MHP’nin çatı hesabı tutar mı?

Olaylar
Star gazetesinden Fehmi Koru, Yalçın Akdoğan, Ahmet Taşgetiren, Beril Dedeoğlu, Sibel Eraslan; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Ali Bayramoğlu, Yusuf Kaplan; Sabah’tan Mehmet Barlas, Mahmut...
EMOJİLE

Star gazetesinden Fehmi Koru, Yalçın Akdoğan, Ahmet Taşgetiren, Beril Dedeoğlu, Sibel Eraslan; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Ali Bayramoğlu, Yusuf Kaplan; Sabah’tan Mehmet Barlas, Mahmut Övür, Haşmet Babaoğlu; Akşam’dan Kurtuluş Tayiz, Emin Pazarcı, Mehmet Ocaktan bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Fehmi Koru: Feryatlar ve çığlıklar yükseliyor, ama…

Biraz önce izlediğimde YouTube üzerinden ulaşan 19 milyon 957 bin 643. meraklı olmuştum; önceki yarım-cümleyi yazdıktan sonra yeniden baktım, benimle birlikte 20 bine yakın kişi daha izlemiş İngiliz gencinin ‘Look up’ (‘başını kaldır’) isimli videosunu… 25 Nisan’dan buyana 20 milyon insan…

Gary Turk’ün şiirsel mesajı çok açık: Bugünün genci elektronik cihazlara bağımlılığı yüzünden ‘insan’ olma özelliklerinden çoğunu kaybediyor ve kalabalık içinde yalnızlaşıyor… “Telefonlarımız akıllandıkça bizler aptallaşıyoruz” diyor Gary…

Mesaj basit olmasına basit, ama önemli. Yanyana yaşadığı halde birbirleriyle ilişkisi giderek sanallaşan, yüzyüze geldiğinde bile elektronik cihazlarından uzak kalamayan bir insan sürüsüne dönüşüyoruz… Bugünün bebekleri tabletli ortamlara doğuyor ve sokağı tanımadan büyüyorlar…

Dünyanın dört bir tarafından 20 milyon kişi, içlerinden birinin kopardığı feryadı, yine sanal dünyanın sağladığı imkânı kullanarak işitiyor.

Bunu bir kenara not edin…

Eş zamanlı bir gelişme de kitap dünyasında yaşanıyor. Sınırlı bir ilgiyle karşılaşacağı beklentisiyle bir üniversite yayınevi (Harvard University Press) tarafından yayınlanmış, Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty’nin yazdığı ‘Capital in the Twenty-First Century’ (‘21. Yüzyılda Kapital’) adlı eser, başta ABD olmak üzere, Batı’da kapış kapış gidiyor…

Matbaalar 700 sayfalık eseri kitapçılara yetiştiremiyor. İnternet kitapçısı Amazon kitapla ilgili sayfasına günler öncesinden “Geçici olarak elimizde yok, sipariş verin, gelince gönderelim” duyurusunu koydu. Çok meraklı olanlar ancak e-kitap olarak indirip okuyabiliyor.

Kimi, yazarının ‘solcu’ kimliği ve adındaki ‘kapital’ sözcüğünden hareketle Karl Marx’la ilinti kurarak kitaba önyargıyla yaklaşsa da, Piketty’nin tezinin Marksizm ile bir ilişkisi yok. Kendisiyle yapılmış bir röportajda, Piketty, Marx’la ve özellikle de başeseri ‘Kapital’le gözünü yormadığını, kitabının kolay ulaşılabilir verilere dayandığını açıkça söylemiş…

Fransız profesörün ‘Kapital’ kitabının tezi karmaşık değil: Bütün aksine iddialara rağmen, gelişmiş ülkelerde gelir dengesizliği fakirlerin aleyhine; fakirlerle zenginlerin gelirlerinin arası açıldıkça açılıyor. Dünya gelirinin yüzde 25’ine hükmeden ABD’de, nüfusun yüzde 1’i ülke gelirinin yüzde 20’sini alıyor… Bu oran 32 yılda yüzde 10’dan yüzde 20’ye çıkmış bulunuyor… Gelir artıyor, ama artan gelirin yarısı nüfusun yüzde 10’unu teşkil eden zenginlere gidiveriyor…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yalçın Akdoğan: Özerklik manipülasyonu

Dün Milliyet’te yer alan bir haberde HDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan’ın, Abdullah Öcalan’la devlet heyeti arasında yapılan görüşmelerde iki konuda mutabakata varıldığı, bunların “Bölgesel Özerk Yönetim Yasası” ve “Demokratik Sivil Toplum Yasası” olduğu belirtiliyordu. Bu haber HDP tarafından yazılı açıklamayla yalanlandı, Buldan’ın sözleri arasında böyle bir mutabakat ifadesinin bulunmadığı söylendi. 

Gazete haberlerine gözü kapalı atlamaya alışan bazı siyasetçiler bu yalan habere de hemen balıklama atladılar. Malum son zamanlarda bir moda var. Gazete başlıkları düzeyinde toplanan bilgileri bir araya getiriplaf cambazlığı yapmayı siyaset zanneden bazı politikacılar ağızlarını doldura doldura konuşmayı, boş ve derinliksiz laflarla rakiplerini yerden yere vurmayı çok seviyorlar. Büyük konuşmak ile boş konuşmak arasındaki ince çizgi çok kolay aşılıyor.

***

MHP’li bir sözcü, Buldan’ın sözleriyle ilgili haberden sonra PKK’nın Türkiye’nin bölünmesi konusunda Başbakan Erdoğan’la anlaştığını ve bunun ihanet olduğunu söylüyor. Hükümetin PKK ile siyasi özerklik projesinde anlaştığı iddiası üzerinden ihanet suçlamasında bulunmak MHP’lilerin uzun süredir bıkmadan tekrar ettiği bir konu… Hükümetin açıklamalarını kale almayan MHP’liler PKK tarafından edilen her lafın üzerine kutsal metin gibi atlıyorlar.

Demokratik açılım sürecinden bu yana MHP, AK Parti’nin vatanı sattığını iddia edip duruyor. 2005’ten beri her türlü uydurma iddia üzerinden hükümete demedik laf bırakmadılar. Ama ortada ne bir satış var, ne bir pazarlık var, ne de ülkenin aleyhine işleyen bir süreç var. 

Çok ileri lafları çok kolay ve sürekli söylemek inandırıcılığı ve ciddiyeti ortadan kaldırır. MHP sözcüleri düştükleri komik durumu artık anlamalıdır.

Hükümet afaki her iddiayı ve boş lafı yorumlamak veya yalanlamak durumunda değildir.

PKK son dönemde bağımsız bir ulus devlet peşinde olmadığını söylerken bunun yerini dolduracak siyasi proje olarak ‘özerklik’ten bahsediyor ve kitlesini bununla motive etmeye çalışıyor.

Terör örgütlerinin en ileri ütopyalardan bahsetmelerinin ciddiye alınacak bir tarafı yoktur. Siyasi partiler de bizim kabul etmediğimiz siyasi söylemlerde bulunabilirler, demokratik hukuk sistemi içinde başkalarına aykırı gelen fikirleri tartışabilirler. Her kafadan çıkan sesi hükümetin kabulü gibi görmek ve takdim etmek büyük haksızlık olur.

Bu konular 100 yıldır Türkiye’de tartışılır durur ama halkın istemediği hiçbir şey olmamıştır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Çocukları korumak için

Bir grup yazar olarak, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam’la bir araya geldik. 

Bakan, çocuklara karşı işlenen suçlar ve çocukların korunması üzerine yaptıkları çalışmaları anlatmak, yazarların düşüncelerini öğrenmek ve medyanın bu konuda bakanlıkla nasıl bir yardımlaşma içinde bulunabileceğini istişare etmek istiyordu.

Son, diyelim bir ayda gündeme gelen cinayetler, tecavüzler, problemi deyim yerinde ise toplumun yüreğinde patlatmış bulunmaktaydı. Alarm ise bundan daha sarsıcı bir alarm olamazdı.

Ne oluyordu bize?

Bu soru bana, Moral FM’le haftada bir Çarşamba günleri yaptığımız “Ufuk Turu” programında sorulmuştu.

Ben de “Evet, demiştim, bir “Biz”imiz vardı, şimdi o “Biz”in ne olduğunu, nereye gittiğini, onda nelerin eksildiğini, yeni “Biz”in içine nelerin nüfuz ettiğini düşünmek zorundayız.”   

Çocuğu “Allah emaneti” olarak gören bir toplum zihniyetinden uzaklaşıp, ona yönelik tecavüzü, öldürmeyi konuştuğumuz bir zamana gelmişiz.

Cami duvarlarına kuş evleri yapan bir medeniyet dünyasından uzaklaşıp, kediler üzerinde atış talimi yapılan, üstelik bunu çocuklarımızın yaptığı bir dünyaya gelmişiz.

Hayvana sövmenin yasaklandığı bir inanç – kültür ikliminden, insanın bile aşağılandığı zamanlara savrulmuşuz.

Ne oldu bize?

Bakanlık, hazırladığı ve yazarların önüne koyduğu bir metinde şu soruların cevabını arıyor:

“- Suç işleyen tipolojiyi ortaya çıkaran nedir? Çözüm yolları nelerdir?

– Canavarca hisle suç işleyenler, insani değerlerini nasıl kaybediyorlar?

– Yaşanan olumsuz olaylar toplumsal yapımızda bir soruna mı işaret etmektedir, yoksa münferiden cani kişilerce mi gerçekleştirilmektedir?

– İnsani değerler neden ve nasıl kaybedilmektedir? Topluma-bireye nasıl yeniden kazandırılabilir? Çocukluk dönemindeki eğitimin önemi nedir ve içeriği nasıl olmalıdır?”

Özet şu:

Çocuğa karşı cinayete kadar varan suç şeklinde ortaya çıkan bir toplumsal sancı vardır, bunun kökünde “insani değer kaybı” bulunmakta ise, biz bunu nasıl kaybettik, nasıl bulabiliriz?

Tabii burada en kritik mesele, “insani değer”in ne olduğu, ve onun topluma nasıl kazandırılacağı meselesidir.

Suçu görüyoruz. Hele suç, kendimize daha yakın mesafede gerçekleşiyorsa, hele suçun ürettiği ateş kendi evimize düşüyorsa daha çok görüyoruz. O ortamın sıcaklığı içinde “Bir şeyler yapılmalı” çığlığını da atıyoruz.

Ama, “İnsani değerler” başlığı altına maddeler sıralanmaya başladığında, içinde yoğrulduğumuz sosyo – kültürel zemine göre tepkiler gelmeye başlıyor.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Ak Parti iktidarları bünyesinde oluşturuldu. 

Ak Parti, kendisini “muhafazakar – demokrat” olarak niteliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Beril Dedeoğlu: Boko Haram

Boko Haram, 14 Nisan’da Nijerya’nın Borno Eyaleti’nde 274 kız öğrenciyi kaçırdı ve örgüt lideri, kızların Çad sınırına yakın yerlerde 10 dolara satılacaklarını duyurdu. Diğer bir ifadeyle kızların başka bir ülkeye satılacağı, dolayısıyla bulunmayacakları tehdidi savrulmuş oldu. Eylemin gerekçesi olarak da, bu kızların batı tipi eğitim almaları olarak açıklandı.

Çad sınırına yakın üç eyalette son bir yıldır iki bine yakın kişinin öldürülmesinden sorumlu tutulan örgüt, on yıldan fazla zamandır ülkede faaliyet gösteriyor. Ülkenin şeriat hükümlerinin geçerli olduğu kuzey ve kuzey doğu eyaletlerinde giderek gücünü artırmış olan Boko Haram, adını ilk kez Kamerun sınırına yakın yerlerde ve Nijerya güvenlik güçlerine karşı yaptığı eylemlerle duyurmuştu. 2009’dan itibaren ise sivilleri hedef almaya başladı, 2008’de bin kadar kişi öldürüldü, üç binden fazla kişi ise göç etmek zorunda bırakıldı.

El Kaide ile bağlantısı olan ve Afrika Taliban’ı olarak tanımlanan Boko Haram, sonraki yıllardaki eylemlerini ‘Batı’yı hedef alarak sürdürdü. Kiliselere, BM binalarına ve okullara saldırılar düzenledi. Gayet tabi eylemlerinin bütününde devlet başkanı Goodluck Jonathan’ın hedef alındığını da belirtmek gerekiyor.

Sallanan Nijerya

Nijerya, 2003 yılına kadar sabah erken kalkanın gidip darbe yaptığı bir ülke olarak yaşadı. Her darbe döneminden sonra yeniden cumhuriyet ilan edilmiş olsa da, bunların ömürleri uzun sürmedi. 2003 ve 2007 seçimleri son derece şaibeli geçti, seçilen başkanlar ölünce yerlerine yardımcıları başkan oldu.

Nijerya, dünyadaki petrol üreticileri arasında 10., petrol ihracatçıları arasında da 6.sırada yer alan Kara Afrika’nın en zengin ve 140 milyonluk nüfusuyla en kalabalık ülkesi. Petrol yatakları, Boko Haram’ın faaliyet önceliği olan bölgede olmasa da, örgütün Nijerya’daki en büyük petrol yatırımcısı Shell’e karşı da bir dizi eylem gerçekleştirdiği biliniyor. Hatta bir dönem petrol firmaları birleşip kiralık güvenlik güçleri oluşturmuş ve kendilerine yapılan eylemlere karşı bu birliklerle mücadele başlatmışlar.

Ülkenin yaklaşık yarısı Müslüman ve fakir kuzey eyaletlerinde yaşıyor, diğer yarısı ise Hristiyan ve zengin bölgede yoğunlukta. Boko Haram her ne kadar batılı eğitimin reddedilmesi ve şeriatın gelmesi konusunda faaliyet gösteriyorsa da, esas motivasyon kaynağı Müslümanların zenginliklerden yararlanmadığı gerçeği.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Sibel Eraslan: Müslüman kadına dair onurlu duruş: Şule Yüksel

Geçtiğimiz akşam Şule Yüksel Kız Öğrenci Yurdu’nun düzenlediği gecedeydik. 200 öğrencisi var yüksek tahsil kız talebe yurdunun. Yurtdışından gelen talebeleri, Anadolu’nun dört yanından bir harf uğruna çıkıp gelmiş kızları, şehit yetimleriyle unutulmaz bir gece yaşattılar. Onur konuğumuz yazar Şule Yüksel Şenler’di. Kız yurdu, ismini aldıkları büyükannelerine kavuşmanın heyecanını yaşıyordu, öncüleri, yol açıcıları Şule Yüksel’i sevinçle karşıladılar… Yazar Demet Tezcan’ın kolunda girdi yurdun kapısından Şule Hanım… İslam davasına adanmış nesiller yan yanaydı… 

Şule Hanım 1938 doğumlu, Demet’le ben onun evladı yaşındayız, öğrenci yurdundaki kızlarsa bizim çocuklarımızın yaşlarında, yani üç nesillik bir zaman köprüsüydü bu akşam… Nice zorluklarla gelinmişti bugünlere. Ezanların yasaklandığı, kitapların yakıldığı, Ayasofya’ların kilitlendiği günlerden, başörtülü kızların yerlerde sürüklendiği vakitlerden, Merve Kavakçı’nın önce Meclis’ten ardından vatandaşlıktan atıldığı zamanlardan, hasılı, yaklaşık elli yıllık kapkaranlık bir tünelden geçip gelmiştik bu geceye… Konuğu olduğumuz genç üniversitelilerin yüzleriyse ışıl ışıl parlıyordu, bakışlarındaki kararlılık, özgüven, öğrenme aşkı, emin olun çektiğimiz onca mihneti onca çileyi uçuruveriyordu sırtlarımızdan… Ağır seferlerden nice hasarlarla ama Allah’ın yardımıyla sağsalim çıkabilmiş gemilerin limanındaydık. Şule Hanım’ın kollarına girip birer kanat olup onu uçuruveriyordu gerçi gençler, yorgun olmasına rağmen yine de hitap etti bizlere, dallarında meyve yüklü bir hayat ağacını dinler gibi, etrafını sarmıştı üniversiteliler… “Sizler benim hayalimdiniz, gerçek oldunuz” derken, tabir edilmiş bir rüyayı anlatıyordu sanki Şule Hanım… TÜRGEV Genel Müdür Yardımcımız Fatma Taş’la uçak, tren, minibüs ne bulursak atlayıp gittiğimiz Anadolu’nun ışıkları yüreğimizde, revirlerinde birkaç saat uykuyla dolandığımız kız yurtları aklımızda… Demet Tezcan’ın ayağının tozuyla geldiği uzak ülke Patani kalbimizde… Menisküs yırtılmasıyla sürüklemeye çalıştığım adımlarım üzerinde: “Allah’a bin şükür ki bu güzel ve idealist insanların arasında olmayı nasip etmiş Rab!” dedim… “Her şey kötü gitmiyor be hayatta!” dedim bunca kahır, bunca çileye rağmen, iyilik var bu hayatta, iyi insanlar hep var! Onurundan ve cesaretinden, inancı ve metanetinden kaybetmeyenler var iyi ki, onlara bakınca, değer diyor insan, değer insanlığa…

İHH Patani’de kurduğu yetimhanede, ümmetin kimsesizlerine uzanacak elleri buluştururken, Şule Yüksel Hanım da katılmış bu seferberliğe. Lakin yetimhanenin açılışına iştirak edememiş. Demet Tezcan, Semanur Sönmez ve Şule Hanımın yoldaşı Aişe ile düşmüşler Patani yollarına. “Çok istedim ancak sağlığım elvermediğinden gidemedim, ama bana sürpriz yaparak Patani’deki yetim çocuklarımızı getirmezler mi bana, kapı çalınca bir de ne göreyim, evin içi çocuklarımızın sesleriyle doldu taştı” diye anlatıyor Şule Hanım devamını… Şule Hanım’ın dünyaya getirdiği çocuğu yok belki, ama onun dünyaya getirdiği bir dolu çocuk var, İstanbul’dan Patani’ye kadar, nice evlada analık etmiş bir kadın olarak, Hz.Asiye’nin şefaati parlıyor alnında…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: Boko Haram örgütü ve kaçırılan kızlar…

Son yirmi yılda, Müslüman coğrafyaya yönelik bütün müdahaleler bölge ülkelerinin zaafları kullanılarak gerçekleştirildi. Aynı dönemde, Batılı ve Doğulu merkez güçlerin aynı bölgelere yönelik bütün müdahale ve operasyonlarında, terörü mücadele biçimi olarak kullanan bazı Müslüman örgütler gerekçe olarak kullanıldı.

Meşru amaçlar içeren bir mücadelenin gayri meşru yöntemlerle kirletilmesinin sayısız örneklerine tanık olduk. Haklı bir mücadele ile terörü ve gayri meşru yöntemleri öne çıkaranlar, merkezinde bulunduğumuz veya en azından ilgi gösterdiğimiz coğrafyaya çok ağır bedeller ödetti.

Sadece El Kaide üzerinden onlarca ülke iç savaşlarla, işgallerle, istikrarsızlıklarla boğuştu, boğuşuyor. Bu örgütler ve kullandıkları yöntemler, çok ağır ve kirli amaçlar için kamuflaj olarak kullanıldı. Örgütler de müdahil güçlere inanılmaz fırsatlar sundular.

Yüz yıldır yaşananlara duyduğumuz öfke ile, coğrafyaya yönelik müdahalelere çok ciddi reaksiyon gösterdik ama ne yazık ki bu örgütlerin kirli yöntemlerini o kadar başarı ve cesaretle sorgulamadık.

Kanlı eylemleri yeterince kınamadık, bunu yapanlara açık tavır almadık, bu itirazı kitleselleştiremedik. Kötülüklere karşı mücadele ederken, içimizde yer edinen kötülükleri dışarı atamadık.

Varolan, Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan yapıların, rejimlerin kitleleri, toplumları temsil etmediğini hatta onlara dışarıdan gelenlerden daha çok zulmettiğini bildiğimizden örgütlerin mücadelesine sempati duyduk.

İlkeli bir duruştan ziyade reaksiyon gösteren herkesi, içimize sinmese de, bu büyük mücadelenin bir parçası gördük, onları haklı göstermeye çalıştık. Böylece ülkelerimize yönelen kötülükle mücadele ederken içimizde başka kötülükler büyüttük.

Müslüman toplumların, aydınların, ülkelerin, bu örgütlerin yöntemleri üzerine derin sorgulamalar yapması gerekiyor. Söz konusu örgütlerin ya da organizasyonların bir çoğunun taşeron yapılar olduğunu, bir çoğunu çok iyi bildiğimiz ülkelerin istihbarat teşkilatlarının organize ettiğini, o ülkelerdeki kaynak savaşının tarafı olan devlet ve şirketler tarafından finanse edildiğini ortaya koymak gerekiyor. Din, mezhep ve etnik çatışmaların hemen hepsi benzer kirli organizasyonlardan besleniyor.

Sadece son yirmi yılda öyle çirkin örnekler gördük ki, bu örnekleri içimizden temizlemeden coğrafya için, insanlık için bir gelecek kurmamızın mümkün olmadığını bilmeliyiz.

Son örnek Nijerya’dan. Batılı eğitim sistemine karşı esaslı bir karşı çıkışa dayanan bir yapı zamanla ülkedeki Müslüman-Hristiyan savaşının parçası oluyor. Ardından petrol zengini ülkedeki kaynak savaşının parçası haline geliyor. İşte bunlar oluşunca da örgütün yapısı değişiyor, arkasındaki güçler farklılaşıyor, karşı durduğu güçler o örgütün arkasındaki güç haline geliyor.

Dünya günlerdir Boko Haram örgütünün kaçırdığı kızların akıbetini sorguluyor. Bu kızları köle olarak satacaklarını söyleyen örgüt temsilcisinin sözleri aslında nasıl bir savrulma yaşadıklarını da gözler önüne seriyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Bayramoğlu: İmralı, AK Parti ve cumhurbaşkanlığı…

Kürt sorunu artık sadece can yakan bir sorun değil, bir can simidi, bir umut aralığı. Türkiye’nin demokrasiyle, demokratik geri dönüş imkanıyla, demokratik gelecek tasavvuruyla arasındaki en önemli köprü, en önemli bağ.

Barış süreci, Kürt meselesinde, Türk siyasi modelinin elden geçirilmesi ve demokratikleştirilmesiyle eş değer. Sadece yerel yönetimler düzeyinde yaşanacak bir yeniden yapılanma, yerel yetki artırımı, Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nın ilgili hükümlerine kapı açılması bile bu açıdan tek başına anlam taşır.

Bunu takiben geçen yıl Nevruz’da silah yerine siyaset ilkesini açıklamış olan Kürt Siyasi Hareketi’nin silahtan arındırılması, mensuplarıyla ilgili geçişli, kademeli bir entegrasyon planının uygulanması Kürt sorununda çözüm yolunun büyük bir kısmını oluşturur.

Kabul etmek gerekir ki, Türkiye bu konuda kendisine oranla önemli bir yol aldı.

Özellikle AK Parti dönemi, kim ne derse desin, kültürel haklar, siyasi ifade ve örgütlenme, barış sürecinin alt yapısının oluşturulması gibi konularla önemli gelişmelere tanıklık yaptı. Hükümetin iniş çıkışları, zaman zaman güvenlik politikasına ve güvenlikçi söyleme sarılması, KCK davalarından hapiste olan yüzlerce kişi ve Terörle Mücadale Kanunu’nun varlığı ve yarattığı ağır tahribata rağmen bu temel olarak böyle.

Geçen yıl bahar ayında açılan yeni sayfa bu açıdan bir kilometre taşıydı ve önemliydi.

Ne var ki, ardından, bir sonraki sayfaya geçmek mümkün olmadı.

Ciddi bir güven bunalımı, karşılıklı tedirginlikler, çekilen PKK’lıların arkasından devletin o alanı tahkim etmesi, PKK çekilmesinin istikametinin Rojava olması ve benzeri nedenler bu geçişi engelledi.

İktidar açısından Gezi olaylarının yarattığı güvensizlik ve asayiş ortamı, gündemin Gezi üzerinden farklı bir toplumsal muhalefet meselesine kayması, bunları takiben 17 Aralık baskını, bu baskın atmosferinde geçen seçim kampanyası ve seçimler… Tüm bunlar da bir sonraki sayfaya geçilmesini zorlaştıran ortamı oluşturdular.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yusuf Kaplan: Hakikat medeniyeti: Akleden kalbin meyvesi

Din, hayat’ın kaynağıdır. Medeniyetse, hayata hayatiyet kazandırma fütûhâtı. Hakikatin hayatına ve hayatın hakikatine… İnsana, tabiata ve bütün varlığa…

Medeniyet, kalbin işlediğinin, işgördüğünün ve işini iyi gördüğünün alâmet-i fârikası ve vasıtasıdır. Kalbin çalışıyor olması ise, ruhun atılım yapmasının yegâne şartı. Ruhun hayat bahşeden fütûhatının.

‘AKLEDEN KALP’ MEDENİYETİ

Medeniyetin merkezinde kalp vardır: Akleden kalp. Kalp atıyorsa, orada hayat vardır ve hayatiyetini sürdürüyor, demektir.

Burada dikkatimizi çekmemiz gereken hakikat şu: Medeniyetin bir merkezi vardır. Aklı da, gözü de, ruhu da, sözü de harekete ve hayata geçiren bir merkezi: Kalp.

Kalp, yaratıcı ruhun kaynağıdır. Vicdanın. Fıtratın. Ümmîleşmenin. Su katılmamışlığın. Saflığın. Arı-duruluğun. Hakikatin yani. Hakk’ın hakikatinin.

O yüzden, hem hayatın hakikatinin, hem de hakikatin hayatının, hayat bulmasının, hayat olmasının, herkese ve her şeye hayat sunmasının doğurgan dölyatağı.

Müslüman şehirde cami, insandaki kalbin işlevini yerine getirir: Hayatın merkezi, camidir. O yüzden cami, her gün beş defa insanları yıkayan ve arındıran gürül gürül akan bir çağlayanı andırır. Tıpkı kalbin bedeni ve ruhu her dâim arındırması ve temizlemesi gibi.

Akıl ise, kurucu iradenin vasıtasıdır. Eğer akıl, kalple buluşabilirse, hayata da, hakikate de giden yapı taşlarını döşeyen bir kurucu irade vazifesi görür. İnsanın yükümlülüklerini hakkıyla yerine getirmesinde rolünü bihhakın yerine getirir.

AKLIN SÜRGÜNÜ: SİVİLİZASYON / UYGARLIK

Ama eğer akıl, kalple buluşamaz da, kendi başına hareket etmeye kalkışırsa, kurucu iradenin kaynağı yıkıcı ve yok edici bir kudrete dönüşür; şiddetin ve şirretliğin kaynağı olur. İnsanın taşımayacağı bir yük hâline gelir.

Sivilizasyon yani uygarlık, hakikatin bittiği yerde başlar ve hayatı da bitirir. O yüzden uygarlık eleştirileri yerden göğe kadar haklı. Ama uygarlık eleştirilerinin medeniyet eleştirileri olarak yapılması ise sonuna kadar, dibine kadar hastalıklı.

Uygarlığın kaynağı, tek dayanağı akıl’dır. Akıl (ration), ölçmeye biçmeye, hesap kitap yapmaya, insanlar, hayat ve hakikat üzerinde tahakküm kurmaya ve tahakküm kuran kişilerin kurulu düzenlerini aklamaya yarar.

Akıl, indirger, tecrit eder. Hayatı da, insanı da ruhsuzluğa mahkûm eder. Akıl, ayırır; bağları koparır. Kendisini bağ kuran bağ katına yükseltir. Ama ortaya çıkan şey yalnızca ağdır: Hayatı, insanı ve hakikati boğan bir ağ.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas:Kamplaşmanın sona erdirilmesi kolay olmayacak

Türkiye’deki kamplaşmayı sona erdirmek konusunda ağırlıklı sorumluluk Başbakan ve muhtemel Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a düşüyor.

Tabii ki bunun gereklerini yerine getirmek çok kolay değil… Çünkü kamplaşmanın kaynağını oluşturan ve siyaseten kronik azınlık konumunda bulunan “Beyaz Türkler” çok mutsuzlar. Her seçimden yenik çıkmaktan kaynaklanan mutsuzlukları, onları saldırganlığa ve kural tanımazlığa itiyor… Hakaret, sokak eylemlerini tahrik etmek, çarpık algı üretimi ve benzeri kural dışı davranışlar, günlük siyasetin öğeleri konumunda…

Arkasında halk desteği ve demokratik meşruiyet bulunan Başbakan Erdoğan’ın Beyaz Türklerin mutsuzluklarını ve bundan kaynaklanan kural dışılıklarını anlayıp, onlara hoşgörü ile yaklaşması tabii ki kolay değil… Kendisini hedef alan saldırılar karşısında üslubunu sertleştirmek yerine, onlara “Bağnazlığı bırakın, Yeni Türkiye’yi gelin birlikte inşa edelim” demesi ne kadar mümkündür? 

Bürokrasinin kuklaları 

Kendilerini Cumhuriyet ideolojisinin seçkinleri olarak gören Beyaz Türklerin bugüne kadar halka ve gerçeklere karşı “Bürokratik oligarşinin kuklaları” olmak konumunda bulunmalarını bir “Ayrıcalık” şeklinde algılamaları da, tabii ki tahlil gerektiriyor.

Beyaz Türklerin mutsuzluklarının yanında, “Dış Dünya”nın belirli odaklarının, Yeni Türkiye’nin mutsuzlarına cesaret veren tutumları da var. Dünkü Yeni Şafak’ta Markar Esayan bu durumu şu şekilde çok doğru tahlil etmişti: 

“- Batı ve İsrail, Sisi’nin değil, Mursi’nin yanında olsaydı, bölgeye yüzlerce yıl sonra ilk kez güven duygusu gelebilecekti… Modern yaşam biçimi diktatörlüğüne ve imtiyazlara dayanan bir kesim, Erdoğan’ı Mursi gibi devirmeye kalktılar.”

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mahmut Övür: MHP’nin çatı hesabı tutar mı?

MHP Genel Başkanı Bahçeli nihayet cumhurbaşkanlığı adaylığı için bir formül buldu. Hiç yoktan iyi denilen “açı” formülüyle MHP, siyaset üretmede bir adım öne geçmiş görünüyor. 

“Milletin aziz bir evladını çatı adayı olarak takdim edeceğiz” diyen Bahçeli’nin tarifinden “muhafazakâr” yanı ağır basan bir cumhurbaşkanı adayı çıkıyor.

Benzer bir yaklaşımı Deniz Baykal da dile getirdi. Baykal, HDP’yi de kapsama alanına alarak şöyle diyor: “Ortak aday Türkiye’nin kaderini değiştirir.

Hiçbir partinin tam istediği aday olmayabilir ama üçünün de oy vereceği biri bulunabilir. Bu her partiden olabilir. AK Partili bile.” 

Bu tarife Kemal Kılıçdaroğlu da destek verdi: “Cumhurbaşkanı adayı siyaset dışından olursa daha geniş bir kitleyi kapsar ‘çatı aday’ nitelemesine de bu şekilde uyar. MHP ile görüşebiliriz.” 

Bu açıklamaların iki önemli yanı var. Birincisi muhalefet aday bulmakta zorlanıyor.

İkincisi ise bu arayış 30 Mart öncesi oluşturulan “kutsal ittifak”ın sürdüğünü gösteriyor. Aslında bu durum muhalefetin içinde bulunduğu açmazın da bir işareti… 

Şimdi gelin 7 yıl önceye gidelim.

O dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 10 Temmuz 2007’de şöyle bir tarif yapıyor: “Partiler karşısında tarafsız bir kişi cumhurbaşkanı olmalıdır. Bu nitelikte şu an kafamda isim yok.” 

Yedi yılda bir arpa boyu yol alınmış değil. Bugün de Kılıçdaroğlu’nun kafasında bir “isim” yok. Muhafazakâr ayağı olduğu için MHP bu açıdan daha şanslı görünüyor. Ama orada da bir isim yok. Durumu MHP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan’a sordum. Adan şöyle diyor: 

“Bizim amacımız Türkiye’de kutuplaşan siyasetin önüne geçmek ve daha toparlayıcı birini alternatif olarak sunmak. Bize gelen tepkilerden, yapılan analizlerden bu sonucu çıkartıyoruz. Bu, Tayyip Bey seçilmesin diye de yapılmıyor. Demokrasi açısından bir alternatif sunuyoruz.”

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Şu kahpe dünyayı bilmeyen mi var!

“Dünyayı bilen biri” lafı beni hasta eder!

Bizim eski siyaset sınıfı ve Nişantaşı, Bağdat Caddesi, Alsancak tayfası ise pek sever.

İşin gerçeği bu laf “bu ülkede yaşayan biri olarak haddini bilip oturmak” ve “ahlaki ve insani meseleleri bir yana bırakıp fazla arıza çıkarmadan çıkarına bakmak” anlamını taşır.

Daha açıkçası…

Siyaseten “dünyayı bilmek” dedikleri… 

ABD Büyükelçisine, Devlet Başkanı muamelesi yapmaktır.

Güçlü Batı’yla ve onun Ortadoğu’daki uzantısı İsrail’le asla dalaşmamaktır.

Arapların petrolünü ve parasını önemseyip insani ve siyasi sorunlarını umursamamaktır. 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarına karşı çıkmak, NATO’ya “hoop!” demek gibi şeyleri mutlak “akıl dışı” girişimler olarak görmek ama Batı isterse Kore’ye bile asker göndermektir. 

***

Hayat tarzı ve kültür açısından ise “dünyayı bilmek” biraz daha renkli bir “eğitimli cehalet” niteliği taşır.

Kırkı yıl önce falan Rus klasiklerini okumak böyle bir anlama geliyordu. Tabii roman kahramanlarının esas meselesinin “inanç problemi” ve “Avrupa’nın İsa’sıyla anlaşmazlık” olduğunu görmezden gelerek…

İsviçre’de gece gürültülü sifon çekince kapıya polisin dayandığına ve Grace Kelly’nin dünyaya inmiş bir melek olduğuna inanmak da sizi anında dünyayı bilenler sınıfına sokardı.

Durum 90’lardan sonra yalın bir nitelik kazandı: Ana akım gazetelerin hafta sonu eklerinde çıkan yazıları ezberlemek ile “dünyayı bilmek” aynı şeyler sayıldı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kurtuluş Tayiz: İslam konferansı Eliaçık‘a emanet

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın önerisi üzerine “Demokratik İslam Konferansı” toplanıyor. Uzun bir hazırlık aşamasından sonra konferans nihayet 10-12 Mayıs’ta Diyarbakır’da gerçekleşecek.  

Solcu bir örgütün İslam konferansı gerçekleştirmesi aslında olağan bir durum değil. PKK/KCK, Marksist kökenli bir hareket. Kürt partileri de bugüne kadar kendilerini hep sosyalist bir örgüt olarak tanımladı. BDP ve HDP de bu siyasal çizginin devamı niteliğinde partilerdir. Bu siyasal hareketin öncülüğünde İslam konferansı gerçekleştirilmesi haliyle biraz şaşırtıcı geliyor. Akla gelen ilk soru, İslami bir konferansa neden ihtiyaç duyulduğu yönünde.  

Bu soruya konferansı öneren isim olan Öcalan iki boyutlu bir açıklama getiriyor. Birinci neden Ortadoğu ile ilgili, ikincisi Güneydoğu’daki siyasi durumla bağlantılı. Öcalan, Suriye’de etkili olan El-Nusra ve El Kaide gibi örgütlerin Rojava’da kendilerine karşı savaşması üzerine tedbir alma ihtiyacı hissediyor. Bu silahlı grupların PYD’nin etkin olduğu bölgelere yerleşmeye çalışması, Kürt hareketi için önemli bir sorun arz ediyor. Öcalan, şimdiden bu silahlı gruplara karşı geniş bir savunma cephesi kurmak gerektiğini düşünüyor.

İkinci önemli sebep Güneydoğu ile ilgili. Kürt hareketinin, geldiği aşamada tüm Kürtleri kapsayamadığının farkında. Marksist bir örgütün silahlı mücadele ile Kürtlerin tümünün güvenini kazanması zaten imkânsız. Silah ve şiddetle gönülleri fethetmek mümkün değil. 30-40 yıllık mücadelesinde örgüt, Güneydoğu’nun yarısını neredeyse kendisine düşman hale getirdi. Seçim sonuçları bunu açıkça gösteriyor. Kürt siyasal partileri bugüne kadar girdikleri seçimlerin hiçbirinde Kürtlerin ezici bir çoğunluğunun oyunu alamadı. Küçümsenmeyecek ama sınırlı bir halk desteğini arkasına alabildi ancak. Öcalan, bu sıkışık durumdan bir çıkış yolu arıyor. İslam’ı çok iyi bilen ve gençliğinde de dindar olan Öcalan, konferansın ana gündem maddesi olarak “Medine Sözleşmesi”nin tartışılmasını önererek, kendilerini desteklemeyen çevrelere “barış içinde birlikte yaşamayı” öneriyor. İslam’ı sahiplenerek, KCK ve BDP çizgisine uzak duran Kürtlere güven vermeyi amaçlıyor.  

Eğer konferans amacına ulaşırsa, örgütle arasına mesafe koyan muhafazakâr Kürtler, KCK ve BDP’nin bölgede kurumsallaşmasına şiddetle muhalefet etmekten vazgeçebilir. Öcalan, bu konferansın en azından taraflar arasındaki korku duvarlarını yıkmasını bekliyor. Devletle barışmaya çalışan İmralı’nın muhafazakâr Kürtlere açılması anlamlı görünüyor; sınırlı bir halk desteğiyle büyük çözümü yaratmak mümkün değildir. Öcalan bunun farkında. KCK ve BDP’nin sınırlarını aşmaya çalışıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Emin Pazarcı: Hayrola Kemal Bey 5 oldu

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye Genel Başkan olduğu 2010 Mayıs’ında büyük hedefleri vardı. Hep “başarı” ve “iktidardan” bahsediyordu. Kendisine çok güveniyor, yükseklerde geziyordu: 

-Başarısız olursam bırakırım, giderim. 

“Başarıyı” yakalamak için peş peşe adımlar attı. Parti Meclisi’ni yeniledi, kendi kadrosunu oluşturdu. Ortada ne Önder Sav, ne de Deniz Baykal bıraktı. İl ve ilçe başkanlarını, delege yapısını değiştirdi. Örgütleri budadı. 

Kendisine göre bir TBMM Grubu oluşturdu. Sonuçta büyük bir iddia ile “Yeni bir CHP” ortaya çıkardı. 

Peki ne oldu? Önce, Genel Seçimde sandık darbesi ile karşı karşıya kaldı. Sonra da yerel seçimde hayli sıkıntılı bir sonuç aldı. CHP, 51 ilde MHP’nin ardından 3. parti konumuna düştü. 

Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP’si” Genel Seçimde Doğu ve Güneydoğu’da yok oldu. Yerel Seçimde de Karadeniz ve İç Anadolu’da eridi. 

Yeni CHP, aradan geçen 4 yılda bir arpa boyu yol gidemedi. Kılıçdaroğlu’nun, Deniz Baykal’dan devraldığı CHP’nin oyu yüzde 24-25’lerdeydi. Bugün ise yüzde 26 civarında. Hem de son seçimde Cemaatten aldığı sınırsız desteğe ve muhalefet açısından son derece uygun konjonktüre rağmen! 

Yani 4 senede gelen bir başarı yok… 

Kılıçdaroğlu da bırakıp gitmeye niyetli değil. 

***

Kemal Kılıçdaroğlu, Genel Başkanlık Koltuğu’na oturduğu günden bu yana üç defa kurultay yaptı. PM ve MYK ile dilediği gibi oynadı. Önce bir grubu tasfiye etti, sonra başka bir grubu. Bir süre sonra onları da gönderdi. CHP’nin genel başkan yardımcılarını tam 5 defa değiştirdi. 

Her olayda yeni “günah keçilerı” buldu. Hep faturayı başkalarına yükledi. 

Şimdi de Yerel Seçim faturasını tahsil etmeye çalışıyor. MYK’da beşinci defa değişiklik yaptı, altı genel başkan yardımcısını gönderdi. Böylece 4 yılda 5 operasyona imza attı. Siyasette yeni bir rekor kırdı. 

Kendisi ise o koltukta oturmaya devam ediyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Ocaktan: One minute soslu Neocon trolleri

Türkiye’deki bazı Neocon trollerinin ne kadar makbul gazeteciler olduklarını kanıtlamak için şu günlerde adeta umutsuz bir çırpınış içindeler. AK Parti’nin iktidara geldiği ilk günlerde Neocon dostlarıyla göz temasını kaybetmeden iktidarın demokratikleşme hamlelerine pozitif bakmaya özen gösterdiler. 

Ama bu arada zihin radarlarını Neocon çetelerinden Türkiye ve AK Parti ile ilgili gelecek bir işaret fişeğine karşı da hep açık tuttular. 

Irak tezkere krizini bir tarafa bırakırsak, esas itibarıyla kendilerini gazeteci gibi pazarlamaya çalışan bu Neocon trollerinin demokrasi kimyasını Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “one minute” çıkışı bozmuştur. O günden itibaren Türkiye medyasındaki bazı liberal ahmaklar dahil, part -time demokratların algı kontrolü Türkiye karşıtı merkezler tarafından yapılmaya başlanmıştır. 

One minute ve Pensilvanya soslu Neocon trolleri, solgun ulusalcılar ve umutsuz devrimciler Freedom House’un skandal Türkiye raporu üzerinde tepinmeye devam ediyorlar. Zihni melekelerini Atlantik ötesine ipoteklemiş bu sözde gazeteci arkadaşların bilmesi gereken bir gerçek var; Freedom House ve benzeri Amerikan düşünce kuruluşlarının icat ettiği özgürlük tabular ve dogmalar özgürlüğüdür. 

Biliyorum can sıkıcı bir durum ama bu kuruluşlar için değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez sakıncalı konular ve alanlar vardır. Mesela Mısır darbesi, Suriye katliamı, Filistin işgali, Avrupa ırkçılığı ile yüzleşmek nasıl Amerikan siyaseti için bir tehlike parantezi içindeyse, Freedom House ve benzerleri için de aynı şekilde tehlikelidir. 

Tekil bir örnek olacak ama Washington’ın en emektar gazetecisi 90 yaşındaki Helen Thomas, 2010’da İsrail karşıtı bir cümle yüzünden Beyaz Saray’daki bir yemekte linç edilmiş ve baskılar yüzünden istifa etmek zorunda kalmıştı. Anlaşılan o ki Freedom House’un vizyonu Amerikan siyasetinin ‘tehlike parantezi’ dışına çıkabilmiş değil. 

Dolayısıyla Türkiye ile ilgili değerlendirmelerine de böyle bir çerçeveden bakmakta yarar var. Nitekim Freedom House’un 2013 raporunun medya özgürlükleri bölümünün direktörü Dr. Karin Deutsch Karlekar İlhan Tanır’a verdiği mülakatta, “Türkiye raporumuz oldukça tanınmış ve Türkiye’de neler olup bittiği hakkında çok geniş fikirlere sahip bir gazeteci analistimiz tarafından yazıldı” diyor. İsmini vermekten çekindiği bu analistin bir Türk gazeteci olma ihtimali yüksek. Yani, bir Türk ya da yabancı gazeteci oturmuş ve tamamen kendi spekülatif düşüncelerinden oluşan Türkiye’deki medya özgürlüğü ile ilgili bir analiz yapmış. Kısacası rapor bundan ibaret.

Yazının devamını okumak için tıklayınız