Önce ‘millet’in matemine saygı!

Olaylar
Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Ali Saydam, Markar Eseyan, Yasin Doğan, Rasim Özdenören; Star’dan Ahmet Taşgetiren, Orhan Miroğlu, İbrahim Kİras, Taha Özhan, Halime Kökçe; Sabah’tan H...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Ali Saydam, Markar Eseyan, Yasin Doğan, Rasim Özdenören; Star’dan Ahmet Taşgetiren, Orhan Miroğlu, İbrahim Kİras, Taha Özhan, Halime Kökçe; Sabah’tan Haşmet Babaoğlu, Emre Aköz; Akşam’dan Okan Güray Bülbül, Vedat Bilgin bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Ali Bayramoğlu: Yas ve sorumluluk

Büyük bir felaket yaşadık. 200’ün üzerinde işçimiz hayatını kaybetti. Bu korkunç olay pekçok açıdan hepimize soru sorduracak bir hadisedir. Siyasetçi, gazeteci, iş adamı, vatandaş hepimizin ortak acısı bu ölümler olmalıdır.

Ölenlere rahmet, ailelerine baş sağlığı diliyorum.

Türkiye krizlerden ibaret değil

Her köklü değişim bir ‘etkileşim’ işidir, bir etkileşim sonucudur. Son 30 yıl içindeki örnekleri hatırlayalım..,

Sovyetler’in geçirdiği değişim, Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi devasa gelişmeler ‘iç ve dış dinamiklerin en uygun zamanda, bir bütün haline gelmesi’nin sonuçlarıdır, örneğin.

İç ve dış dinamik bütünlüğü ya da etkileşimi Türkiye açısından hep etkili oldu.

Dış dinamiklerin itmesi ve etkisi ne yönde olursa olsun, iç dinamik unsurları bu etkiyi izlemezse, kendisini ona uyarlamaz ve onu bu yönde davet etmezse istenilen sonuç ortaya çıkmıyor.

Hatta tam tersi durumlar ürüyor.

Örneğin kimi iç yaralar azıyor, ‘Şarkvari merkeziyetçilik ve ataerkillik’ güçleniyor, dış dinamikler salt işlevsel bir katkı maddesine indiriliyor.

Bir ülkede değişimin kalıcı ve anlamlı olabilmesi için sadece ülke içi ve ülke dışı rüzgarların etkileşime girmesi yetmez.

O ülkede ‘toplumsal gruplar arasındaki ve kurumlar arasındaki ilişkilerin de değişmesi’, yumuşaması, tolerans merkezine oturması gerekir.

Aslında bu da yetmez.

Toplum ve kurum arası değişimin oluşması, ‘her bir toplumsal grubun ve kurumun içinde yaşanan değişmeler’le mümkün olur.

Büyük değişim dalgalarında bu üçlünün birbirini tetiklemesi karşılıklıdır, tetikleme biçimleri ve sıralamaları değişkendir. Ama olmazsa olmaz koşul, bunların hepsinde aynı anda hareket olmasıdır.

Türkiye’ye bakalım…

Dış dinamiklerin etkisini ana hatlarıyla biliyoruz; toplumsal gruplar ve kurumlar arası güç dengelerine ilişkin değişimleri de izliyoruz.

Bu yüzden merceği en az dikkat çeken en önemli noktaya, grup ve kurum içi denge değişikliğine çevirmek gerek. Çünkü değişim oluyorsa bu noktada ve bu nokta sayesinde oluyor, değişim tıkanıyorsa yine bu noktalarda tıkanıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Saydam: Bu büyük krizi esas yönetmesi gereken ortada yok!..

Büyük acı!.. Bazı görüntülere bakınca göz yaşını tutmak hayli zor… Ancak aklı duygulara mahkûm etmek, bu durumda bile hata olur.

Akıl da diyor ki: Soma’da kaybettiğimiz madencilerimizin acısı, hayatı çekip çeviren üretim dünyasında ‘liyakat’ kavramının önemini gözümüzün içine içine bir kez daha sokmalı. Madencilikte ‘meslek fıtratı’ denilirmiş bu acılara; ancak ‘insan fıtratı’ da kendisi de dahil başkalarına zarar vermemek için alınması gerekli önlemleri ilk sıraya alabilecek akıl yetkinliğiyle donatılmıştır.

Kriz durumlarında risk taşıyan her alanın alarm işareti verebileceğini görmek gerekir. Bu kez ortaya çıkması gereken ‘liyakat’, krizi ve iletişimini yönetme konusunda olmalıdır…

Kim yönetiyor şu krizi ve iletişimini? Enerji Bakanı mı? Duruma hakim olmak için elinden geleni yapan Başbakan mı? Açıklama yapmakta bir hayli gecikmiş olan Çalışma Bakanı mı? Manisa Valisi mi?.. Yoksa işin asıl sahibi olan bu madenlerin sahibi ve işletmecisi Soma Holding Soma Kömür işletmeleri AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Alp Gürkan bey mi, Başkan Vekili ve CEO’su Can Gürkan mı, Soma Metalik Maden İşletmeleri AŞ CEO’su M. Ali Deniz mi, Soma İnşaat ve Sanayii Tic. AŞ. CEO’su Mehmet Özdemir mi? Nerelerdeydiler krizin merkezinde olması gereken firma yetkilileri?.. BP’nin tüm canlıları tehdit eden Meksika körfezi felaketinde bile, firma ilk andan itibaren ekranlardaydı…

Kriz iletişiminin birinci kuralı, hasar tespitinden sonra tüm zarar gören taraflara ve kamuoyuna ayrıntılı, doğru, şeffaf bilgilerin birinci dereceden sorumlu olan şirketin en üst düzeydeki yetkilisi tarafından, ilk elden iletişiminin yapılmasıdır… Bir sonraki kural ise, yakınlarını kaybedenlere sahip çıkılması ve ayrıca nasıl sahip çıkıldığının açıkça ifade edilmesidir…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Brüksel’den Soma’ya dua çağrısı

Soma faciası haberini akşam saatlerinde Brüksel’de aldım. “Avrupa Müslümanları Buluşması”nın akşamında TRT Haber’de Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’le bir program yapacaktık. O sırada ulaştı haber. Madende 300 civarında işçi olduğu bilgileri vardı, herkes çok sarsıldı. 

Programa başladık, Başkan’ın geçmiş olsun dileğinden, taziyeden ve sabrı cemil niyazından sonra ilk sözleri “Dua daveti” oldu. “Milletimizden istirham ediyorum, dedi, balığın karnına düşen Yunus aleyhisselamın duası gibi dua edelim” dedi. Programı bitirirken aynı dileği tekrarladı. 

Acı dayanılır gibi değil. Türkiye’nin yüreği yandı. Brüksel’de toplananların da. Tesellisi onları rahmet-i Rahman’a tevdi edecek oluşumuz. Hükmen şehid olduklarını bildirir inancımız. İnşallah şehiddirler.

Ve dileriz, ümidin son kırıntısında olsa bile, canlılara ulaşılsın.

…..

Bugün yine kısa notlar sunmak istiyorum Brüksel’deki toplantıdan.

– Avrupa’da İslam’ı resmen tanıyan ülke sayısının sadece dört olduğunu biliyor muydunuz. Mesela Almanya’da İslam’ın hala tanınmadığını, “göçmen işçilerin dini” gibi muamele gördüğünü ve eski Cumhurbaşkanı Wulf’un,“İslam Almanya’ya aittir” dediği için topa tutulduğunu … 

Hırvatistan İslam Birliği Başkanı Prof. Dr. Aziz Hasanoviç, “Önümüzde dört ihtimal var, dedi, gettolaşmak, asimilasyon, izolasyon ve entegrasyon, biz dördüncüsünü seçtik, devletle bir anlaşma imzaladık.” 

ATİB Başkanı İhsan Öner: “Avrupa Müslümanlarının hakkı savunulmazsa Avrupa İslam’ı ile karşı karşıya kalabiliriz.” 

Faslı Müslümanların temsilcisi Hammad el Bakali: “Müslümanlar Avrupa’da kanunları araştırmıyor, kanun yapımına müdahil olmuyorlar.”

Bekir Elboğa: Avrupa’da herkes İslam’ı kafasına göre tanımlıyor. İslam’ı anlatan müşterek bir kitap yayınlanmalı.”

Ali Dere: “İslam ülkelerindeki AB büyükelçileri zaman zaman oturup müzakere ediyorlar. Bizler de müşterek müzakere ortamı ve çözüm yolları aramalıyız.”

İtalya Roma Camii Meclis üyesi Prof. Dr. Ahmed Vincenzo: “Korkuyu konuşmalıyız. Korkuya karşı ne yapabiliriz? Ümmet konsepti ile, yani geniş bir milletler topluluğu oluşturma yaklaşımı ile Avrupa’daki korkuyu aşmak mümkün.”

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Orhan Miroğlu: Katliam gibi kaza, ulusal acı

Madencilik gibi, can güvenliğinin belirsizliğe terk edildiği ve katliam gibi kazaların 1983’ten bu yana hiç eksik olmadığı bir sorunlar alanı, geldi bir kez daha, onlarca insanın canına mal oldu.

Büyük bir acı ve büyük bir yas..

Peki bir ilk mi? Değil elbette..

İstatistiklere göre, 73 yılda, üç binden fazla işçi yeraltında hayatını kaybetmiş.

3 Mart 1992’de, Kozlu’daki grizu patlamasında 263 işçi ölmüş, ki Soma ne yazık ki bu sayıya yaklaşan ve ne yazık ki bu sayıyı bile aşması muhtemel bir facia oldu.

Kuşkusuz bu facianın yaşandığı ocağın standartlara uygun olup olmadığı ve patlamaya neyin yol açtığı araştırılacaktır. Cekli cuklu yığınla açıklama duyacağız, ama ne fayda, giden canlar geri gelmeyecek ki!

İzahlar yapılacak, bu elim hadisenin yaşanmasına belki bir günah keçisi bile aranacak.

15 yaşında bir çocuğun ocakta çalışıyor olabilmesinin makul bir izahı olabilir mi peki?

Çocuk emeğinin, ucuz ücretlerle sömürülmesine izin verilmiş olması, bu işletmede standartlara uygun olmayan birçok şeyin olabileceğini ister istemez akla getiriyor.

Linyit kömürü üretiminde, meydana gelen ölüm oranları bakımından Türkiye 35 ülke arasında 4. sırada bulunuyor. 1 milyon ton kömür üretimi sırasında 2000’den bu yana, meydana gelen ölüm oranı %7 civarında. Aynı oran Çin’de 1,27, ABD ise, 0,02..

Bu da gösteriyor ki, madencilikte, yaşanan iş kazaları ve ölüm oranları, dünya ortalamasının yedi katı. Büyük ve düşündürücü bir rakam bu.

Belki çok uygun düşmeyebilir bir kıyaslama ama, bizde etnik temelli bir sorunda, yaşanan ölüm oranları, can kaybı da dünya ortalamasının çok üstünde, on katı, belki onbeş katı.

İrlanda savaşında otuz yılda ölenlerin sayısı 3000 bini bulmuyor, bizde ellli bin. Bilinen resmi rakam bu, ama eş zamanlı olarak, toprağın altından kömür çıkarmaya çalışırken verdiğimiz bedelle, etnik bir sorunda yaşadığımız çatışmalar yüzünden ödediğimiz bedel, kaybettiğimiz insan sayısı, dünya ortalamasının birkaç katı..

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Kiras: Önce ‘millet’in matemine saygı

İş kazalarından ölümler, özellikle de maden kazaları sanayi çağı Avrupasında vaka-i âdiyedendi. Küçük yaştaki çocukların en ağır işlerde ve bu arada madenlerde çalıştırılması da öyle…

Ama Avrupa ülkelerinden çoktandır maden kazası haberleri gelmiyor. Zaman zaman maden kazası olayları yaşansa da hiç değilse öyle yüzlerle ifade edilen sayılarda ölümlere rastlanmıyor çoktandır. Çünkü bilhassa ikinci dünya savaşı sonrasında, – o dönemde ulaşılan sosyal refahın da sayesinde- sosyal demokrasi ve sosyal devlet ilkeleri güçlendi ve iş güvenliği konusu ekonomik kârlılık prensibinin bile önünde kabul edilmeye başlandı.

Onun için artık iş kazalarından ölüm haberleri Çin ve Hindistan gibi ucuz işgücüne dayalı imalat endüstrisi yoluyla ekonomik kalkınma peşindeki ülkelerden geliyor daha çok. Ne yazık ki Türkiye de iş güvenliği konusunda gelişmiş batı ülkeleri seviyesinde değil.

Ne olursa olsun, iş kazalarından ölümlerin vaka-i âdiyeden sayıldığı bir ülke medeni olamaz. Bu olaylar karşısında vicdanları nasır bağlamış gibi davranan bir toplum da millet olamaz. Soma faciası karşısında Türkiye’deki her kesimden insanın hep birlikte akıttığı gözyaşı bu bakımdan bir teselli kaynağı sayılmalı. Millet kavramı tarif edilirken “acıda ve kıvançta aynı hisleri paylaşan insan topluluğu” denir ya, Türk milleti millet olduğunu ispatladı bu olay vesilesiyle. Sözgelimi 19 Mayıs için hazırladığı konser programını iptal eden Zeytinburnu Belediyesi ile “mahsur kalanların kurtarılması için tüm imkânlarımızı seferber etmeye hazırız” mesajı yayımlayan Diyarbakır Belediyesi aynı noktada buluştu. Tıpkı 1999’daki büyük Marmara depreminde veya 2011’deki Van depreminde acıların hepimizi aynı noktada buluşturduğu gibi…

Elbette yaşanan acılar karşısında gösterilen duyarlık öncelikle insan olmamızla ilgili. Ama aynı ülkede yaşayıp da birbirinin acılarından habersiz olmanın da mümkün olduğunu bildiğimiz için ortak insani noktalarda buluşmanın ortak kültürel ve politik kimlikleri paylaşma zemini de sağlayacağını ve ülkedeki sosyal intizam ve barışı sürdürmenin teminatı olacağını görmek lazım. O bakımdan “millet olma” konusuna vurgu yapıyorum.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Taha Özhan: Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve AK Parti

2007’de Abdullah Gül’ü her ne kadar meclis seçmiş olsa da, vesayet rejiminin çıkardığı kriz sebebiyle, 22 Temmuz 2007 genel seçimleriyle, de facto, cumhurbaşkanı ilk kez halk tarafından seçilmiş oldu. 22 Temmuz’da sadece iktidar değil cumhurbaşkanının da kim olacağı oylanmıştı. Bu yönüyle bakıldığında, AK Parti açısından, aslında ikinci kez halkın seçeceği bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yaşanacak. Erdoğan aday olup seçildiğinde, kendisinin başbakanlık yaptığı hükümetle halkın seçtiği bir Cumhurbaşkanı olarak çalışacak. 

AK Parti açısından cumhurbaşkanlığı seçimlerinin genel anlamda iki önemli dinamiği bulunuyor. Bunlardan birincisi halkın seçtiği cumhurbaşkanının  oluşturacağı yeni yapı. Bu yapı Türkiye’de hükümet etmeyi doğrudan etkileyecektir. En hızlı ve en az maliyetli dönüşüm modeli olarak, partili cumhurbaşkanlığına geçilerek halledilmesi gereken bu mesele, yeni dönemin en önemli başlığı olmaya aday. Çünkü halkın bir kısmının oylarıyla seçilen ve rakiplerini yenerek cumhurbaşkanlığı koltuğuna gelecek olan kişiden bütün seçilme kerametini unutması beklenmektedir. Sistemde bir revizyon yapılmadan sorun yapısal olarak çözülmüş olmayacak. Bütün bunları konuşmak ve üzerinde kafa yormak yerine, halkın oylarının denkleme girmesiyle bütün sistem yapısal olarak değişmesine rağmen, hiç bir şey olmamış gibi devam edilmesi ancak hayattan kopuk ve siyaset dışı bir beklenti olabilir.

AK Parti açısından ikinci önemli husus ise Erdoğan’ın aday olup seçilmesi veya aday olmaması durumunda partinin bundan sonra yoluna nasıl devam edeceğidir. Öyle ki Erdoğan aday olmasa bile, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sadece 6-7 ay sonra, AK Parti’nin üç dönem kuralı gereğince Erdoğan partisini bırakacağı 2015 genel seçimleri atmosferine girmiş olacağız. Yani her iki durumda da AK Parti’yi büyük bir değişim bekliyor. Erdoğan aday olursa bu değişim cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarıyla başlamış olacak. AK Parti açısından, hem Erdoğan’ın köşke çıkma ihtimali hem de üç dönem kuralı gereğince kabinedeki isimlerin önemli bir kısmının meclis dışında kalmasından dolayı, II. AK Parti dönemini başlatabilecek potansiyelde bir değişim yaşanması bekleniyor.

Yaşanmakta olan belirsizlikler ya geçmişteki ANAP tecrübesinden felaket senaryolarıyla ya da Abdullah Gül’ün ‘uygun bulmadığını’ söylediği Putin modeliyle giderilmeye çalışılıyordu. Oysa AK Parti’yi varoluşsal olarak ANAP’tan ayıran yapısal özellikleri bulunuyor. Kaldı ki Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu sırada partisinin durumu, siyasi dinamikler ve denklemlerin bugünle yakından uzaktan alakası yok. Öncelikle 1980 darbesi sonrası ANAP’ı var eden dinamikler de ANAP’ın siyasi aktörleri de büyük ölçüde konjonktürel ve vesayet rejimiyle açıkça yüzleşecek ideolojik hikayeleri bulunmuyordu. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Halime Kökçe: Babasını bekleyen çocuklar aşkına, bi susun lütfen!

Her şey nasıl da bir anda anlamsızlaştı. Kavgalarımız, doğrularımız, ısrarlarımız, inatlarımız, hayallerimiz, aşklarımız, korkularımız…

Yas tuttu her yanımız!

Yazıya oturduğumda ekrandaki alt yazıda 205 işçimizin öldüğü ve en az bir o kadar daha işçimize henüz ulaşılamadığı bilgisi geçiyordu.

Ben yine kendimi bir çocuğun yerine koydum, sabah saçlarını okşayan babasını dilinde dua ile bekleyen bir çocuğun yerine…

Kaç çocuk yetim kaldı, kaç çocuk babasını son kez gördü?

Çocukluğuma gittim sonra, sabaha kadar babamı beklediğimiz o geceye…

İnsan acılarını kendi yaşadıklarına nispetle daha derin duyuyor, bu yüzden anlatacağım bu hikayeyi. Bir çocuğun babasını beklemesi, bir ümit babasını beklemesi, ne demek bildiğim için…

Madenler hep babaları yutar ya, benim de babam düştü aklıma…

Karadeniz’in haşin yağmuru bir ikindi vakti, ansızın, göğü delercesine, yere çakılarak yağmaya başladığında annemizin eteklerine asılarak çıktığımız çay bahçesinden bir telaş kendimizi salim bir yere atmaya çalışıyorduk.

Bazen yağmur öyle yağar ki bizim oralarda, toprak ayaklarınızın altından kayıverir de canınızı yetiştirecek bir saçak altı bulamazsınız.

Öyle bir ikindi vaktiydi işte, canımızı eve attığımızda hava vakitsiz kararmış, bir kara bulut köyün üzerine karabasan gibi çökmüştü.

Cep telefonu yok; santral üzerinden bağlatarak ulaşabileceğimiz yerden ancak babamın saat kaçta Çayeli’nden köye doğru yola çıktığı öğrenebildik.

Derenin yatağına sığmadığı, her şeyi önüne katıp deli divane akan bir sele dönüştüğü sırada baban dere yatağını takip eden köy yolundaydı. Bir mucize onu kurtarabilirdi, evet!

Dere, yatağına sığmadan, koca kayaları, kütükleri sürükleyerek, araba yoluna da kendine yatak yapmış akıyordu. Evin penceresine kurulmuş derenin çığlıklarını dinliyorduk. İçimizden hıçkırarak dua ediyorduk; Allah’ım babam eve ulaşsın, Allah’ım babamı sel almasın!

Kendimiz de güvende sayılmazdık, her an bir heyelan olabilir, evimizle barkımızla dereye karışabilirdik.

Böyle şeyler konuşuluyordu, ama yapacak bir şey yoktu.

Endişeli bekleyişimiz dışarıdan gelen insan sesleriyle daha da arttı. 4. Çay Alım Yeri’nde heyelan olmuştu. Toprak altında kalanlar vardı. İnsanlar ellerindeki fenerlerle toprak altında kalanları kurtarmaya gidiyordu.

Babam hala gelmemişti, ondan hiç haber yoktu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Markar Eseyan: Değişimin beş parametresi…

Kürt ve Ermeni meselesi, Türkiye’nin iki ayağında İttihatçı-Kemalist iki prangadır. AK Parti, bu iki alanda da mesafe almanın devlet aklını dönüştürmeden mümkün olmadığını biliyordu. Ama sorun şu ki, devleti dönüştürmenin tek yolu da, bu iki soruna -ve diğerlerine de şüphesiz- cesurca müdahale etmekti. ‘Devlet aklı değişmeden bu sorunlar çözülemez; ama devlet aklını değiştirmek için de bu sorunların çözülmesi gerekir’ demek çelişki gibi gelebilir. Ama öyle değil. Siz kâğıt üzerinde istediğiniz kadar reform yapın, hatta yeni anayasayı ilan edin, hatta ve hatta askeri vesayeti sonlandırın; önünde sonunda bu sorunlar o vesayeti yeniden üretir. Bataklık-sinek sözünde olduğu gibi…

Başbakan hem mevzuatı değiştirmeyi, hem ekonomiyi güçlendirmeyi ve hazır oldukça da bu sorunlara cepheden saldırmayı içeren melez bir taktik izledi, izliyor. Çünkü bir ülke kronik sorunlarını çözdükçe değişir ve başka bir yer haline gelir. Yasalar teknik bir süreçtir ve onları ıslah etmek gereklidir. Bu arada seçimleri de kazanmanız, yani halkın desteğini almanız hayatidir. Halkın desteğini almanın en garantili yolu halkın istediklerini yapmaktır. Tabii ki halkın istekleri de reformcu liderlerin, gerçek aydınların zihinlerde ‘mıntıka temizliği’ yapması ile de netleşir. Bazen halk lideri ileri iter, bazen de lider halkı başka bir paradigmaya davet eder. Sağlıklı olan budur. Halk merkezli, meşruiyetini milletten alan, icraatları milletin egemenliğini güçlendiren bir liderlik, halkın teveccühüne mazhar olur.

Tabii ki zamanın ruhu ve dünyadaki konjonktür ve bir sürü etken daha denklemde yer bulur. Bunlardan sadece bir tanesini öne çıkarıp, o ülkede ne olduğunu sağlıklı bir şekilde anlayamazsınız. ‘Tarihi an’, tüm bu etkenlerin aynı yörüngeye yerleşmesi ile mümkün olur. Mesela, ‘Nasıl olsa Türkiye değişimin eşiğine gelmişti, konjonktür müsaitti, Erdoğan olmasa başka bir lider, AK Parti olmasa başka bir parti, onların yaptıklarının yapacaktı’ diyemezsiniz. Derseniz yanlış olur. Veya ‘Lider vardı, konjonktür de uygundu ve millet bu rüzgarın peşine takılmak durumunda kaldı’ da diyemezsiniz. Yine yanlış olur.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yasin Doğan: Ölümü aşan yiğitler…

Rahmet ve merhamet, Hakk’a yürüyen Somalı yiğitlerin üzerine olsun…

Helal lokma için dağları delen babayiğitler onlar…

Yüzlerce metre derinliklere, karanlık dehlizlere, ucu olmayan tünellere giren kahramanlar onlar…

Ekmeğini taştan çıkaran, rızkını tırnağıyla kazıyan civanmertler onlar…

Toprağın altına girmenin ne demek olduğunu, helal kazancın, alınterinin, korku ile ümit arasında yaşamanın anlamını en iyi bilenler onlar…

‘Kiminin başında biter ağaçlar

Kiminin başında sararır otlar

Kimi masum, kimi güzel yiğitler

Ne söylerler, ne bir haber verirler’. (Yunus Emre)

Yaşarlarken de güneş üzerlerindeki toprağa doğup batıyordu, ölünce de öyle olacak…

Madencinin hayatı sadece kendi geçimini sağlamakla değil millet için fedakarlık yapmakla geçer. Bu yüzden madencinin ölümünü bu toplumun her ferdi, kendisi için çalışırken, millet için gayret gösterirken verilen bir can olarak görmelidir ve minnet duymalıdır. Rahmetli olan bazı insanları anarken özellikle minnet ve şükran ifade etmemizin sebebi bu fedakarlığın farkında olduğumuzu vurgulamaktır.

Kayıpların sayısının artması bir istatistik değildir, her ölüm bir can’ın yitip gitmesidir, her bir kişinin kaybı bir ocağın sönmesi, bir alemin solmasıdır.

İnsanlar ölünce toprağın altına girmekten, karanlıktan, yalnızlıktan korkarlar. Madenci ise yaşarken toprağın altına girer, karanlıkla, yalnızlıkla yüzleşir. Onlar ölümün korkutan yüzünü çoktan aştılar, merhamet ve nuraniyet yüzüyle tanıştılar.

Ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgide çalışanlar hakikatin anlamına da, ilahi kurbiyetin şuuruna da varmış olanlardır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Rasim Özdenören: Bürokrasinin siyasallaşması ya da ihsası rey

Yargının veya genelde tüm bürokrasinin siyasallaşması, hukukçunun/bürokratın, kararlarında, kişisel siyasal görüşünü devreye sokmasıyla ortaya çıkar.

Hukuk adamının bir yurttaş olarak elbette siyasal konularda belli kanaatleri olacaktır. Olmasın demek eşyanın tabiatına aykırı düşer. Ancak onun, kanaatini dışa vurması istenmez ve beklenmez. Bu durum tüm bürokratlar (devlet memurları) için geçerlidir. Onun, siyasal kanısını dışa vurması, işlemlerinde bu kanısını devreye sokacağının peşinen açıklanması bağlamında düşünülür. Bu durum da, o bürokrat ile işi olan yurttaşın işi konusunda kuşkulu durumda bırakılması halini sonuçlar.

Hukuk adamı olarak acaba avukatın siyasal görüşünü dışa vurmasında sakınca görülmeyebilir mi? Bence, hayır. Ancak burada şu açıklamayı dile getirmemiz gerekiyor. Bir avukat, kişisel olarak siyasal görüşünü açığa vurduğu takdirde, pratikte, ancak o görüşü benimseyen kimselerin vekâletini üstlenmeyi göze almalıdır. Yasal bir engel söz konusudur demiyorum. Bu durum genelde bütün esnaf, sanatkâr, tüccar taifesi için de geçerlidir. İnsanlar genelde farklı bir siyasal görüşü olduğunu bildiği berbere, terziye bile gitmek istemezler, çünkü aradaki güven ilişkisinin zedelendiğini düşünebilirler. Bu durum, siyasal görüşünü açığa vuran esnafın müşterisi indinde düşeceği durum açısından kendi bileceği iştir, deyip geçiştirilebilir. Fakat o esnaf, mensubu bulunduğu kuruluşun temsilcisi ise ve kuruluşu adına siyasal görüş dermeyan ediyorsa, işte orada, vahim bir durumla karşı karşıya kalırız.

Esnaf ve ticaret odası başkanının veya hekimler odası, ziraat odası başkanlarının vb. benimsediği bir siyasal görüşün bulunması kişisel olarak onu bağlar. Ancak o başkan kuruluşu adına konuşuyorsa, o görüşü benimsemeyen yurttaşlar indinde o kuruluş ile veya onun mensubu ile ilişkisi olan yurttaş nezdinde o meslek erbabının düşeceği güven zedelenmesi o meslek ve sanat erbabının hepsini ilgilendirir. O açıdan kuruluşu adına konuşan kimsenin bu duruma hassasiyet göstermesi ve son kerte dikkatli olması beklenir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Çürüyorsunuz!

Çok üzgünüm.

Sizler gibi, herkes gibi…

Herkes dedim de…

Orada duralım.

Böyle zamanlarda alışıldığı ve köşe yazarlarından beklendiği gibi bir “acı ve yas” yazısı yazmayacağım.

İki nedeni var. 

Birincisi… Ne olursa olsun, ateş hep düştüğü yeri yakıyor ve bizim kelimelerimiz bu kadar keskin acılara değmiyor!

En yürekten kelimeler bile okurla yazar arasında “dostlar taziyede görsün” kıvamında bir ilişkiye dönüşüyor.

Bunu istemiyorum. Çünkü bu acı tarif edilemeyecek kadar büyük, çok büyük.

İkincisi… Üzüntümü dile getirmek yerine Soma acısının üzerine çullanan siyaset vampirlerinden, sosyal medyaya hâkim olan çirkinlikten duyduğum mide bulantımı paylaşmak istiyorum.

***

Paralel tayfanın Twitter hesaplarının hemen çirkinleşmesine şaşırmadım.

Onların durumu ve misyonu belli.

Esas asap bozucu olan, aylardır yavaş yavaş çıldırmanın eşiğine gelen malum sosyal, kültürel sınıf. Normal zamanda gazetelerde işçilerle ilgili haberleri görünce sayfayı hızla çeviren, grev lafını işitince “lanet olsun, yine işler duracak!” diye düşünen bu çevre birdenbire genel grev çağrısı yapmaya başladı.

Facebook’a, Twitter’a bakın… 

Sanırsınız ki, hepsi çekirdekten Marksist! 

Sanırsınız ki, işçi hakları ve çalışma koşullarından söz eden solcuları uzun yıllar boyu her gördüğü yerde sopalayanlarla aynı sınıftan değiller!

Bari susup fırsat bu fırsat “halkı dinleme”yi öğrenseler… Mesela bir sorsalar kendilerine; neden o işçi ambulansa alınınca kirli çizmelerini çıkarmak istedi?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Emre Aköz: Şuursuz kapitalistler

Lafı Soma’daki faciaya getirmeden önce, geçenlerde meydana gelen bir trafik kazasından bahsetmek istiyorum. O kaza, hayatın nasıl da basit ilkelerin etrafında döndüğünü gösteriyor.

Kaza otobüs durağında meydana gelmişti: Belediye otobüsü, halk otobüsüne sağ taraftan, 45 derecelik bir açıyla vurarak devrilmesine yol açmıştı.

Sadece bu görüntüye bakarak bile kazanın oluş şeklini anlamak mümkündü: Halk otobüsü soldan gelmiş, hızla belediye otobüsünün önüne girmeye çalışmıştı. Belediye otobüsü de aynı anda hareketlendiği için, diğerine vurarak devrilmesine yol açmıştı.

Halk otobüsü şoförünün o tehlikeli manevrayı niye yaptığını aslında herkes biliyor: Daha fazla kazanmak için… 

Şoförün iki rakibi birden var: Diğer halk otobüsleri ve belediye otobüsleri… Bu ortamda ne kadar çok müşteri “kaparsa”, o kadar çok kazanıyor (veya işini garanti ediyor.) Bu yüzden kurallara uymuyor.

Belediyenin şoförünün aylığı ise sabit: Daha fazla yolcu taşıdığında, daha çok kazanmıyor. Bu yüzden kuralları çiğneme ihtimali azalıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Okay Güray Bülbül: İşverenlerin YÜZDE 41’i kanunda yazanı bilmiyor

Geçtiğimiz yıllarda yürürlüğe giren İş Güvenliği Kanunu, işverenlere birçok sorumluluk yüklüyor. Fakat Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yaptığı ankete göre işverenlerin yüzde 35’lik kısmı yükümlülüklerini kısmen biliyor. Patronların yüzde 6’sının ise hiçbir düzenlemeden haberi yok.

Manisa’nın Soma İlçesi’nde yaşanan felaket gözleri yeniden iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerine çekti. Maalesef işyerlerinde iş kazalarıyla ilgili alınan tedbirlerin yetersiz olduğu açıkça ortada. Kanuni düzenlemeler çok daha geniş korumalar öngörürken, uygulamada ne yazık ki gerekli tedbirlerin alınmadığını gördük. 

AVRUPA ORTALAMASININ 4.5 KATI 

Çin ve ABD’de meydana gelen maden kazaları incelendiğinde taş kömürü için üretim başına düşen ölüm oranlarının Türkiye’den düşük olduğu görülmektedir. Türkiye’de milyon ton başına düşen ölüm sayısı Çin’dekinin yaklaşık 5 katıdır. Bununla birlikte, Türkiye’de maden işçisi ölümleri oranı Avrupa ortalamasının yaklaşık 4,5 katıdır. 

AVUSTRALYA’DA YÜZDE 0.004 

Madenlerin sayısının çok fazla olduğu Avustralya’da 2007 yılından bu yana madenlerde yaşanan iş kazalarında 36 işçi hayatını kaybetmiş. Madencilik sektöründe her 100.000 işçiden yüzde 3,84’ü ölümlü iş kazası geçirebilme ihtimaline sahip. Yani Avustralya’daki madenciler Türkiye’dekilere göre çok daha güvenli çalışıyorlar, çünkü madencilik şirketleri yeni teknolojileri çok daha çabuk şekilde kullanmaya başlıyorlar. 

ASIL SEBEBİ TAŞERON SİSTEMİ

Madenlerde yaşanan kazalara baktığımızda karşımıza en büyük sorun olarak taşeron kullanımı geliyor. Soma’daki kazada da görüldü ki, denetimler mevcut durumun kanunlara uyumunu denetliyor. Fakat kullanılan teknolojinin yeterli olup olmadığı, işçiler için alınabilecek daha iyi önlemlerin neler olabileceği gibi konular denetimlerde incelenmiyor. Böyle olunca da, taşeron şirketler denetimden geçseler bile, o şirketlere bağlı madenlerde çalışan işçilerin güvenliğini sağlayamamış oluyoruz.. Madenlerde taşeron kullanımı bu şekilde sürdüğü müddetçe iş kazası sonucu ölümler engellenemeyecektir.  

İŞ GÜVENLİĞİ BİLİNCİMİZ YOK 

Yaşanan kazanın ortaya koyduğu durum, geçen hafta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yaptığı ankette de aslında açıkça görülüyor. Anketin sonuçlarına göre, işverenlerin yüzde 35’i yükümlülüklerini kısmen bildiğini ifade ederken, yüzde 6’sı hiç bilmiyor. Yani iki yıldır yürürlükte olan kanunun gerekleri işverenlere anlatılamamış. İşyerlerinin yüzde 45,2’si işyeri hekimi, yüzde 35,8’i iş güvenliği uzmanı görevlendirmesi yapmamış. Yine işverenlerin yüzde 56,6’sı işyeri sağlık ve güvenlik birimi kurmamış.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Vedat Bilgin: Bir Yudum Soluk

Yerin katbekat altında emeğini koyarak, ekmeğini çıkarmaya çalışanlar; yer altı maden işçileri. Sizin kazancınız, sizin emeğiniz ve ekmeğiniz ne kadar kutsaldır ne kadar mübarek… Bunu anlatmak hiç de kolay bir şey değildir. 

Yer altında çalışanların, ekmek mücadelesini anlatan çok sayıda sanat eseri, hikaye ve roman mevcut değil. Bir konu ne kadar az işlenirse ne kadar edebi/ sanatsal ortamlara yansırsa, kamusal alanda da o kadar az yer tutar, gözden uzak kalır. Böylece ne zaman bir maden kazası, ne zaman bir faciayla karşılaşırsak meseleyi o zaman konuşup sonra unutmaya bırakıyoruz; ama ateş düştüğü yeri yakıyor. 

Yerin altında nefes almak 

Soma’da kaybettiğimiz yüzlerce canın acısı, yüreklere düşen yangının sarsıntısı unutulacak gibi değildir. Bu meselenin öyle kolay kolay unutulacak bir tarafı yoktur ve unutulmaması gerekir. 

Türkiye’de iş kazaları, maden ocağında yaşanan facialar, çalışma hayatında yaşadığımız felaketler, benim gibi “doğrudan doğruya emek hareketiyle ilgili çalışma”lar yapan, akademik öznesi, çalışan ve emek olanlar açısından ayrı bir öneme sahiptir. 

Düne kadar  “iş güvenliği yasası” olmayan bir ülkede, bu yasanın eksikliklerine rağmen uygulamaya girmesi önemlidir; fakat burada başka iki önemli soru vardır. Bunlardan birincisi, yasalara rağmen çalışma hayatında egemen olan “iş kültürü”nün yasanın gerektirdiği yeni davranışları benimseme konusunda karşılaşılan direnç. İkincisi ise işverenin bütün bu düzenlemelere sadece bir “maliyet meselesi” olarak bakmasıdır ki bu da yine konunun, “çalışma ve iş güvenliği” kavramını birlikte ele alan bir anlayıştan uzun süre uzak olmasıyla ilgilidir. 

Soma’da yaşanan olayın gerçek nedenlerini henüz bilmiyoruz. Bu durum mutlaka ortaya çıkacaktır. Eğer yasaya uygun düzenlemelerin yapılmaması, bir ihmal ve kusur söz konusu ise gereği yapılır fakat düzenlemelerin kapsamadığı bir sorun varsa, o zaman mevcut yasanın yeniden ele alınıp eksikliklerinin giderilmesi gerekir. Olay bütün bunların dışında bir niteliğe sahipse, o zaman kaza olarak bakılabilir. Bütün bunlar için zaman erkendir ve henüz karar verecek durumda değiliz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız