Paralelin paralelinde olmamak

Olaylar
Yeni Şafak’tan; Leyla İpekçi, Ömer Lekesiz, Taner Korkmaz, Abdulkadir Selvi; Star gazetesinden Taha Özhan, Mustafa Kartoğlu, Ahmet Taşgetiren, Sabah’tan haşmet Babaoğlu, Okan Müderrisoğlu,...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan; Leyla İpekçi, Ömer Lekesiz, Taner Korkmaz, Abdulkadir Selvi; Star gazetesinden Taha Özhan, Mustafa Kartoğlu, Ahmet Taşgetiren, Sabah’tan haşmet Babaoğlu, Okan Müderrisoğlu, Mahmut Övür, Doğu Ergil, Mehmet Barlas; Türkiye gazetesinden Fuat Uğur ve Radikal’den Oral Çalışlar bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Oral Çalışlar: 

Avrupa’nın ‘Erdoğan nefreti’, demokrasi aşkından mı?

Batı’nın Türkiye’ye olan ilgisi, “Ne kadar bizim çizdiğimiz sınırların içinde” noktasından ileri gitmiyor. Eğer Erdoğan, Mısır’daki darbeye göz yumsa ve kabullense, İsrail’in saldırgan siyasetiyle uzlaşsa ve Filistin’de olanlara göz yumsa, ‘basın özgürlüğü’, ‘demokrasi’ gibi konular akıllara bile gelmeyebilirdi. İsrail’in, Gazze’yi insanlık dışı saldırılarla yakıp yıktığı günlerde, Almanya’nın Der Spiegel dergisi, ‘Padişah Erdoğan’ kapağıyla çıktı. Derginin ayrıntılı yorum haberi Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan üzerine kurgulanmış. Basın özgürlüğünü yok etmiş, demokrasiyi ayaklar altına almış, insan haklarını pervasızca çiğnemiş bir lider portresi çiziliyor. Bu kapağı, Almanya’daki Türklere “Ona oy vermeyin” çağrısı olarak da yorumlamak mümkün. Washington’da ve Avrupa’nın önde gelen merkezlerinde bir süreden beri benzer bir yaklaşım var. Oluşturulan ortak kamuoyunun özeti: ‘Erdoğan bir diktatöre dönüştü, halkına zulüm ediyor’ şeklinde. Görmek istedikleri Türkiye Ancak durum çok daha karışık. Erdoğan’ın, zulüm yaptığı halkın oylarıyla son 12 yıldır girdiği bütün seçimleri kazanması bu iddiaların inandırıcılığını zorluyor. Bunu izah ederken, “Türkiye bir plebisiter diktatörlük haline geliyor,” diyorlar ve ekliyorlar: “Yani, diktatörlüğü seçimlere dayanarak kuruyor.” “Esad da seçimleri sürekli kazanmıyor mu?” hatırlatmasını yapıyorlar. Bazı çevreler, iktidarı ve seçimleri kaybetmenin çaresizliği içinde, “Türkiye elden gidiyor” tahlillerini Avrupalı muhabirlerle paylaşıyorlar. Batı merkezlerinin allayıp pullayıp yaygınlaştırdığı bu tezlere malzeme Türkiye’den sağlanıyor. Burada üretilip sonunda buraya servis ediliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Leyla İpekçi; Söz kaderdir’

İmdi deniliyor ki bir cemaat veya içindeki örgüt devlette paralel bir oluşum haline gelip hükümete karşı hareket ediyor. Hükümet de eskiden onlarla işbirliği içinde Ergenekoncuları devletten bertaraf ettiği gibi şimdi de bu cemaatten kurtulmak istiyor. Bu yüzden cemaate iftira atıyor, haksız deliller öne sürüyor vesaire.

İsterdim ki ortada çok ciddi casusluk olayları varken, kriptolu dinlemeler, Aralık darbe girişimleri ve toplumsal barışı sabote etme girişimleri vesaire ortadayken hep birlikte bu yaşananların üzerine gidebilelim. Zan altında olan her kimler ise cemaat için bunu talep etmekten daha samimi ve namuslu bir çıkış yolu olamazdı kuşkusuz. Gelgelelim bunun tam aksini yaşıyoruz, Hakan Fidan olayından beri olduğu gibi bir kez daha. Kripto telefonların dinlenmesi, yabancı devletlere en kritik dönemlerde bilgilerin servis edildiği iddiası, emniyet içinde yapılan hileler, kritik mahkeme kararlarının tartışılırlığı vesaire… Bunların hiçbiri sorgulanmasın, çünkü söz birliği etmişçesine tek nefes ile: Hükümet ve yalakaları tarafından düzenlenen bir algı operasyonu olsun bütün bunlar!

Peki bunca ağır suçu işleyenler kim, bu konuda halis niyetle bir araştırmacı gazetecilik dahi yapılmasın sözgelimi. Ya da Balkan seyahatimde bizzat gençlerden duyduğum ‘Başbakan IŞİD’i destekliyor, ona oy vermeyin’ sözlerini bir lobi faaliyeti şeklinde sarf edenleri de duymamış olalım yine sözgelimi.

Bu ülkede yaşayan ve bölgemizde nasıl bir ateş hattında olduğumuzu az çok fark eden bir vatandaş olarak bir cemaat ile hükümet arasında cereyan ettiği söylenen bu çatışmanın hükümetten ziyade önce net ve kesin bir şekilde devleti ve dolayısıyla vatandaşı hedef aldığını hatırlatma gereği duyuyorum.

Bir an önce zanlıların –ister hükümet içinde ister ce maat içinde olsun- adil bir şekilde yargılanmasını istemek ne kadar basit bir arzu. Ve fakat ne kadar siyasi söylemlere feda ediliyor! Ergenekon’un içinde hepimiz yıllarca soluk aldık, ciddi ve karanlık bir yapılanma olduğuna dair kuşkumuz olamayacak kadar canlı tanıklıklarımız var. Ama bu davalarda bazı delillere sahte delil karıştırılarak suçsuzların ateşe atılmış olmasına dair net tanıklıklar paylaşılıyorsa… (Tıpkı bir başka versiyonu Hanefi Avcı olayında yaşandığı gibi.) Adalet talep etmenin bir tür yalakalık olarak algılanmasına tepki duymak gerekiyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ömer Lekesiz: Paralelin paralelinde olmamak

Ali Bulaç, kendisini ‘bazı konularda açıklamalar yapmaya davet’ ettiğim beş yazımdan hareketle başladığı ‘muhasebe’sinin ilk kısımlarını yazıya döktü, devamını bekliyorum; onun muhasebesine noktayı koyduğu yerden de ben ‘muhasebenin muhasebesine’ başlarım nasip olursa.

Bu yazılı konuşma inşallah hayırlı olur ve umarım ki, İslamcı bir kimlik içinde durulmakla birlikte sıcak olayları zamanında değerlendirme telaşından kaynaklanan tematik farklılaşmaları göz önüne almayanların ya da İslamcılık kimliğinin dışında oldukları için sözün sigasını izlemekten, bağlamını takip etmekten aciz olanların desteksiz itirazları da bu sayede sahih bir mecraya oturur.

Ama bundan önce belirlenmesi zorunlu hale gelen bir husus var ki, onu şimdi yazmalıyım.

Ali Bulaç’ı ‘daha soğukkanlı, daha teennili hareket’ edeceklerini umduğu fakat tam aksine ‘el(ler)ine baltayı alıp savaş meydanına’ daldıklarını gördüğü ‘birçok arkadaş’ından ayrı düşüren (düşündüren) şey nedir?

‘Bölge ve Türkiye çerçevesinde içinden geçmekte olduğumuz süreci doğru anlamaya, doğru analiz edip doğru teşhisler koymaya ve çıkış yolları aramaya ihtiyacımız’ olduğunu söyleyen Ali Bulaç, süreci de ‘Türkiye’nin içine girdiği bir türbülansta yaşanan içeriden destekli uluslararası bir kumpas’ olarak tanımlıyor.

Bu tanım tam da dananın kuyruğunun koptuğu, Ali Bulaç’ın arkadaşlarından ayrı düştüğü ‘esas yer’dir.

Türkiye’nin içine girdiği türbülanstan kasıt Libya, Mısır, Filistin, Suriye, Irak ve İran hattında vuku bulan, kısa vadede bir sonuca ulaşması da henüz mümkün görünmeyen olaylar (ve olacaklar) dizisi ise Ali Bulaç konuyu doğru belirliyor ve bunların doğru anlaşılması, analiz edilmesi, teşhise kavuşturulmasıyla ilgili talebinde de haklı görünüyor.

Türkiye özelinde ise ‘paralel yapı adresli’ olan-bitenleri ve halen olabilecekleri ‘içeriden destekli uluslararası bir kumpas’la ilişkilendirerek Hizmetçilerin yaşadıklarını ve yayabileceklerini bu kumpasın bir işi olarak görüyor.

İşte Ali Bulaç’ı arkadaşlarından ayıran husus budur. O, bu noktada ‘Cemaat’i ‘hedef şaşırtma aracı’, fonksiyonel bahane’ olarak görüp, asıl hedeflenenin ‘dindarların 100 yıllık mücadele sonucunda toplumsal ve kamusal alanlarda kazandıkları her şeylerini ellerinden almak’ olduğuna hükmediyor ve ‘İrticayla mücadele eylem planını hatırlayalım: AK Parti’yi ve Gülen hareketini bitirme planı. Bu ikisi biterse diğer dini gruplar, tarikat ve cemaatler de biter’ şeklinde bir sonuca ulaşıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Taner Korkmaz: Derin Senaryo

Umut Davası duruşmalarının beşincisinde, on sekizi tutuklu yirmi sanıktan birisi olan Ferhan Özmen ilk kez savunmasını yapmıştı.

‘Emniyet’in hazırladığı senaryoda kendisinin ölüm makinesi olarak gösterilmesine’ isyan eden Özmen, 23 Kasım 2000 tarihli duruşmada şunları söylüyordu:

‘Senaryoda, gerçek değil sanal kahramanım! Bu senaryonun gerçekle ilgisine hangi vicdan sahibi inanabilir? Bütün faili meçhul cinayetler bana, Necdet Yüksel’e ve Rüştü Aytufan’a fatura edildi…

Suçsuzluğumu, derin ve büyük bir senaryonun kurbanı seçildiğimi haykırmak istiyorum. Bir gün bütün bu karanlıkların üstü açılacak ve senaryonun utancı gözler önüne serilecek…

Bizden önce de Abdülhamit Çelik ve Yusuf Karakuş katil ilan edildi. Onlara tatbikat yaptırıldı. Onları kimler ve neden katil diye seçti? Alelacele faili meçhul cinayetlere katil siparişi verildi…

Uydurma bir örgüte dönemin tüm faili meçhul cinayetleri yüklendi. Kim inanır buna?’

*

Umut Davası sanıklardan Rüştü Aytufan, Ankara 2 No’lu DGM’deki 7 Eylül 2001 tarihli duruşmada beyan ettiği dilekçesinde şöyle demişti:

‘Halen tutuklu bulunduğum Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nde bir heyetin gelip beni ziyaret edeceği söylendi. Bu heyeti insan hakları kuruluşlarından birisi sandım, görüşme için gerekli evrakı bundan dolayı imzaladım…

6 Eylül 2001’de Cumhuriyet Başsavcısı Ali Turna’nın odasına götürüldüğümde, karşımda ABD Büyükelçiliği’nden güvenlik müsteşarı olduğunu söyleyen kişiler buldum!

Bu kişiler (iki bayan, birisi tercüman iki erkek) tarafından sorgulanmak istendim.

Konumlarını CIA mensubu oldukları yönünde belirginleştiriyorlardı.

İran’a gidip gitmediğim, ABD Büyükelçiliği’nin yerini bilip bilmediğim yönündeki sorularla sorgulanmak istedim. (…)

Dün Başsavcılığa götürüldüm, karşıma ABD Elçiliği’nin güvenlik müsteşarı, CIA mensubu çıktı, yarın neyle karşılaşacağımı nasıl bilebilirim? Bu şekilde cezaevinden alınırsam benim güvenliğimi kim nasıl sağlayacak?

Bugün ABD Büyükelçiliği müsteşarı ve CIA’ce sorgulanmak üzere alınabiliyorsam, yarın da İsrail veya bir başka ülke heyeti tarafından sorguya mı çekileceğim? (…)

Duruşmadan bir gün önce CIA tarafından psikolojik baskı altına alınmam, mahkemenin seyrini dışarıdan etkilemek değil midir?

Birileri benim ceza almamı mı istemektedir? Asıl olan mahkemelerin baskıdan uzak, bağımsız karar vermesi ayrıca benim sanık olarak hiçbir baskı altında kalmadan ifade verebilmem değil midir?’

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Nazif Gürdoğan: İslam dünyası yeni bir Nuh gemisi arıyor

Atlantik’in iki yakasını tutan Amerika ve Avrupa ülkeleri, tarihin derinliklerinden kaynaklanan İslam korkusuyla, Müslüman ülkelerdeki demokrasi hareketlerini sürekli dinamitlediler. Hristiyan Batı dünyasının, İslam dünyasına karşı önyargılı tutumu, Avrupa’daki Müslüman düşmanlığını, Endülüs ve Osmanlı dönemlerindeki boyutlara taşıdı. Bütün dünyada terör islamla, terörist Müslümanla özdeşleştirildi.

Amerika’nın Orta Doğu’nun kalbindeki silahlı gücü İsrail, hukuk ve etik tanımayan savaş stratejileriyle, Orta Doğu’yu dehşet verici bir kan denizine dönüştürdü. Kan denizi, yalnızca İsrail’in değil, bölge ülkeleriyle birlikte, bütün dünyanın geleceğini tehdit ediyor. Filistinliler, Ürdünlüler, Lübnanlılar, Suriyeliler, Iraklılar, Mısırlılar ve Körfez ülkeleri, kendilerini barış adasına taşıyacak, kurtarıcı bir Nuh Gemisi bekliyorlar.

*

Bütün ülkeleriyle İslam dünyası, doğum sancıları mı, ölüm ağrıları mı, ne olduğu tam olarak kestirilemeyen, büyük acılar çekiyor. Doğusu ve Batısıyla kare dünya, savaştan elini çekerek, barışı doğurmasını bir türlü başaramıyor. Barışın savaşa gitmesi yetmiyor, artık savaşın da barışa giderek, ortak bir buluşma ve tartışma platformu oluşturması gerekiyor. Bu platform, İslam dünyasını ‘kan’ yerine, ‘ter’ dökmeye çağıracak, yeni bir Nuh Gemisi olmalıdır.

*

İslam dünyasının olduğu kadar Batı dünyasının da kan denizinden, barış adasına taşıyacak olan yeni Nuh Gemisi ‘Senin dinin sana benim dinim bana’ diyerek, kültürel, siyasal ve ekonomik hayatta, köklü dönüşümlerin yolunu açacak, herkese yer olan, büyük ‘Demokrasi Gemisi’dir. Demokrasi kuramcısı Giovanni Sartori’nin vurguladığı gibi: ‘Tarih, Sisyphus efsanesi gibidir, her kuşak yeniden başlar. Hiç birimiz uygar olarak doğmadık, gerçek doğum tarihimiz sıfır yılıdır.’ Hiçbir ülke demokrat olarak doğmadı. Her ülkenin demokrasicisi kendisiyle başlar. Her ülke kendi demokrasisini kendisi inşa eder.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvi: Yeni anket sonuçları neyi gösteriyor

Cumhurbaşkanını seçmek üzere 5 gün sonra sandık başında olacağız.

Peki nasıl bir tablo bekliyor bizi.

Son kamuoyu araştırmaları eşliğinde bu sorunun cevabını araştırdım.

Sadece sonuçlara değil, ayrıntılı analizlerine ulaştım.

Örneğin muhafazakar kimliği nedeniyle Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday olarak gösterilmesi, İslamcı ve muhafazakar kesimlerden ne kadar oy getirmiş?

Ya da BDP’nin son seçimde aldığı oy oranının üzerine çıkan Selahattin Demirtaş, ulusalcılığı ile ön plana çıkan hangi bölgeden oy almayı başarmış.

Peki kendisini Atatürkçü ve laik olarak tanımlayan kesimlerden Recep Tayyip Erdoğan’a oy akışı olmuş mu?

Kamuoyu araştırmalarından yıllardır yararlandığım ve şimdiye kadar beni hiçbir zaman yanıltmayan iki şirket var. ANAR ve Pollmark.

ANAR tarafından 23-27 Temmuz tarihleri arasında yapılan anket, 2 Ağustos Cumartesi günü Maltepe mitingi öncesinde Başbakan Erdoğan’a sunuldu.

26 ilde 5 bin 265 denek üzerinde gerçekleştirilen ankete göre:

Recep Tayyip Erdoğan 55.7

Ekmeleddin İhsanoğlu 36.4

Selahattin Demirtaş 7.9

Bu sonuçlar neyi gösteriyor? Tüm sonuçlar Başbakan Erdoğan’ın, ilk turda Cumhurbaşkanı seçileceğini işaret ediyor. Kamuoyunu aydınlatma adına ANAR, Pollmark ve Konda gibi güvenilir kamuoyu araştırma şirketlerinin anketlerini paylaşmaya çalışıyorum. Dikkatimi çeken bir nokta var. Son zamanlarda oy oranlarında ciddi bir iniş ya da yükseliş yok. Uzun süredir yatay bir seyir izliyor.

Bu seçmenlerin kararlılığına bağlanıyor. Bunu kutuplaşma olarak okumak da mümkün. Seçmen kararını ne zaman verdi, sorusunu da araştırdım.

Adayların seçim kampanyası 1 ay önce başladı ama asıl seçim kampanyası Gezi ile başladı. Bunu biraz açmak istiyorum. Gezi’yle birlikte, AK Parti seçmenleri ve AK Parti karşıtları şeklinde bir kamplaşma oldu. Seçmen o tarihten bu yana her şeye politik olarak bakıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Taha Özhan: Gülen Grubu ve İsrail

Gülen Grubu’nun İsrail meselesiyle kurduğu ilişki de kendisine özgü. Bu ilişkinin, polisiye kısımlarına dair cesaretli cümleler kurulmasına sebep olan şey, ortalığa saçılmış belgeler veya delillerden çok aldıkları tavırlardır. Grubun İsrail’le ilişkisinden ziyade, İsrail merkezli gelişmelerde nerede durduğu tartışmanın ana belirleyici unsurudur. Hal bu iken, yani basit tavır değişiklikleriyle bile, İsrail tartışmalarında ‘sorunlu bir aktör’ olarak değerlendirilmenin önünü kapatacak adımları bugüne kadar atmak istemediler. 17 Aralık darbe girişimi sonrası, oldukça patavatsız ve sırıtan bir şekilde; İslami imgelere, diskura ve Filistin sorununa medyalarında yer vermeleri de durumu değiştirmemektedir. Zira hem geçmişin bagajından dolayı hem de özellikle liderlik düzeyinde ikna edici ve başı sonu belli bir tavır ortaya çıkmadığı sürece bu durum değişmeyecektir.

Cari durumun alt metnini, Gülen’in, İsrail’in 350 civarında Müslümanı katletmesinden 13 gün sonra, ‘Filistinliler’ için yayınladığı ‘taziye’ mesajında bulmak mümkündür. Öncelikle, mesajın telin değil ‘taziye’ olması bile tek başına, İsrail’e dair yaşadıkları ilginç travmanın ipuçlarını vermektedir. Ama bundan daha önemlisi, taziye mesajına, Amerika’yı atlarken, Erdoğan’ı ‘boş geçmemek’ üzere yerleştirilmiş şu satırlarda gizlidir: ‘Devletler çapında güçsüzlüğümüzün ve dünya dengesinde hiçliğimizin ağırlığını bir kere daha hissediyoruz’. Gülen Grubu’nun siyasal teolojisinin kurucu unsuru olan bu yaklaşım, istikrarlı bir şekilde İsrail meselesinde de nüksetmektedir. Bu ‘devletler çapında güçlü ve dünya dengesinde her şey olan’ İsrail’le ya da başka herhangi bir güçle konuşma dilidir, hatta fıkhıdır. ‘Güçlüyle güçsüzün, hiçlikle her şeyin’ mücadelesi olarak kodlanan bu kavgada, güçsüzlükten ve hiçlikten kurtulmadan dilin ve fıkhın değişmesi mümkün değildir. Ancak Türkiye’deki gibi, ‘güç dengesiyle’ Gülen Grubu’nun kurduğu ilişkinin mahiyetinde bir değişim olursa, farklı bir dil görülebilir. Zira Gülen Grubu’nun, 1980’ler, 1990’lar boyunca ülkede yaşananlar karşısında kullandığı özür dileyici dille, 2014’te geldiği noktanın arasındaki farkı düşünmek açıklayıcı olabilir.

Gülen Grubu’nun İsrail’e dair inşa ettiği dünyanın ve dilin, diğer dinamiğinde İslami hareketlerle kurduğu ilişkiler belirleyici olmuştur. Özellikle Filistin’deki hareketlerin İsrail işgaline karşı silahlı mücadele veriyor olmaları, dolayısıyla da Amerika ile de karşı karşıya gelmeleri, Gülen Grubu’nun tabii olarak sorundan uzak durmasını sağlamıştır. Bir süre sonra ortaya ciddi bir yabancılaşma çıkmıştır. Filistin mücadelesi konusunda, oldukça mesafeli ve soğukkanlı analizler yapan grup, kendi gündemine odaklanmıştır. Amerika’ya göçle birlikte, İsrail meselesi başka bir faza taşınmıştır.

Güçsüz ve hiçliklerin içine gömülmüş Türkiye’den, en güçlü ve her şeye kadir bir dünyaya göçün hikayesidir bu. 1997’de, Amerika dönüşü, şöyle diyordu Gülen: ‘Dünyanın hali hazırdaki durumuyla, şu çerçevesiyle, Amerika da şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar.’ Daha sonra, lideriyle birlikte ana karargahını da Amerika’ya taşıyan grup, sadece ‘güç merkeziyle’ tanışmakla kalmadı. Amerikan siyasi ve ekonomik hayatındaki Yahudi gücüyle de tanışınca, Washington’da yaşanan Amerikan ‘esaretini’ ve kısa devre ‘güç biriktirme metodolojisini’ fark etti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mustafa Kartoğlu: İhsanoğlu’nun Filistin hikayesi ile gerçekler farklı

CHP ve MHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, Filistin’in 29 Kasım 2012’de BM’de ‘devlet’ olarak kabul edilmesini kendine mal etme çabası ters tepti.

İhsanoğlu, “BM’deki oylama öncesi Alp dağlarında kayak yapıyordu” iddiasına cevap verirken, “Filistin’in devlet olarak kabul edilmesini kendisinin sağladığını” öne sürdü ve kendi hikayesini anlattı:

“Ben bunları sağlarken, bir zatı muhterem o gün toplantıya denk geldi. BM salonu, Filistin heyeti başka tarafta, Türk heyeti en sonlarda oturuyor. Bizim sağladığımız oylarla Filistin BM gözlemci üyesi oldu. Alkış kopunca, o zat koşarak aşağı inip Abbas’ı kucaklıyor. Neden, ilk fotoğrafta o çıksın diye…”

‘Nezaketi’ ile tanıtılan İhsanoğlu’nun ‘bir zatı muhterem’ dediği kişi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu!

Yani ‘Eski dostuz’ dediği, 9 yıldır İİT’de kendisine destek veren kişi!

Hikaye de farklıydı.

Oylamadan bir yıl önce 13 Eylül 2011’de, Başbakan Erdoğan, Kahire’deki Arap Birliği toplantısında “BM’de Filistin’i devlet statüsünde göreceğiz” demişti ve bu sözleri dünya gündemine oturmuştu.

O günün gazetelerine bakın:

New York Times: Erdoğan’ın Ortadoğu’daki büyüyen konumu ve nüfuzunu kullanarak İsrail ve ABD’ye meydan okudu.

The Times: Erdoğan İslam dünyasının yeni sesi.

Guardian: Analistler, Erdoğan’ın Türkiye’nin bölgesindeki etkisini artırmayı ve İsrail’i yalnızlaştırmayı amaçladığını düşünüyor.

Financial Times: Kahireliler, “Erdoğan’ın duruşu birçok Arap liderine göre çok daha iyi. Erdoğan liderimiz olsaydı Kudüs’ü kurtarırdık” diyor.

O sırada Davutoğlu, Filistin için ülkelerle görüşmelere başlamıştı bile. Oylama öncesi de New York’ta Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’la ‘oy verecekler, çekimserler, vermeyecekler’ çetelesini tutmuş; üye ülkelerin liderleriyle görüşmüş; son olarak BM Genel Kurulu’na hitap ederek ‘evet’ oyu istemişti.

Yani, ‘toplantıya denk geldiği’ doğru değildi.

Genel Kurul’da Türkiye ve Filistin heyetlerinin uzak olması da ‘tercih’ değil, BM’nin oturma düzeni nedeniyleydi.

Ayrıca Mahmut Abbas’ın “Türkiye’ye ve Türk halkına minnettarız” sözleri de ortadaydı.

Son olarak, Filistin’in bu zaferi New York’taki Türkevi’nde kutlanmıştı!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Tek başına

Gazze’ye sahip çıkmanın, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde onu yapan adaya artı bir imkan sağladığı söylenebilir mi? 

Yani Tayyip Erdoğan’a?

Çünkü o, bütün mitinglerinde Gazze’de Filistinli’nin yaşadığı vahşeti dile getiriyor ve İsrail’in “Hitler’i aratmayan” zulmüne isyanını seslendiriyor.

Tayyip Erdoğan bunu, bir başka adayın mesela “Gazze, Gazze hep Gazze” eleştirisine rağmen yapıyor.

Tayyip Erdoğan bunu, Amerika gibi, Avrupa ülkeleri gibi dünyanın bir kesiminin İsrail vahşetine “kendini savunma” kılıfını giydirdikleri, İslam ülkeleri yönetimlerinin pek çoğunun kulağının üstüne yattığı ve belki Türkiye’de bir kesimin “Araplardan daha çok Filistin’e sahip çıkma” eleştirilerinin oluştuğu bir dönemde yapıyor.

Ben düşünüyorum ki Tayyip Erdoğan, Gazze işinden en küçük bir siyasi karşılık beklentisi içinde değil.

Ve muhtemel ki Tayyip Erdoğan, Gazze’ye sahip çıkmanın uluslararası ilişkiler planında bedel ödetme riski bulunduğunu bile dikkate almış olabilir. İşte herkes “İsrail vahşeti karşısında herkes susarken konuşma”nın içinde büyük risk barındırdığını yazıyor konuşuyor.

Ama düşünüyorum ki Tayyip Erdoğan, Gazze davasını, bir insanlık savunması olarak görüyor ve bu noktada “Tek başına” bile kalmayı göze alıyor.

Büyük mü oynuyor? Evet, çok büyük oynuyor.  

Çünkü bir “iman adamı” Tayyip Erdoğan. 

Bu ifade de yadırganabilir.

Sizce Obama da bir iman adamı değil mi? Negatif anlamda. Hadi değiştirin bakalım Obama’yı da, İsrail vahşetinden bahsetsin. Herkes bir şekilde kendi imanının gereğini yapıyor.

“Allah bize yeter!” diyor Tayyip Erdoğan.  

Bunu da pek çok insan anlamayabilir.

Tayyip Erdoğan’ın 1.5-2 milyon kişinin huzurunda Fatiha Suresinin mealini okurken “Biz ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz” cümlesine yüreğini nasıl koyduğu da anlaşılmayabilir.

Bence Tayyip Erdoğan, Gazze için sesini yükseltirken belki de dünyanın en güçlü dileri konumundadır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yalçın Akdoğan: ‘Çok şaşkınlar’

CHP-MHP ortak adayı İhsanoğlu’nun eşi ‘çok şaşkın’ olduklarını söylemiş. Başbakan Erdoğan’la uzun yıllara dayanan, çok eski bir dostlukları varmış ve ailece görüşüyorlarmış… Bundan dolayı da yapılan eleştirilere çok üzülüyorlarmış.

Sanırsınız ki, uzun yıllardır görüştüğü, yediği içtiği ayrı gitmeyen aile dostu Tayyip Erdoğan kendisine rakip olmuş, kendi önünü kesmek isteyen statüko bloğu tarafından istimal edilmiş. Hem de Erdoğan’ın kariyerinin şekillenmesinde İhsanoğlu önemli katkılar yapmış, belli makamlara gelmesi için bütün imkanlarını seferber etmiş! İhsanoğlu da bu kadar fedakarlıklarına, samimiyet ve yakınlığına rağmen Erdoğan’ın önüne çıkarılmasına çok içerlemiş… Pes doğrusu… Şaşkınlığın bu kadarına ancak pes denir. İhsanoğlu ailesinin Erdoğan ailesine sitemkar olması oldukça ironik bir durum.

Eğer ailece görüştüğünüz ve minnet duygusu içinde olduğunuz birisine karşı onun tüm muhaliflerince desteklenen bir girişimin parçası oluyorsanız, öncelikle sizin ‘ben nasıl bir oyuna geldim’ demeniz gerekir. Bu gerçekten şaşılacak bir durumdur.

İmkanlar değil adaylar zayıf

Her konuşmasına adeta ağlayarak başlayan, sürekli dert yanan, girdiği seçimi şaibeli göstermeye çalışan bir kişiden ne beklenebilir? Kaybetme psikolojisine sahip olan ve kampanyasını mazeret üretme üzerine kuran bir anlayış nasıl başarılı olabilir?

Başbakan Erdoğan gibi arkasında büyük bir siyasi hareketin desteği olan, 12 yıllık birikimiyle ve rakiplerince bile gerçekleştirilebilir bulunan vizyonuyla fark oluşturan güçlü bir siyasi isim doğal olarak avantajlıdır. Bu avantaj devlet imkanlarından değil siyasi müktesebattan gelir. 13 partinin ortak adayı, tek partinin adayına karşı ağlama seansları yapıyorsa ortada komik bir durum vardır.

Fırsat eşitliği meselesi, seçime gölge düşürmek ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını tartışmalı hale getirmek için özellikle köpürtülüyor.

Ortada fırsat veya imkan eşitliği sorunundan çok adaylar arasında bir müktesebat ve siyasi ağırlık sorunu var. Eğer 40 yıllık başarılı bir siyasetçinin karşısına konuşurken uyuklayan/uyutan bir kişiyi çıkarırsanız, hangi mazereti üretirseniz üretin durumu telafi edemezsiniz

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu; Bu da mı sosyoloji!

Bir sosyoloji merakıdır, gidiyor. İsteniyor ki, her meseleye sosyolojik açıdan bakalım. 

Bu bakımdan üzerinde durmamız gereken iki nokta var.

Birinci noktayı geçenlerde Fatma Barbarosoğlu yazdı. Eylemlerimizin ve hayatımıza dair meselelerimizin sosyolojik boyutundan daha önemli olan şey ahlaki boyutudur.

Hemen toplumsal dinamik ve trendleri analiz etmeye başlamak ahlaki sorgulamadan kaçınmak biçimini almaya başladı.

İkinci noktaya gelince… 

Bazılarımız “Vallahi olan bitenlerde bir komplo yok!” diye savunmaya geçmek yerine, bilimsel bir hava içinde “bu işin esas sosyolojisine bakmak gerek” diyor.

Siyasi iradeyi küçümsemenin veya saklamanın yolu bunu işaret edecek olanları “komplo teorisi”yle suçlamaktan geçiyor.

Konu bu olunca… 

Zihnim 90’lı yılların ortalarına gidiveriyor. 

Yeni Demokrasi Hareketi’nin kurulduğu zamanı hatırlıyorum.

Yeni Yüzyıl gazetesindeydim o günler. 

Bütün medya YDH’ya büyük ilgi gösteriyordu. 

İddialara bakılırsa, “Türkiye sosyolojisi” onlardan yanaydı, siyasi ibreler onları gösteriyordu.

Büyük oy patlaması yapacaklardı. Tabii o arada…

Hareketin tabanındakiler tavandakilerin halkla değil de büyük sermaye ve Ankara’daki “abiler” ile yakın ilişkilerine özel anlamlar yüklemekten kaçınıyordu.

Sonra ne oldu? Önce 95 seçimlerinde hezimet geldi. 

Ardından birkaç yıl içinde Susurluk ve 28 Şubat patlak verince anlaşıldı ki, bu hareket o dönemin oligarşik siyasi tezgâhlar silsilesinin güleryüzlü bir parçasıymış, hepsi o kadar!

Gelelim bugüne… 

Birkaç gündür Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan söz ederken onu “sahne”ye itenleri vurguluyorum ya…

Bazı dostlarım itiraz ediyor. 

“Çatı adayı ancak böyle biri olabilirdi” diyorlar, “arkasında bir şey aramak gereksiz.”

Oysa CHP’nin tepe isimleri kendileri söylediler: Kılıçdaroğlu adayı açıkladığı gün bundan hiçbirinin haberi yoktu. (Bana sorarsanız, eline isim verilinceye kadar CHP Genel Başkanı’nın da haberi yoktu ya, neyse!)

MHP’ye gelince, İhsanoğlu’nun muhafazakârlığı normal koşullarda bu partinin tabanını kandırabilir mi? Hayır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Okan Müderrisoğlu: Piyasalar, “Bilek mi bükecek, işbirliği mi yapacak?”

Bir süredir, uluslararası fonların Türkiye temsilcileri Ankara’yı mesken tutmuş durumda. Siyasi havayı koklamaya, 28 Ağustos sonrasını tahmin etmeye çalışıyorlar. Kafaları çok net ama zihin bulandıranlar da var. Samimi olarak diyorlar ki… 

“Küresel risk iştahı zirvede. 2015 sonbaharına kadar fırsat penceresi açık duruyor. Türkiye, yatırım yapılabilir, güven veren, kârlı bir ülke. Merkez Bankası’na faiz indirimi şansı tanıyan koşullar da mevcut! İşler yolunda.”

Bu tespitleri paylaştıktan sonra, frene basıyorlar. Muhtelif karamsar senaryolara daha fazla kulak kabartıp, gereksiz tereddüde kapılıyorlar.

Kaygılarını destekleyecek bahaneleri de sıralıyorlar… 

* Yeni ekonomi yönetimi kimlerden oluşacak? 

* Cari açığın iyileşme trendi devam edecek mi? 

* Tarım fiyatlarının baskısı karşısında enflasyondaki düşüş eğilimi gecikecek mi? 

* Irak’taki güvenlik riski ihracatı durduracak mı? 

* Rusya’ya yönelik yaptırımlar Türkiye’ye yansıyacak mı? 

* Arjantin’in teknik iflası, gelişmekte olan piyasalarla birlikte Türkiye’yi etkileyecek mi? 

***

Esasen, ekonomide her zaman, değişik nedenlerle sorulabilecek sorular bunlar. Önemli olan pozitif faktörlere rağmen, neden negatiflere itibar edildiği? Bam teli burası… Yani… 2014- 2015 arasını “geçiş dönemi” olarak niteleyen piyasaların, zıt kutuplara savrulan pozisyon alma biçimi… Özel sohbetlerimizden anlıyoruz ki, piyasa aktörleri arasında 2 tez çarpışıyor: 

“2015’e kadar bekle- gör ve kazan” diyenler bir yanda… “2014 sonbaharından itibaren yeni kabineye ve ekonomi takımına dişimizi gösterelim, ayar verelim” diye konuşlananlar diğer yanda. Bu şizofrenik hal, piyasaların istikrarlı davranışını bozabilecek kadar ciddiyet kazanıyor.

Bir de yabancı fonları manipüle eden dış siyasi unsurlar var. O cephe de hayli hareketli. İsrail’in Gazze’deki katliamına karşı sesi yüksek çıkan tek ülke Türkiye. Türkiye ekonomisinin kredi notu üzerinde oynanabilecek güncel oyunlara da dikkat etmek gerekiyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Seçim sonrasında Türkiye daha sakin olacaktır

Cumhurbaşkanı seçimine uzanan kampanya döneminde adayların üsluplarındaki sertleşmeyi doğal karşılamamız gerekiyor. Neticede siyaset bazı açılardan insafsız yansımalar gösteren bir meslek… Siyasette bir kişi kazanıp yükselirken, kaybedenin bütün emekleri boşa harcanmış oluyor… Bir kişinin kazanması diğer kişinin kaybetmesi anlamına geliyor.

Bu nedenle seçim kampanyalarında herkes elindeki her şeyi ve dilindeki her sözü rakiplerini etkisiz kılmak için kullanır. Siyasette herkesin aynı anda kazanması mümkün değil. Bu gerçek kaçınılmaz olarak kampanya dönemlerindeki gerginliği artırıyor…

Sertlik devam edemez 

Ama bu durum seçim yapıldıktan sonra da bu sertliğin devam edeceği anlamına gelmiyor. Siyaset dışındaki kesimler kendi hayatlarının gereklerine uygun olarak, dikkatlerini sert siyasi söylemlere değil, kendilerine ufuk açacak, sorunlarına çözüm getirecek gelişmelere odaklanıyorlar.

Ve en önemlisi dünya da Türkiye de değişiyor. Eski kavramlara dayalı olarak sürdürülmek istenen siyasi gerginlik, boşta kalıyor. Mesela 1930’larda veya 1970’lerde de birileri “Laiklik tehlikede” ya da “Şeriat kapımızı çalıyor” diye feryat etmezler miydi? 1990’larda “Kürt realitesi”ni bugünkü yaklaşımlarla ele alsaydınız, İsmail Beşikçi’nin başına gelenleri siz de paylaşmaz mıydınız?

Çağdaşlık ölçüleri 

Bugün ise bu tür gerginlik konuları, bunları kullanmak isteyenleri gülünç duruma düşürüyor. CHP ile MHP’nin bir ortak aday arayışları bile yeni Türkiye’nin eskisinden çok farklı olan gerçeklerini yansıtmıyor mu? Toplumun önünde Bilişim Çağı’nın ve özgürlüklerin ufkunu açmak yerine, “Seçilmişler halkı, ben ise devleti temsil ederim” benzeri bir anlayışla, hem dünyanın hem de ülkenin gerçeklerini “Tehdit” olarak sunmak kime ne söyleyebilir ki? “Çağdaşlık” kavramının içeriği bile değişmedi mi? Bugün dünyada “Online ülkeler” ve “Offline ülkeler” ayrımı var. Bir ülkede bilgisayar kullanımına, geniş banttan internete ulaşmaya dönük rakamlar, o ülkenin “Çağdaş” olduğunun da kanıtı değil mi?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mahmut Övür: 11 parti kazanmazsa ne olacak?

Cumhurbaşkanı adayı Başbakan Erdoğan’ın, Başbakan ve AK Parti genel başkanı olarak son İstanbul mitingi Maltepe sahilinde yeni açılan devasa meydanda yapıldı.

O meydanı doldurmak kolay değildi… Üç saat önce o alana giden gazeteciler olarak o meydanın kolay kolay dolmayacağını konuştuk. Ancak saat 18’i gösterdiğinde inanılmaz bir kalabalık vardı ve hâlâ gelenler vardı. İster metrekareye düşen insan sayısı üzerinden, isterse kaç otobüs, kaç vapur devreye sokuldu üzerinden hesap yapın, sonuç değişmez.

Milyonlar veda değil vefa için oradaydı. Ve orada coşkulu bir topluluk vardı. Bu siyasetin başarısıydı. Toplumuyla kucaklaşan siyaset ve siyasetçi, meydanlardan korkmamalıydı. 

Başbakan Erdoğan bunu başardığı için hâlâ meydanlara çıkabiliyordu. Mitingi birlikte izlediğim bir arkadaşım, o kalabalıklara bakarak şöyle diyordu: “Siyasete biraz saygısı olanlar bu meydanın verdiği mesajı almalı. Yenikapı nasıl 30 Mart’ın işaretini verdiyse, Maltepe Meydanı da 10 Ağustos’un işaretini verdi. Sonuç şimdiden belli…” 

İşin belki de en can alıcı yanı burası… Bu yüzden 10 Ağustos akşamından itibaren AK Parti’de neler olacağından çok CHP- MHP ekseninden oluşan muhalefet cephesinde yaşanacak deprem konuşulacak.

Elbette AK Parti’de başbakanın ve genel başkanın kim olacağı merak edilecek ama şu gerçek ışığında… Türkiye yeni bir siyasi döneme giriyor. Cumhurbaşkanını halkın seçtiği siyasetin yeni merkezinin de cumhurbaşkanlığı makamı olduğu yeni bir dönem. Yüzde 50’nin üzerinde oy alacak bir cumhurbaşkanı -ki bana göre yüzde 54’ten az olmayacak- AK Parti’deki gelişmelerin de belirleyicisi olacak.

AK Parti’de başbakan ve genel başkan olacak isim de, bu gerçeği bilerek o makama gelecek. Bu nedenle AK Parti’de kırılma ve kaos bekleyenlerin hayal kırıklığı yaşaması kaçınılmaz. 

Bu da siyaset ama kötü siyaset 

Asıl kaos ve kırılma CHP ve MHP ekseninde buluşan muhalefet cephesinde yaşanacak… Şimdiden bunun ipuçlarını görmek mümkün. Çatı adayı etrafında çatırdama başladı bile… Siyaset üstü sunulmasına rağmen Gazze’den Suriyeli mültecilere kadar bir dizi konuda yaptığı “siyasi” açıklamalarıyla insanları şoke eden, umut veremeyen Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, bırakın muhafazakârları CHP ve MHP seçmeni de benimseyemedi. Oy vereceklerin çoğu da kerhen ve sırf Erdoğan olmasın diye oy verecek. Bu da bir siyaset ama çok kötü bir siyaset…

O partilere oy verenler de bu gerçeği görüyor ve bu yüzden umutsuzlar.

Şimdi asıl soruya gelelim. 10 Ağustos seçimlerini de CHP-MHP aksı kaybederse ne olacak? Karşımızda 2002’den bu yana 8 seçimi kaybeden bir muhalefet var. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun da kaybedeceği 4’üncü seçimi olacak bu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Doğu Ergil: Seçimler ve genel izlenimler

Seçim haftasına girdik. Sizinle tespit ve izlenimlerimi paylaşayım. Sırasıyla:

· Türkiye’nin iyiye gittiğini ve ekonomisinin iyi yönlendirildiğini düşünenlerin oranı düşünmeyenlerden fazlalaşmış görünüyor. Yine de kendilerinin ve ailelerinin geleceğinin eskisinden daha iyi olacağına inanların oranı karamsarlardan fazla.

AKP’lilerin dörtte üçü ülkenin iyiye gittiğine inanırken bu oran diğer partilerde tersinedir. Öyle anlaşılıyor ki önemli bir kesim için hayat AKP iktidarıyla daha iyi hale gelmiştir ve partinin iktidarda kalması onlar için yaşamsal önemdedir.

· Türkiye’de kendisini ve ailesini bekleyen gelecekten umutlu olanların oranı olmayanlardan fazladır. Bu umutluluk hali, iktidarın değişmesi için yeterli basıncın oluşmasını engellemektedir.

· Toplumun üçte ikisi partili değil, tarafsız CB istiyor.

· Üç adaydan birine yönelik tercih belirtmeyenlerle, hiç oy vermeyeceğini söyleyenlerin oranı araştırmalarda %18-20 oranında görülüyor. Bu kesimin seçimlere katılması kimin CB olacağını tayin edecek.

· Karasızlar ve oy vermeyeceğini söyleyenler bu tutumlarında ısrar ederlerse büyük ihtimalle CB ikinci turda belirlenecek.

· BDP/HDP seçmeni, ikinci turda sonucu tayin edici bir rol oynayacak.

· Seçmenler büyük oranda partilerine bağlıdırlar. Oy verebilecekleri yeni bir parti arayışındakilerin oranı seçmenin dörtte biri kadar. Bunların dörtte üçü de laik ve modernleşmeye lokomotiflik edecek bir parti istiyor.

· AKP kabinesinde bakanların başarı oranları, partinin yıpranmışlığına uygun olarak %50’nin altında görülüyor. Bunun tek istisnası Ali Babacan’dır.

· Kurumlara güven sıralamasında Cumhurbaşkanlığı’ndan sonra TSK gelmektedir. Onu az farkla Başbakanlık, TBMM ve hükümet izlemektedir. Anlaşılan Silahlı Kuvvetler, itibarını yeniden kazanmaktadır.

· Siyasi liderlerden %50’nin üzerinde beğeni toplayan tek isim Abdullah Gül’dür.

· AKP’nin oyu hâlâ CHP-MHP toplamına yakın seyretmektedir.

· CHP-MHP ortak adayı E. İhsanoğlu yeterince tanınmamanın, BDP-HDP adayı S. Demirtaş ise “Kürt sorunu” ile ilişkilendirilmekten kaynaklanan dezavantajlarını büyük ölçüde aşmış görünmektedirler. Ancak imajları konusunda artan olumluluğun ne kadarının oya dönüşeceği kestirilememektedir. “Muhafazakâr” olduğu sıkça söylenen seçmenin birincil refleksi zarar görebileceği bir kriz olmadığı sürece mevcudu korumaktır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fuat Uğur: Bir devlet sorumluluğu UMUT YILDIZI’NI SÖNDÜRMEMEK

Almanya’da 1995-2012 yılları arasında 551 bin 962 çocuk Gençlik Dairesi tarafından koruma altına alındı. Ne kadarının Türkiye kökenli olduğu tespit edilemiyor. Ancak tahminlere göre 30-40 bin civarında.

Bu çocukların büyük bölümü dilinden, dininden ve kültüründen koparılıp âdeta Almanlaştırıldı.

Ülkeye 50 yıl öncesinden gelip, dişiyle tırnağıyla tutunmaya çalışan aileler, çoğu kez de çocuk yetiştirmedeki sertlikleri nedeniyle sadece ömürlerini değil, evlatlarını da kaybettiler. Seslerini çıkaramadılar, çünkü onlara sahip çıkan bir devletleri de yoktu.

Öyle aile dramları yaşandı ki, anne ve babalar diğer çocuklarını ve geleceklerini kurtarabilmek uğruna, aslında bir polis devleti olduğunu çabucak idrak ettikleri Almanya’da yıllarca hep sustular.

Bu makûs talih, son 10 yılda hükümet yurt dışında yaşayan Türkiye kökenlilerin bulundukları ülkelerde başlarına gelen sorunlarla daha yakından ilgilenmeye başlayınca değişmeye başladı. Hükümet, ilgisini 6 Nisan 2010 tarihinde Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nı (YTB) kurarak somutlaştırdı.

Kurumdan sorumlu Bakan Bekir Bozdağ ve kurumun başındaki kişi de Kemal Yurtnaç’tı.

Ancak o tarihten çok önce bir de dernek kurulmuştu Almanya’da. Adı Umut Yıldızı Derneği’ydi ve Kurucu Başkanı Kamil Altay’dı. Genç, idealist ve çalışkan bir adam. Çevresine kendi gibi sorunlara duyarlı dinamik insanları toplamış, o güne dek dile getirilmeyen sorunları kurcalamaya başlamıştı. Alman Gençlik Dairesi (Jugendamt) diye bir kurumla tanıştık onlar sayesinde. Bu kurumun, belki bazılarını haklı sebeplerle aldıkları binlerce çocuğu Alman ailelerin yanlarına yerleştirerek nasıl asimile ettiğini, binlerce aileye nasıl yıllarca ıstırap yaşattığını öğrendik şaşkınlıkla.

Umut Yıldızı Derneği öyle cesurca gidiyordu ki meselenin üzerine, kısa zamanda Jugendamt’ın mağdur ettiği Alman aileler bile onlardan yardım istemeye başladı.

Kendi programımda da (ATV Avrupa-Avrupa’da Gündem) Umut Yıldızı’na başvuran yüzlerce ailenin ve çocuklarının dramlarını, Jugendamt’ın nasıl ocakları söndürdüğünü anlattık 4 yıl boyunca.

YTB’den sorumlu Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ da Umut Yıldızı’nın hep yanında oldu ama bu farkındalık nedense maddi desteğe dönüşemedi. Bir el vardı ve hep engel oluyordu. Oysa burnundan kıl aldırmayan, görüşme taleplerini bile geri çeviren koskoca Jugendamt, Umut Yıldızı’nın kapısını çalıp “Birlikte çalışalım, sizi ekonomik olarak destekleyelim” teklifinde bulunmuştu. Kamil Altay onların bu teklifini aynen şu şartları dile getirerek kabul edeceğini söyledi:

1) Koruma altına alınan Türk çocukları kayıtlara Alman değil Türk ve Müslüman olarak geçmeli.

2) İsimleri konsolosluklara bildirilmeli.

3) Koruma altına alınan çocuklar öncelikle yakın akrabalarına verilmeli.

5) Olmadığı takdirde öz değerlerini taşıyan Türkiyeli koruyucu ailelere.

Kamil Altay bu şartları kabul eden Gençlik Dairesi yetkilisiyle beraber Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu’nu ziyaret etti ve çözüm süreci anlatılarak çalışmalara başlandı. Ancak ne olduysa oldu, Gençlik Dairesi yetkilisi bir gün, birbirinden farklı 4 büyük Türk STK temsilcisinin geldiğini ve “Umut Yıldızı ile çalışma yapmayın” dediğini aktardı. Bu yüzden de kendileriyle çalışmayacaklarını bildirdi

Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Almanlar Türkleri birbirine düşürecek fırsatı yakalamıştı.

İşte on yıllar öncesinden kurulan ve bu koskoca sorunu görmezden gelerek susan dernekler, bir rant kapısı keşfetmiş ve devreye girmişti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız