaynayıp giden o haberde…

Sosyal-ekonomik diktatörlük

Haber, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) verilerine dayanıyor. Bu verilerden, mevduat bankalarında 1 milyon TL ve üzeri parası bulunan 65 bin 489 kişinin paralarının toplamının, bankalardaki mevduatın yüzde 52.4’ünü oluşturduğunu öğreniyoruz. Geri kalan 70 milyon insana da yüzde 47.6’sı kalıyor!..

Yani memleketin parasının yarısı, ülke nüfusunun binde 1’inin cebinde!.. Ben iddia etmiyorum, TMSF söylüyor.

Bu tür bir sosyal-ekonomik zeminde bizler hangi özgürlüğü konuşuyoruz? Fakirlik, en ağır insan hakları ihlali ise, ortada konuşulacak ne kalmış? Bu tür bir sosyal-ekonomik yapılanmada basının özgürlüğü nerede şekillenir?

Ekonomik vesayetin tanımı

Mustafa Akyol, dersini iyi çalışıp, Freedom House raporunun detay verilerini bize aktarmış.(Alternatif Freedom House Okuması, STAR, 7 Mayıs 2014) Ortaya çıkan tablo, AK Parti hükümetlerinin, siyasal özgürleşme alanında gereğini yaptığı yönünde… Zaten Freedom House da Türkiye’nin özgürlük notunu bu dönemde yükseltmiş, basın özgürlüğü konusunda ise ciddi bir düşüş sergilemiş. Raporda yaşanılan bu düşüşün Twitter veYoutube gibi ABD’nin çok hassas olduğu sosyal medya kuruluşları üzerinde yaşanılan tartışmalardan kaynaklandığı da belli oluyor.

Rapordan ortaya çıkan tablo, AK Parti’nin “oligarşik vesayetin” siyasal kurumsallaşmasını gerilettiğidir.

Ama “ekonomik oligarşi”nin bize dayattığı derin eşitsizliği geriletmek için önümüzde hayli zor ve çalkantılı bir süreç olduğunu da kabul etmeliyiz.

Evet, Fehmi Koru’nun sorup bıraktığı yerden (Bu işte bir yanlışlık var, STAR, 6 Mayıs 2014) devam etmekte yarar var: İlan edilen vergi rekortmenleri listesine baktığınızda listede son 12 yılda dikkati çeken bir değişim yoksa, “İstanbul dükalığı”ndan kaynaklanan bu tedirginlik ve “muhalif duruş” acaba neden?..

Oligarşi demokrasi sevmez

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Orhan Miroğlu: Davacılarımdan haberler-2

Son iki yazıda, geçmişe dönüp bakmak zorunda kaldım.. Buna yol açan yegane şey, samimiyetle söylemem gerekirse, Mehmet Altan’ın haddini aşan bir biçimde, hem Kürt siyasetini, hem o siyasete yıllarını vermiş, kardeşleri sokak ortasında infaz edilmiş siyasetçileri bile, bir sömürge valisi edasında suçlaması, bununla da yetinmeyerek Kürtleri, Erdoğan’a bir diktatörlük bahşetmekle itham etmesidir.

Bir oyunu dahi seçimlerde BDP/HDP’den esirgeyen bir hatun, Leyla Zana ‘Erdoğan’a inandığını, bu sorunu isterse ancak onun çözeceğini’ söylediğinde, Zana’yı ‘kendi zeminine ters düşmekle suçlamış’ ve her ne hikmetse bir anda Kürt siyasetinin şevredarı-danışmanı olmuştu..

Şimdi de Mehmet Altan, aynı muameleyi Sırrı Sakık’a çekiyor. Sakık’ın MİT’e teşekkür etmesini eleştiriyor..

***

Geçmişte Kürtlere karşı gerçekleşen, bazıları infazlarla biten bir takım operasyonların faili olan MİT’in, şimdi de içinde Kürt vekillerin de olacağı bir meclis komisyonu tarafından denetlenecek olmasının bir önemi yok Mehmet Altan için..

Devletin,  PKK ve Öcalan için ortaya koyduğu tanıma ve muhatap alma konseptinin, İmralı’da ve Kandil’de, MİT yetkilileri tarafından hayata geçirilmesinin de Altan’a söylediği bir şey yok! O, içindeki Erdoğan nefreti nedeniyle, çözüm sürecine, MİT’in üstlendiği yeni ve tarihi role sevinemiyorsa, Kürtler de sevinmemeli!

Tipik bir sömürgeci aydını davranışı..

AK Parti’ye oy veren Kürtler, Altan’ın mantığına göre zaten bir diktatöre oy veriyorlar. Minnetsiz ve dolaysız.. Ama bir de BDP’ye oy veren Kürtler var. Onlar da Erdoğan’la anlaşıp, çözüm süreci diye, anlaşılan Mehmet Altan gibilerinin uykularını kaçıran bir süreci destekledikleri ve Altanlar’ın öngördüğü gibi, Erdoğan’a karşı, barikat savaşlarına girişmedikleri için, diktatörlüğü desteklemiş oluyorlar!.

İnsanın bir savaştan yana olmasının rasyonel ve ahlaki bir yanı olamaz. Ama insan eğer bir savaştan yanaysa o savaş için bedel ödeyebilecek kadar cesur, mert ve vicdan sahibi olmalıdır.

Başkalarının hayatı üzerine savaş çığırtkanlığı yapmak ve bir savaşı desteklemek ahlaksızlıktır!

İnsanın Türkiye’de akan kanı durduran çözüm sürecine karşı olması için, bu ülkede hiç yaşamamış ve Vedat Aydın, Uğur Kaymaz, Uğur Mumcu ve Hrant Dink’e bir damla gözyaşı dökmemiş ve ölen binlerce gerilla ve askere yüreğinde en ufak bir yer açmamış  olması gerekir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvşi: Silinen kayıtların yazılı kararları bulundu

Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığı, TİB’deki hassas bilgilerin yabancı ülkelere aktarıldığı iddiaları üzerine, ‘casusluk soruşturması’ başlattı.

Soruşturma, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun TİB’deki soruşturmasında elde edilen bulgulara dayanıyor.

Bunların başında TİB’deki hassas bilgilerin uydu aracılığıyla başka ülkelere aktarıldığı, daha sonra uyduya çıkış frekanslarının silinmesi geliyor.

5 Mart tarihinde Yeni Şafak ve Star Gazetelerinde, ‘TİB’deki kayıtları önce çaldılar, sonra sildiler’ başlığıyla verilen haberde, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun TİB’de yaptığı incelemelerdeki tespitler yer alıyordu. 2012 yılı öncesi dinleme kayıtlarının silindiği, bu işlemin kimler tarafından yapıldığının tespit edilmemesi için, ‘log’ kayıtlarının da silindiği bilgisine yer verilmişti.

Bu işleri ancak sistemi çok iyi bilen içeriden isimler yapabilir.

Star’da değerli meslektaşım Mustafa Kartoğlu’nun, Yeni Şafak’taki haberde ise benim imzam vardı

Haberimizde, ‘TİB binasında 3 uydunun internet anteni(Çanak) tespit edildi. Bunlardan birinin yabancı uyduya dönük olduğu anlaşılınca üçü de devre dışı bırakıldı’ bilgisi yer alıyordu.

Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun soruşturmasının bir aşamasından sonra Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığı harekete geçerek, casusluk soruşturması açtı.

Haberde ismi yer almamasına rağmen, TİB eski Başkanı’nın çıkardığı sansür kararını tartışmaya dahi gerek duymuyorum.

Yeni Şafak zaten hak ettiği şekilde, hukuk tarihine yüz karası olarak geçecek sansür kararını manşetten haber olarak verdi.

Ben o tartışmaya girmek yerine, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun TİB’deki incelemeleri ışığında bazı tespitleri paylaşmak istiyorum.

Bunların başında ise, insanların, isimlerini ve telefon numaralarını belirtmeye gerek duymadan ‘IMEI’ (Uluslararası Mobil Cihaz Kodu) numaraları üzerinden dinleme kararları alınarak, insanlar adli dinleme kapsamına alınmış.

Adli dinlemenin mahkemelerde delil olarak kabul edilen dinleme olduğunu belirtmeme bilmem gerek var mı?

Bir IMEI numarasıyla dinleme kararı alınmış, bu tekrar tekrar uzatılmış insanlar terör örgütü ya da bir çıkar örgütü üyesi ya da yöneticisi suçlamasıyla yıllarca dinlenilmiş.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Rasin Özdenören: Türkiye’de demokrasi mümkün mü?

Ali Bayramoğlu 06.05.2014 tarihli yazısında (Yeni Şafak) şu ilgi çekici soruyu ortaya koyuyor: ‘Türkiye’de demokrasi var mı, yok mu?’

Biz bu soruyu, yıllardır Türkiye’de demokrasi mümkün mü, değil mi formunda sormayı deniyoruz. Daha da özelde soruyu şöyle koymak gerekiyor: Türkiye demokrasinin neresinde, demokrasi İslam’ın neresinde? (Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, İz Y.). Bu sorunun bir öncesinde ise Türkiye’de doğru düşünmek mümkün mü, sorusu yer alır.

Bu satırların yazarının yıllardır kendisine dert ettiği konuların başında gelir bu sorular.

Bayramoğlu, kendi sorusunun cevabını iki farklı düzlemde ele alıyor. Birincisi toplumsal düzlem: Bu açıdan bakıldığında son 11 yılda gözle görülür nitelikte mesafeler kat edildiğini belirtiyor. İkinci okuma biçiminiyse, olayı ülkede gelenekleşmiş ‘hâkim yönetim tarzı’yla, buna ilişkin ‘normatif değerler’le ve ‘kurumlaşma düzeyi’ ile ilişkilendirerek değerlendiriyor. Bu açıdan bakıldığında şu mülahazayı ileri sürüyor: ülkenin, özellikle AK Parti’nin siyaset tarzı temel olarak ataerkildir. Ataerkil siyaset tarzı kurumsallaşma yerine şahsileşmeyi, liyakat yerine sadakati öngörür. Bu çerçevede hükümranlık aracı olan siyaset, kendi dışında hiçbir alana özerklik bırakmaz: basına, iletişime, kültüre, hiç bir alana… Ekonomiden yönetime cemaatçi değerlerin yönlendirdiği yolsuzluklara da zemin hazırlayan enformel ilişkilerin yoğun olduğu bir siyaset yürürlükte olur.

Bayramoğlu’nun değerlendirmelerine katılıyoruz. Ancak onun belirttiği antidemokratik uygulamalar Ak Parti hükümetinin icadı değildir. Ak Parti, bahsi geçen düzenin içine -içinde- doğmuş bir kurumdur. Ak Parti hükümetleri bu alanda (demokrasi) gene de en iyisini yapmayı denemiştir.

Türkiye’nin demokratikleşmesi bu ülkenin tarihsel toplumsal yapısı ile ilgilidir. Demokrasi sınıflı/sınıfçı, ayrımcı/ayrılıkçı, köleli/köleci, sömürücü/sömürgeci bir toplumsal/siyasal yapının ürünüdür. Bu itibarla bu özellikleri taşımayan toplumların Batı Avrupa tarzı bir demokrasiye geçmeleri yapısal olarak imkân dışıdır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Saydam: Putin’den ‘algı operasyonu’…

Rusya, kredi kartı pazarında Amerikan ödeme tekelini kıracak ‘ulusal ödeme sistemi’ dönemini başlatmaya hazırlanıyormuş. Putin ilk işaretleri vermiş; Çin ve Japonya’nın ABD tekelini kırdığını, Rusya’nın da bunu başaracağını söylemiş. Bizim gazetede Orhan Orhun Ünal’ın dünkü haberine göre Putin, bu atakta başarılı olursa Rusya, kendi ödeme sistemine geçecek ve ABD’nin yüzde 85’ine hakim olduğu kredi kartı piyasasında iki yıl içinde 100 milyon kart dağıtılacakmış.

Putin bu atağı neden yapıyor? Çünkü Batı, Ukrayna bağlantılı olarak yaptırım kozlarını ortaya koymaya başladı. Örneğin G-7 ülkeleri Enerji Bakanları toplantısına Rusya dahil edilmemiş. Kara para ile mücadele eden Mali Görev Gücü (FATF) toplantısı da Moskova’da yapılacakken birden adres Paris’e kaymış.

Diğer yandan dünya enerji devlerine ‘Gel gel’ diyen İran’a, yabancı yatırımcılar da besbelli yeşil ışık yakıyor. Tahran’da 19’uncusu düzenlenen Petrol Gaz, Rafineri ve Petrokimya Fuarı’na 32 ülkeden 1800 şirket katılmış.

Katar Doha Metrosu ihalesini 700 firma arasından Türkler’in kazanmasını da tüm bu gelişmeler çerçevesinde düşünecek olursak çok kutuplu dünya düzeninde kartların açık açık oynandığı ve yirminci yüzyıldaki ‘göbekten bağlılık’ hallerinin artık geçerli olmadığını söyleyebiliriz. NATO’ya bağlı bir ülke olarak Çin’den füze almaya kalkışan Türkiye’yi de bu tablo içinde değerlendirmek gerekiyor. Baksanıza, ABD’den en fazla silah satın alan ülkelerden biri olan Suudi Arabistan bile askeri törenlerinden birinde Çin yapımı DF-3 füzelerini sergilemiş. Onlar da savunma sanayi alanında Çin’le temastalar.

Yazının devamını okuamk için tıklayınız

Süleyman Seyfi Öğün: Damak ve beden terörü

Geçenlerde okuduğum bir haber beni uzun zamandır aklımda olan bir konuyu kaleme almak için cesaretlendirdi. Haber şuydu: Türkiye’de insanlar zayıflamak için yılda 5 milyar Amerikan Doları harcıyormuş. Doğrusu haber beni irkiltti. Ama daha beteri, bu haberin çağrışımları üzerinden oldu. ‘Eğer’ dedim kendi kendime, ‘yağları eritmek için 5 milyar dolar gerekiyorsa, onları yapmak için de bir o kadar harcamış olmalıyız’.

Obezite , Baudrillard’a göre, Batı uygarlığının en son ve en umutsuz aşamasıdır. Modern teknoloji, bedensel hareketleri minimize ederek, insanları önce pasifleştirdi. Daha beteri, bizi sonu gelmez can sıkıntılarına soktu. Oturmuş tatminsizin, yemekle, daha doğrusu ‘tıkınma’ ile buluşması zor değildir. Burada tıkınma bir yeme içme eyleminden çok, bir sıkıntının giderilmesi adına yapılan psikolojik bir eylemdir. Psikolojik bir eylem olarak ‘tıkınmak’ genellikle avamın ya da alt orta sınıfların işidir. Obezite ağırlıklı olarak tıkınanlarda ortaya çıkar. Yâni refahın değil, tam tersine ondan uzak düşmenin sonucudur.

Vasatlar aşıldığında ‘yemek, içmek’ çok farklı bir eylem hâline gelir. Burada orta-üstü burjuvaların dünyâsına ulaşıyoruz. Bu dünyâda, yeme–içme işi kutsallaştırılmış bir âyindir. Dolayısıyla uzmanlaşmış bir ruhban sınıfı gerektirir. Önce bu sınıfı bir tanıyalım. Bu ruhban sınıf, üstün ‘yapıcılar'(chef de cuisine) ve ‘üstün tadıcılar'(gurme) olarak iki alt gruba ayrılır ve bunlar asla, asla karşılaşmaz.

Üstün yapıcılar, yemeği, sihir, ya da illüzyon ustalığı ile yaparlar. Yaparken, yaptıklarını kendilerinden çok emin olan bilge insanların tonlamalarıyla anlatmaya özen gösterirler. Araya: ‘Bunu İtalyanlar şu sosla yaparlar, ama ben onu sevmem. Ben bilmemne koymayı tercih ederim’ gibi kendi kaprisli yaratıcılıklarını ilâve etmeye bayılırlar. Kimler yoktur ki bunların aralarında. Bankacılar, CEO’lar, playboylar… Her bir TV kanalına neredeyse 2-3 yemek programı düşer. Eskiden ,’erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer’ denirdi. Bu söz playboy, chef de cuisine erkekler için ‘bir kadını tavlamanın yolu mutfaktan geçer’e dönüştü. Yemek partileri ile cinsel av partilerinin yolu bu dünyâda her zaman olduğundan daha fazla kesişiyor.

Üstün tadıcıların hareket serbestiyeti, üstün yapıcılara göre daha fazladır. Yapıcılar ne yapsın? En fazla bir mutfağa tıkışmak zorundalar. Oysa tadıcılar, ruhban dünyânın ‘seyyahları’dır. İstikâmet, tadılmamış çümbüşlü yerelliklerdir. Yolları Batı’ya ya da Egzotik Doğu’ya doğru gittikçe daha çok tanıtıcı ifâdeler kullanırlar. Burjuvalar bu programları seyreder ve kendilerine ayrıcalık yaratacak bir deneyim için ‘damak ve kursak haritaları’ oluştururlar. Onca masraf, yorgunluk, bir sınıf ‘içi’ içtimada, ‘Meksika’da Acapulco’da acı soslu çöl yılanı sarması yedin mi?’ diyebilmek içindir. Modern seyyahlar bir yeri değil, orada ne yenilip ne içildiğini merak ediyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Beli de elli beş olsun

Edindiğimiz izlenime göre İstanbul sosyetesinin bazı züppeleri Çankaya’ya “şık bir aday” arıyorlarmış… İsmi de “Ruşen” ya da “Kamuran” olsun bari…

Çok iyi briç oynasın, tenis de oynasa fena olmaz.

Futbol gibi iğrenç ayaktakımı sporlarıyla ilgilenmesin.

Avrupa görmüş adam olsun, Fransızca bilsin. Günümüzde Fransızca diplomaside hiç geçerli değil ama zarar yok, o bilsin.

Hani şöyle emekli bir hariciyeci falan, Anadolu Kulübü üyesi…

Canali’den giyinsin.

Turguz Özal Bijan’dan giyindiği için onunla açıkça alay ediliyordu, Recep Tayyip Erdoğan Ray Ban güneş gözlüğü taktığı için küçümsenmişti, bu öyle olmasın. Abdullah Gül’ün eşi Nişantaşı’ndan “kırmızı tabanlı ayakkabı” alınca yerden yere vurulmuştu, buna yapmasınlar. (Çünkü iyi giyinmek sosyete züppelerinin tekelindedir. Halk çocuğu haddini bilmeli, para kazansa bile onların giydiklerini giymeye kalkmamalıdır.) 

Bileğinde Audemars Piguet, ya da Breitling.

Kasımpaşa değil Topağacı taraflarından.

İstanbul sosyetesini “temsil” yeteneği şart zira!

Eh, bu durumda eşi de saçlarını gidip gidip Coiffeur Alexandre’a yaptıracak tabii.

Yemek üstüne mutlaka peynir, kahveyle de mutlaka konyak… Ağır yemeyecek, “nouvelle cuisine” takılacak, icabında Pierre Gagnaire’den tepsiyle getirtiriz.

Mantı falan gibi “banal” yemekleri ağzına sürmeyecek yani.

Şarap seçmeyi de iyi bilecek.

Babası paşa olsun, tornacı falan sosyeteyi bozar. Dedesi de tercihan “Atatürk’ün silah arkadaşlarından” çıkmalı. (Bu memleket halkın değil bürokrasinindir.) 

Uymazsa, yakın zamana kadar Kapalıçarşı’da hazırlop “paşa dede portresi” satıyorlardı, gider bir tane alıp evinin salonuna asar, soranlara anlatırsın…

İstanbul sermayesi ve onun basın uşakları bu kadar mı zavallı durumlara düştüler yahu? Bu kadar mı bulutlarda geziniyorlar?

Dillerinin altındaki baklayı ben size çıkarayım: Aslında “Ümit Boyner” diyecekler ama utanıyorlar.

Hem kadın, hem sosyetik, hem “Gezi’ci”…

O olmazsa kocası da idare eder.

Taksim ayaklanmasından sonra “yeni bir parti kuracak” balonunu uçurmuşlardı…

Oysa, şimdilerde Fethullah’a yazılan eski YDH kaşarları bile buna sıcak bakmıyorlardı. Boyner’in ağzı politikadan yanmıştı, o artık asilere kumanya dağıtmak ve muhtemel ayaklanmalara gazlı bez ve tentürdiyot sağlamak gibi “lojistik destekle” yetiniyordu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ceren Kenar: Suriyeli mülteciler: Avrupa’nın borcunu hatırlatmak…

Ürdün’de Zaatari mülteci kampı yolunda…

“1915’in tam tersi olarak düşün” dedi bir yetkili Türkiye’nin mülteci politikasını anlatırken. “Benim dedemi Türkler öldürdü söylemini duyduk senelerce yurt dışında. Mahcup olduk, utandık. Oysa bu kamplar sayesinde ileride Orta Doğu’da çocuklarımız bambaşka şeyler duyacak. Benim babamı Türkiye kurtardı, benim annem Türkiye’deki mülteci kampında doğdu anıları anlatılacak. Türkçe bilen nesiller Suriye’yi baştan kuracak. Türkiye mülteci kampı standartlarını değiştiren bir ülke olarak hatırlanacak.”

Kolay iş değil. Daha önce böylesi bir mülteci akımı konusunda tecrübesi bulunmayan, onu geçtim 17 Ağustos depreminde kendi halkına yardım konusunda bile sınıfta kalan bir ülkenin, böylesi bir organizasyon kapasitesi geliştirebilmesi tek kelime ile bir başarı. Tüm uluslararası gözlemciler ve medyanın hemfikir olduğu bir gerçekten bahsediyoruz. New York Times tarafından “mükemmel” sıfatı ile tanımlanan, ziyaretçisi olan her diplomatın gördükleri karşısında takdir dışında bir ifade belirtemediği mülteci kamplarından….

Bir yandan ciddi güvenlik riskleri ile uğraşmak, diğer yandan mülteci karşıtlığı pompalayan bir iç muhalefetle mücadele etmek kolay iş değil. İleride şükranla ve saygı ile anılacak emeklerin bugün takdir görmemesinin oluşturduğu burukluk da cabası.

Suriye’ye komşu ülkeler toplantısının 3. durağı Ürdün Zaatari kampı… Kampı gezmemize müsaade edilmiyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres, Ürdün Dışişleri Bakanı Nasır Cudeh, Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, Lübnan Sosyal İşler Bakanı Raşid Derbas, Mısır  Dışişleri Bakan Yardımcısı Hamdi Loza ve Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ortak toplantıdan sonra basın karşısına çıkıyor.

Antonio Guterres Portekiz eski başbakanı. Uluslararası kamuoyunu mülteciler konusunda daha duyarlı olmaya ve bu yükü bölge ülkeleri ile paylaşmaya çağırıyor.

Bu çağrı aslında bir rica değil, özellikle Avrupa kamuoyundan bir lütuf beklentisi de değil. Zira Suriyeli yazar Abud Dandaşi’nin “Türkiye Avrupa’yı büyük bir insani kıyametten kurtardı” başlıklı yazısında belirttiği gibi, Türkiye’nin mülteci meselesindeki tavrı karşısında müteşekkir olması gerekenler sadece Suriyeliler değil.

Eğer şu anda Avrupa ülkeleri Suriye krizini sokaklarında, şehirlerinin merkezlerinde hissetmiyorlarsa, bu Türkiye sayesinde oluyor. Bu mültecilere yaşanabilir ve güvenli bir durak sağlayan Türkiye sayesinde… Eğer Türkiye, sınırlarını bu mültecilere kapatsa veya Türkiye’ye sığınan mültecilerin hayatını kasıtlı olarak zorlaştırsa bu mülteciler ne yapacaktı? Dandaşi’nin sorduğu gibi Akdeniz on binlerce mültecinin Avrupa’ya geçişini engellemeye yeter miydi? Halihazırda kendi göçmen sorununa çare üretememiş, derin ekonomik sorunlar ile boğuşan, radikal sağın yükseldiği bir Avrupa, bugün Suriye meselesi konusundaki bu rahatlığının sebebi ne diye düşünmek lazım değil mi? Bu konuda Türkiye’nin hayati rolünü vurgulamak gerekli değil mi? Türkiye’nin Avrupa ülkeleri olan ilişkilerinde ısrarla Avrupa’nın bu konuda Türkiye’ye borcunu hatırlatmak lazım değil mi?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Muhalif olmak!

Koluna Atatürk dövmesi yaptırmış, üzerine Che tişörtü giymiş delikanlı diyor ki, “Abi benim ruhum muhalif, ne yapayım!” 

Huysuzum, huzursuzum, itiraz etmeyi, karşı çıkmayı severim anlamında söylese bunları, gene iyi!

Oysa bayağı güncel ve siyasi bir kastı var. 

“Daha baştan çoğu şeye muhalif gözle bakamayacağını kabul edip koluna kazıtmış, üzerine giysi yapmışsın” desem, anlamaya niyeti olur mu? Yok!

O sırada aklıma geliyor. 

Hiperaktif tavırları ve hükümete veryansın edişiyle tanınan bir televizyoncu da geçen gün “eleştirel düşünceli, muhalif ruhlu bir adamım” diye caka satmıştı.

“Çok uçuk biriyimdir” demekten ayrı bir keyif alan ama hayatının hiçbir bölümünde konforunu bozup “uçmaya” cesaret edememiş magazin ünlülerini andırıyordu. 

***

Vurgulamaktan bıkmayacağım bir şey var…

Kötü talim terbiyenin iyi sonuçlar doğurması; zihni resmi ezberlere boğan bir milli eğitimin açık fikirli mezunlar çıkarması pek nadirdir.

O yüzden bu ülkede güncel siyasette “muhalefette olmak”la karakteristik biçimde sisteme muhalif olmayı ayırt etmekte zorlanılır.

Şimdi yukarıda anlattığım gence ve tv sunucusuna CHP’nin muhalefette olduğunu fakat özü itibariyle Türkiye’nin en muhafazakâr, en statükocu partisi olduğunu nasıl anlatacaksın!

Beyhude bir çabadır. 

Bizim anlı şanlı mizahçılarımız da öyledir.

Sorarsan, hepsi “radikal muhalif”tir.

Kendi halinde insanlarla alay etmeye, karşı çıktıkları siyasetlerden insanlara sövmeye bayılırlar. Ama sıra statükonun fetişlerini ve “Beyaz Türkler”in en gülünç hallerini resmetmeye geldiğinde sus pus olurlar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Vedat Bilgin: Türkiye’de neler oluyor?

Türkiye’nin başarılarından rahatsız olanlar, her şeyin kötüye gittiğini düşünüp, kendi korku ve vehimleriyle oluşturdukları senaryolar üzerinden, ülkeyi dışarıya şikâyet edenler bilhassa “dışarıda işbirliği içinde bulundukları çevreler” tarafından Türkiye karşıtı bir ses yükseltilince çok mutlu olup “biz dememiş miydik” haklılığı duygusuyla, kendi ruh hallerini yeniden üreten psikolojiyi yaşamaya devam ediyorlar. Böylece, bir nevi kısır döngü sürmüş oluyor. 

Geçtiğimiz günlerde, Amerika’da Soros ve Yahudi finans lobisinin desteğinde faaliyetlerini sürdürdüğü bilinen Freedom House adlı kuruluşun yayımladığı raporda “Türkiye’de basın özgür değil” nitelendirmesinin yapılması da benzeri bir etki bıraktı. Türkiye’nin “yarı resmi aydınlar” korosu, Türkiye hakkında oluşturmaya çalıştıkları imajın dışarıda da “teyit edilmesinden” müthiş bir sevinç duydular, mutlu oldular. 

Eski kafa yeni dünya çelişkisi 

Kısaca mekanizma şöyle işlemektedir. Yıllardır Türkiye’yi yöneten bütün devlet kurumlarına hâkim olan, “devlet iktidarının” politik-ideolojik kadroları, Meclis’te seçim yoluyla “kim hükümet olursa olsun” hep iktidarda kalmışlardır. Bu egemen “iktidar bloku” konumunu Batı’yla kurduğu ilişkilerle tahkim etmiştir. Bunun tersini söylemekte hiç yanlış olmaz. Batı sistemi Türkiye’de yakın işbirliği yaptığı Batıcı-Batı yanlısı bu kadroyu iktidarda tutmak için elinden geleni yapmıştır. Seçim yoluyla, işleyebildiği kadarıyla “demokrasi vasıtasıyla” halkın tercihleri bu kadroyu tehdit ettiği zaman da “NATO’ya- CENTO’ya yani Batı’ya bağlı” müdahale ve darbelerle onlara destek vermiş, bu “iktidar blokunu” sürekli ayakta tutmaya çalışmıştır. 

Peki, şimdi ne oldu? Olan şudur: Türkiye’de halka rağmen oluşmuş bu “iktidar blokunun dayandığı zeminlerde” zelzeleler yaşanmıştır. Hem içeride, üstüne iktidarlarını kurdukları toplumun yapısı değişmiş, hem de dışarıdaki dünyada, “dünya sisteminde” büyük bir dönüşüm ortaya çıkmıştır. 

Nedir bu değişim? Üstünde çok sık durduğum bu meselenin aslında Türkiye’nin yaşadığı “sosyal değişmeler” yatmaktadır. Son 30 yılda Türkiye nüfusunun 25 milyondan fazlasının köylerden şehirlere taşınmıştır. İdari taksimata göre yapılan hesap hatalarını göz önünde bulundurarak, şehirsel fonksiyonların ortaya çıktığı ölçeği kabul ederek, bir tahminde bulunursak bugün yine yaklaşık nüfusun %75’i şehirlerde yaşamaktadır ve üç büyük şehirde yaşayanların oranı toplam nüfusun üçte biri civarındadır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ergün Diler: Ricci CHP’ye inandı

Ricciardone, Fuller, Jeffrey ve Wilson… Hepsinin ortak özellikleri Amerikalı ve Gülen’le dost olmalarıydı… Birçok ABD Büyükelçisi, Türkiye’de önemli işlere imza attı. Ricciardone ise CHP’ye çok umut bağladı

Seçimlerden sonra Amerika’daki dostumuzla irtibatımız koptu! Mesaj da bıraksam, haber de göndersem dönmedi, dönemedi! “Nerelerde acaba?” diye düşünürken önceki gün ortaya çıktı!

Kaybolduğu zaman içerisinde, sanki bana malzeme toplamış!

Bir geldi pir geldi yani!

Washington’u, Beyaz Saray’ı, Pentagon’u çok iyi bilen, PARALEL YAPIYI yakından takip eden, önemli ilişkilerin virajındaki dostum, bizim EMRE üzerinden ulaştı!

Neler anlattı neler!

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone’den, 367 krizine, Fethullah Gülen’in akıbetinden, İran-Türkiye ilişkilerine kadar pek çok bilinmeyeni sıraladı!

Ankara’yı sarsan dinlemelerin kim tarafından nasıl yapıldığını en ince ayrıntılarına kadar aktardı!

En önemli detay ise paralel yapının gelişmesine ve serpilmesine nasıl izin verildiğini anlattığı kısımdı!

İşte hem Ankara’yı, hem Amerika’yı çok iyi bilen BAŞKANLARLA yıllarını geçiren dostumun sorulara verdiği cevaplar!

Ben heyecanlandım! Bakalım sizlere de etki edecek mi?

Peşinen söylüyorum, buradaki bilgiler BAŞKA YERDE yok!

Haydi bakalım! 

 Ankara Büyükelçiniz Ricciardone için ne söylersiniz?

Ricciardone, Abramowitz, Edelman, Fuller, Ross Wilson, James Jeffrey… 

 Evet! Tamamı Ankara’da görev yapmış isimler!

Doğru! En büyük ortak özellikleri ne biliyor musun? 

 Hayır! Nedir? İki noktada birleşirler! Bu saydığım isimlerin ilk ortak noktası hepsinin Amerikalı olması, ikincisi ise şimdi Pensilvanya’da bulunan Fethullah Gülen’le çok yakın ilişki kurmuş olmalarıdır! Çok iyi dostturlar yani! 

 Hepsi mi?

Elbette! Hepsi! 

 Peki Ricciardone’nin inkar ettiği ancak Ankara’da kulaklarda hala çınlayan “Bir imparatorluğun çöküşünü izleyeceksiniz!” sözüne inanmalı mıyız ve nasıl anlamalıyız?

Ricciardone paralel yapının faaliyetlerine dayanarak bunu söyledi!

Benim için sürpriz değil! Yüzde yüz doğrudur! 

Nasıl emin oluyorsunuz?

Yapma! Ricciardone Amerika içinde BAŞKAN OBAMA’dan daha etkili ve güçlüdür! Sakın abarttığımı düşünme! 

Nasıl olur böyle bir şey?

Bak! Obama, Ricciardone’yi Ankara’ya neden göndermek istediğini o gün de bilmiyordu, bugün de bilmiyor! 

Çok şaşırtıcı!

Tabii tabii… ÇOK ÖNEMLİ İKİ İSİM (açıklayamıyorum!) devreye girdi ve Ricciardone kendini Ankara’da buldu!

Obama bütün çalışma arkadaşlarından tepki aldı ancak bu atamayı durduramadı! Durduramazdı da! Onu aşıyordu çünkü! 

 Neden biz Ricciardone’yi çok tartıştık? 

Şunu net olarak belirtmeliyim.

Ricciardone, Türkiye’de çok başarısız oldu. Türkiye Cumhuriyeti’ne atanan en başarısız Amerikalı elçidir. Edelman, Ross Wilson, James Jeffrey, Türkiye’de çok önemli adımlar attılar. O kadar önemli toplantılar yaptılar ki, hala kimse bilmiyor. İsmini saydığım bu üç Büyükelçi’nin yaptıkları zamanla ortaya çıkar ve şaşırırsınız! 

 Olmadı şimdi! Bir örnek şart! 

Örneğin Ross Wilson 2007’de Cumhurbaşkanlığı krizinin ana karakteriydi. Kimseler görmeden, kimseler duymadan bir muhalefet partisinin lideriyle görüştü. O da Meclis’e girmeyerek bir krizin başlamasını sağladı.

Ankara karıştı! Arkada Wilson vardı! Siz bazı rütbeli askerlere mercek tuttunuz!

Ama gerçek bambaşkaydı! 

 O süreçte başka ne oldu?

Wilson görüşmelerini anında Washington’a bildirdi! Bu hareketlerin sonunda Erdoğan’ın kazanacağı notunu da ekledi! Ve bunun altını çizdi! Bush yönetimi, kesinlikle Cumhurbaşkanlığı seçiminde KRİZİ destekledi! Ve geri durmamasını emretti! Köşk krizinden başka sonuçlar bekliyorlardı! Olmadı! Ama Wilson, Ricciardone gibi apranti değildi! 

 Bu kadar başarısız mı gerçekten?

Beni tanıyorsun! Ankara’daki temaslarımı da biliyorsun! Şunu net söylemek istiyorum! Ricciardone’nin attığı her adım, kendisi bilmese de Erdoğan’a bildirildi! Ta en başından beri!

Hataları saymakla bitmez! En önemli hatası CHP’nin iktidar olacağına inanmasıydı! O partinin lideriyle de görüştü çok kez! Bir gün gerçek Wikileaks belgeleri yayınlanırsa, Ricciardone’nin CHP’nin iktidar olacağını yazdığı raporları görürsün. Okursun ve şaşırırsın!

Böyle saçmalık olmaz! Amerikan’nın bir büyükelçisi bu kadar sık ve büyük hata yapamaz! Ama yaptı! 

Görevi bitiyor sanırım yakında!

Evet bitiyor! Atlantic Coincil’de görev alacak. Burada görev almak demek BAŞARISIZLIK konusunda en üst dereceye gelmek demektir! Dünyada saygınlığı olmayan tek Amerikan kuruluşunun Atlantic Council olduğunu herkes bilir… Şimdi o da yaşayarak öğrenecek! 

 Paralel Yapı’ya gelsek artık!

CIA ya da bir başka Amerikan yapısı Türkiye’de 1950’den beri var! Her anlamda var! Cemaatleri desteklemek de işlerinin en önemli parçalarından!

Destek verdikleri yapıların sağlıklı büyümesini ve gelişmesini beklerler…

ERGEN olmayı başaranlara sınırsız destek gelir! Onlar artık başka bir şeydir!

Cemaat dışında başka her şey! Bunun en güzel örneği Fethullah Gülen’dir!

Dini yapılar CIA’ya yakın olur! Bu bir alış-veriştir! Eğer yakın durmazlarsa geleceği olmaz! CIA’ın dünyanın birçok ülkesine ve özellikle İslam ülkelerine sızmasını sağlayan yapı Fethullah Gülen’in cemaati oldu. Bunu CIA da, Cemaat de iyi bilir! İlişkilerindeki ayrıntılar önümüzdeki günlerde daha da çok ortaya çıkar! Bekle biraz! 

 Sana kadar geldiğini bildiğim dinlemeleri kim yaptı peki? Dışişlerini kim dinledi?

Kesin ve net CIA yaptı! Ancak bunları yapabilmesi için kilit noktalarda kendi adamlarının olması gerekiyordu! Paralel Yapı, Türkiye’de devletin en önemli, en kritik noktalarına kadar sızdı! Tek sızamadıkları yer MİT’ti. Çünkü MİT’in içindeki bir yapı, CIA ile beraber çalışıyordu. Cemaat yapısının oraya sızmasına gerek yoktu. Çok istenseydi, emin ol oraya da sızarlardı! Bunu kim engelleyecekti ki! 

 Hakan Fidan ve onun gibiler durdurmaz mıydı?

Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarı olacağını anladıkları anda CIA, Cemaat üzerinden Hakan Fidan’ı hedefe koydu. Aynı anda Başbakan Erdoğan’ı da hedef seçti. Çünkü ülkesi için çalışan bir istihbarat, CIA’nın asla kabul edemeyeceği bir durumdur.

Cemaat de CIA ile aynı düşüncedeydi. 

 Hakan Fidan’a bu nedenle mi “İran ajanı” iftiraları atıldı?

Tabii ki! Bak! Türkiye’de sizler Oslo krizini, 7 Şubat soruşturmasını, Paris’te öldürülen 3 PKK’lı kadını biliyorsunuz! 

 Başka ne var ki?

Tam tamına 12 kriz atlatıldı! 12 büyük saldırı! MİT daha olay başlamadan bunları bertaraf etti! Ama dediğim gibi Türk Devleti dışında bunu sizden bilen olmadı! Ama Amerika’da rahatsız olan çoktu! Ancak üstüne basa basa söylüyorum, DURMAYACAKLAR!

Yeni operasyon için hazırlıklar var. Çok sıkı hem de! Geri çekilmeyecekler!

Paralel yapı, CIA için bitme noktasında.

Yeni bir oluşumla yeni saldırılar gelecek.

Kaldırılıp kenara atılmayı beklemezler!

Yazının devamını okumak için tıklayınız