İsrail’in Müslüman müttefikleri

Olaylar
Star gazetesi’nden; Sevil Nuriyeva, Ardan Zentürk, Orhan Miroğlu; Yeni Şafak’tan Süleyman Seyfi Öğün, Markar Eseyan, Yusuf Kaplan, Fatma Barbarasoğlu, Osman Akkuşak; Sabah’tan Engin ...
EMOJİLE

Star gazetesi’nden; Sevil Nuriyeva, Ardan Zentürk, Orhan Miroğlu; Yeni Şafak’tan Süleyman Seyfi Öğün, Markar Eseyan, Yusuf Kaplan, Fatma Barbarasoğlu, Osman Akkuşak; Sabah’tan Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu; Bugün’den Gülay Göktürk; Akşam’dan Ufuf Ulutaş bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Sevil Nuriveya: Azerbaycan’la Ermenistan arasında savaş çıkar mı?

Azerbaycan Ermenistan sınırında bir kaç gündür ateşkesin bozulması, şehit Azerbaycan askerleri, Ermenistan’ın Azerbaycan orduları tarafından roket ateşine tutulması ve genelde istikrarın bozulmasına yönelik senaryoların kurgulanmasının arkasında yatan asıl niyetler tabi ki zamanla ortaya çıkacaktır. Şimdilik ise bir kaç versiyon üzerinden olayı gündeme taşımak istiyorum.

1. Ateşkesin bozulmasını tetikleyen durum var mı?

Evet var. Öncelikle Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik giderek agresif tavrı sadece Ukrayna ile sınırlı kalmayacak, bu tavır ABD etkisinde olan tüm devletlere özellikle denge politikası yürüten Azerbaycan’ı da hedef alacak gibi gözüküyor. Rusya Ukrayna’dan sonra kendine yönelik tehdit olarak gördüğü, batı etkisinin bulunduğu her yeri ve herkesi zamanında boğmaya gayret edecektir. Elindeki kozlara göre kendini savunma refleksi geliştiren Rusya için Azerbaycan’ın denge politikası tehdit unsuru olarak görülmesi gayet normaldir. Ukrayna meselesinde geri adım atmayacak gibi gözüken Rusya, şiddetini giderek artıracak ve ABD’nin menfaat alanları olarak bilinen “enerji hattı” ülkelerin de istikrarını bozacak gibi duruyor. Dolayısı ile Azerbaycan sınırında Ermenistan tarafının ateşkesi bozması için bu gerekçe göz önünde tutulmalıdır.

2. Peki Ermenistan Azerbaycan’la savaş istiyor mu?

Hayır istemiyor. Çünkü ekonomik olarak çöküş yaşayan Ermenistan sadece savaş imitasyonu yapacak kadar cesurdur. Bu imitasyon, ya bağlı olduğu büyük devletlere gerektiği zaman yada  kendi içerisinde ekonomik olarak sefalet ile boğuşan halkını uyutmak için ortaya çıkar.

3. Azerbaycan bu savaşa hazır mı?

Güç olarak hazır. Hem ekonomik hem de askeri olarak güçlenen Azerbaycan bu savaşın altından kalkabilir. Rusya Kırım’a, ABD Ortadoğu’ya davetsiz sokulabildiği halde Azerbaycan’ın kendi topraklarının geri alınmasında istekli olması kadar doğal bir durum olamaz. Lakin  konjöktör olarak durum Azerbaycan lehinde değil. Ukrayna olaylarıyla Rusya’nın giderek artan agresif tavrı ABD’nin ise Rusya’yı çöktürme stratejileri bölgenin kaderini olumsuz etkilemektedir. Diğer taraftan ise Türkiye’yi istikrarsızlığa sürükleme çabaları vardır. Türkiye’nin hem içeride hem dışarıda önünün kesilmesine yönelik gayretler Azerbaycan için vahim bir durumdur. Ve böyle bir durumda olayların kontrolsüz dizayn edilmesi sadece Azerbaycan’ı değil Türkiye’nin stratejilerini sıkıntıya sokabilir.

4. Rusya ve ABD savaş istiyor mu?

ABD zinhar bu bölgede şimdilik savaş istemiyor. Çünkü kontrol edecek kadar kozlar elinde değil. Böyle bir savaş çıkarsa duruma en fazla dahil olacak ülke Rusya’dır. Rusya’nın hem yakında olması hem de içerideki aktörlerinin varlığı Rusya’yı avantaj sahibi yapmaktadır. ABD için ise bu ölüm demektir. Lakin Ukrayna’daki Rusya agresifliği azaltmak için bu imitasyon ABD’nin de işine yarar.

Rusya için savaş konusu duruma el koymak için kullanabileceği en uygun konudur. Ukrayna meselesiyle Rusya anladı ki, ABD’nin menfaat noktalarına farklı yöntemlerle saldırmazsa kaybedecektir. Onun için Rusya kendi bölgesi olarak gördüğü coğrafyada, ABD senaryolarını saldırı ve savaş havasıyla yok etme gayreti içerisindedir. Azerbaycan Ermenistan arasında olası savaş bu anlamda Rusya’nın ve ABD’nin durdurma gayreti gibi de yorumlanabilir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ardan Zentürk: Berbat bir oyun… Ama bozarız…

1989 yılının o sonbahar günlerinde Dağlık Karabağ Savaşı’nı yerinde izleyen ilk gazeteci olduğumda, Akdam Azerbaycan direnişinin cephe kentiydi.

Bizim Kurtuluş Savaşı’nın “efe direnişi” geleneğini bölgeye taşımış Katır Mehmet ve “çetesiyle” buluşmamı unutamam. Sovyetler Birliği dağılıyor, ortalık kan gölü, Moskova’da güçlü lobisi olan Ermeni milisler hazırlıklı, Azerbaycan tarafından ne ordu, ne silah var…

Erivan’da değil, Moskova’da birileri karar vermiş: Gidişat belli, Hazar petrolleri ve doğalgazının ülkesi Azerbaycan ile Türkiye arasında bir barikat oluşturmak gerek, o barikatın adı, Dağlık Karabağ… Merhum Ebulfez Elçibey’le ilk tanışmam, Bakü’nün o zamanki en büyük oteli Moskova Otel’de (şimdi artık yok sanırım) olmuştu, ikincisi cepheye nasip oldu… Dört Azerbaycan askerine bir Kalaşnikov’un düştüğü berbat ve çaresiz günler…

Bölgedeki Halk Cephesi milis grubunun komutanı Fahrettin bey, kuvayı milliye kalpağı, keskin bakışlarıyla müthiş bütünlük sağlayan sakallarıyla karşımda, bana namlusuna tek mermi sürülmüş tabanca veriyor. “Ben gazeteciyim, savaş alanında silah taşıyamam”diyerek geri çeviriyorum, “Birini vurman için değil gardaşım, esir düşeceğini anladığın anda kafana sıkman için, esirlerimizi çok kötü aşağılayıp öldürüyorlar” diyor.

Akdam adını zengin mermer ocaklarından alır, çok güzel beyaz mermer üretilir(di), yemeğimizi mermer ocağının sahibi sağlıyor, Kızılordu’dan rüşvetle 12 top ve mermilerini almış, yemek saatinde rahat masaya oturmak için karşıya üç dört salvo yolluyor, saldırılar susunca da keyifli sohbetlerin eşliğinde  yemeğimizi yiyoruz…

Şuşa düştüğünde, direnen son 242 Azeri yiğit, teslim olmaktansa intihar edince, Fahrettin beyin ne demek istediğini anlamıştım…

Dağlık Karabağ, yalnız Azerbaycan için değil, bütün Türk dünyası için büyük bir hüzündür…

Moskova’nın desteğinde bu tür bir serüvene kalkışan Ermenistan/Karabağ kadrolarının da Ermeni ulusuna miras bıraktığı büyük bir ekonomik, sosyal ve sonu faşizmin güçlenmesine kadar varan siyasal yıkım örneğidir… Ermeni ulusu, bir dönem yüksek milliyetçi duygularla desteklediği bir işgalin, tıpkı İsrail halkı gibi esiri olmuştur. Sorunun çözümü, yalnız Azerbaycan topraklarının değil, Ermeni halkının “Karabağ çetesi” olarak adlandırılan faşist siyasi kadrolardan da kurtuluşunu sağlayacaktır.

Denge Bakü’den yana…

Savaşın kader günlerinde iş başında olan Ayaz Muttalibov’un kalibresi, Türk toprağını korumaya yetmedi, arkasından gelen ve bugün saygıyla andığım EbulfezElçibey’in fikir dünyası direnişi sağladı ama “devlet adamı portresindeki” eksikler sorunu dengelemeye yetmedi.

Meselenin, Azerbaycan açısından toparlanma süreci, merhum “hörmetli president” Heydar Aliyev ile başladı. Oğul İlham Aliyev belli ki, sabırlı bir devlet adamı, o, Azerbaycan’ın yükselen petrol/doğalgaz gelirlerini Azerbaycan ordusunun güçlenmesi ve iş cephede çözülme aşamasına gelirse, işgal altındaki toprakların kurtarılması için kullandı, bugün Dağlık Karabağ cephesinde güçler dengesi Bakü’nün leyhinedir…

Enerji savaşı…

Avrasya coğrafyasında Ukrayna Krizi’nin tırmandığı bir dönemde, Dağlık Karabağ cephesinden çatışma haberleri gelmesi bir tesadüf olarak değerlendirilebilir mi? Hayır!..

Türkiye’nin “çevrelenmedik” bir o kanadı kalmıştı, o da tamamlanıyor…

Bir gerçeği net olarak ifade edelim: Kıbrıs’ın açıklarındaki doğalgaz kaynaklarından Halep-Musul-Erbil hattına, son olarak da Karabağ’a ulaşan kriz zinciri, SOCAR-Türkiye Başkanı Kenan Yavuz’un her açıklamasında ısrarla altını çizdiği “Türkiye’nin bir enerji ülkesi olması adımlarına” küresel güçlerin verdiği yanıttır.

Azerbaycan ve Türkmenistan’ın petrol ve doğalgazını taşımayacaksın, Kerkük’ün petrolüne vana açmayacaksın, Kıbrıs’taki doğalgazı Rum-İsrail işbirliğine bırakacaksın, o zaman rahat edersin… HALKBANK da rahat eder…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Orhan Miroğlu: Azınlıkların seçim tercihi

Kürtlerin oy potansiyeliyle kıyaslandığında, azınlıkların seçim sonuçlarını belirleyecek bir oya sahip olmadıkları biliniyor.

Ama yine de, Erdoğan cumhurbaşkanı seçildiği takdirde, tehcir ve mübadele dönemini belirleyen bir siyasi sistemin sonunu getirecek gibi görünen bir seçimde, azınlıkların nerede durduklarına bakmak, faydalı olabilir.

Kürtler azınlık değil elbette. Kürtler’in kendilerini bu ülkenin asli halklarından gördüğü bir gerçek. Ama Kürt siyaseti, inkar siyasetine karşı oluşmuş bir kimlik tanınması ve inşası olarak bugün ciddi bir sarsıntı geçiriyor. Kürt siyaseti, kendi zihninde ve siyasi tahayyülünde gizlemeye çalışsa bile,  Kürt sorununu bir demokrasi sorunu olarak değil, bir statü ve teritoryal sorun olarak görmeye devam etikçe, değişmesi zor olacaktır. Oysa, son 12 yılda gerçekleşen reform ve onu izleyen çözüm süreci, salt kimlik inşası üzerine kurulu bir siyasetin yoluna devam edemeyeceğini, değişmesi gerektiğini gösteriyor. Değişme çabaları yerine, Egemen Kürt siyaseti bu bakımdan farklı iki strateji uygulamakla meşgul. Bir yanda Bölgeler Partisi var. Kürt kimlik siyasetinin belirlediği bir hat olarak…

Öte yandan HDP var. HDP’de kimlik siyasetinin belirlediği sıkışık ve gerçeklerden kopuk alana nefes borusu açmak, bu alanı Türkiye’yle buluşturmak amacıyla faaliyet gösteriyor. Ne var ki her şey düşünüldüğü ve planlandığı gibi yürümüyor. Selahattin Demirtaş’ın adaylığını hala Türkiye siyaseti içinde, bir halkın varlığını ispat etmek gibi gören ve anlayanlar var. Bu kesimin içinde, Kürtlüğünü, epey geç keşfeden kesimler ise ayrı bir dert. Kürtler son otuz yıl içinde zorlu bir mücadeleden geçerken, ‘PKK Kürt halkının başını belaya soktu’ diyenler de bunlardır aslında. Bunlar şimdi, Kürt siyaseti için ağır bedel ödeyenlerden daha fazla ‘Kürtlük’ talep ederken, Öcalan’a bağımsızlık fikrini savunmadığı için karşı çıkıyor, ve Erdoğan’a oy vermeyi ihanetle özdeş bir tutum olarak görüyorlar. Bu durumda birkaç milyon ‘hain Kürdün varlığı bir vaka..Çünkü Kürtler’in yarısından fazlası, 12 yıldır Erdoğan ve partisine oy veriyor. Bütün dünya Kürtlere düşman değil elbette, ama insafı hatırlayarak  söylemek gerekirse, Türkiye ve Türk halkı bugün Kürtlerin dünyadaki yegane dost ülkesi ve dost halkıdır.  Oysa Kürt siyaseti cumhurbaşkanlığı seçimlerine bu reel, jeopolitik  durum üzerinden değil, doksanlı yıların jeopolitikası ve şartları üzerinden bakıyor. Seçim,  bu durumda bir Kürt adayla Türk adayların yarıştığı bir seçim gibi görülüyor. Kürtler’in kaç kişiyiz, kaç oy alabiliyoruz, bunu deneyeceğiz’  söylemlerine bakarsak, Lazlar’ın da, başkalarının da çıkıp ‘ya  biz kaç kişiyiz bu ülkede’  diye bir söylem tutturmaları her halde anormal bir durum olarak  görülemezdi.

Öte yandan müesses düzenle sorun yaşayan, bu düzenin cumhuriyet yılları boyunca mağduru olmuş Gayrı Müslim azınlıkların seçimlerde aldığı tavır, değişimi ve azınlıklara karşı girişilen dönemsel felaketleri hatırlayarak alınmış bir tavır değil gibi görünüyor. Azınlıkların gösterdiği tavrın, son derece popüler bir yanı var. Ermeni dostlarımız, Hrant Dink cinayetinin siyasi kullanım alanı haline gelmiş olmasına hiç itiraz etmeden, bu kullanımın Hrant’ın geçek katillerini gizleyen yanına tek söz söylemeden AK Parti’nin ‘kabahatleri’ ni, ihmallerini hatırlatmayı tercih edip durdular. Bu kritik dönemde Sözcü ve umhuriyet gibi gazetelerin manşete taşıdığı açıklamalar yapmayı tercih etmeleri gerçekten de trajik. Yanlış anlaşılmasın, bu vahim cinayetin aydınlanmasına yol açacak ve hizmet edecekse, her söylemin ve her bilginin dile gelmesinden yana olunmalıdır elbette. Ama başından beri yaşanan bunun tam tersiydi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Süleyman Seyfi Öğün: Dünyanın ‘brütleri’ ve ‘net’leri 

Brüt kelimesi Lâtince’den geliyor. Birinci derecedeki anlamı, kaba, ham, işlenmemiş durumları belirtmek için kullanılıyor. Brüt kelimesine en çok ekonomik dilde, işlenmemiş kaba veriler için başvuruluyor. Net ise, işlenmiş ve gerçek veri ve durumları ifâde ediyor. Elbette insanlar, brüt değerlere değil, net değerlere göre davranıyor. Değilse evdeki hesapların çarşıya uymayacağı çok açık.

Bana kalırsa, brüt ve net kelimeleri siyâset için de kullanılabilir. Siyâsetin de bir brüt ve net dünyâsı var. Meselâ realpolitik (gerçeklere dayalı siyâset) ve machtpolitik (zora dayalı siyâset), siyâsal dünyânın netlerini veriyor. Moralpolitik (ahlâka dayalı siyâset) ise, siyâsal dünyânın brütünü ifâde ediyor. Siyâsal dünyâyı anlamak, siyâsal brütü geriletmeyi ve siyâsal neti açığa çıkarmayı gerektirir. Değilse, brüt kelimesinin ikincil anlamı(brutus), yâni aptallık devreye girecektir. Garip olan, ekonomide brütleri devreden çıkaran modern zihinlerin, nedense siyâsette hep brütlere iltifat etmesidir.

Günümüzün dünyâsındaki işbölümü çekirdek kapitalist ülkeler(toplumlar) ve yarı merkez ülkeler(toplumlar) ve kenar ülkeler(toplumlar) arasında ayrışan bir dünyâ. Ayrıca bu bloklar arasında da çatlaklar ve gerilimler mevcût.

II.Genel Savaş sonrasındaki yapılanmada çekirdek ülkeler ikili bir yapıda ortaya çıktı. Bir tarafta A.B.D ve Britanya, diğer tarafta ise Almanya, Fransa ve Uzak Doğu’daki Japonya yer alıyordu. Brüt okuma, A.B’yi Aydınlanma’nın iyileştirilmesi ve tamamlanması olarak değerlendirmektir. Oysa Avrupa Birliği, çok âşikâr ki, Almanya’nın denetim altına alınmasını ve Fransa ile barıştırılmasını güdüyordu. Britanya, her ne kadar bu birlik içinde yer aldıysa da, asla kendisini Avrupa’ya ait hissetmedi. Dâima belli bir mesâfede kaldı. Kanada başta olmak üzere dominyonlarıyla ağırlıklı olarak da Anglo-Amerikan bir yapıda yerini aldı. Hâsılı A.B bir Avrupa projesi değil (brüt okuma), odağında Almanya ve Fransa’nın yer aldığı bir Kıt’a Avrupası projesidir. Gerçekten de A.B’nin yegâne başarısı Almanya ile Fransa’yı ortak kılmak oldu. Hepsi bu. Ama, bu iki Kıt’a Avrupası gücünün, katı milliyetçi, militarist geçmişi ve gelenekleri düşünüldüğünde, Avrupa idealinin(brüt okuma) ne kadar da güvenilmez olduğu hemen anlaşılabilir.

Almanya, II. Genel Savaş sonrasında tıpkı Japonya gibi, adeta yük merkebi gibi üretimle cezalandırıldı. Diğer blok, yâni Anglo-Amerikan Blok ise ağırlıklı olarak finansal kapitalizmin iş ve işlemlerini denetimine aldı. (Almanya’nın imalat sanayisi payı %21 iken A.B.D.’de bu oranın sadece %13 olması durumu göstermiyor mu?).

Almanya’nın umulandan fazla bir güç sahibi olmasını Anglo-Amerikan blok hiç bir zaman istememiştir. 1973 petrol krizi, iki Almanya’nın birleştirilmesi projesi dış ticâreti sürekli fazla veren Almanya’nın dizginlenmesi içindir.(Meselâ 1973 Petrol Krizi öncesinde fazlası takriben 40 milyar Mark idi). Almanya bütün bunların üstesinden geldi. Son büyük atağı, yâni bilişim sektörlerindeki devâsa yarışta söz sâhibi olmaktı. Ama bu proje, mühendislik elverişsizlikleri sebebiyle , başarısızlıkla sona erdi. Sonuçta Almanya da büyük avantajlara sâhip olduğu esas mevzilerine, yâni makine-kimya sektörlerine geri çekildi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Markar Eseyan: No, you could not Mr. Obama…

Geçen günlerde ABD Başkanı Obama Beyaz Saray’da kameraların karşısına geçti ve 11 Eylül saldırılarından sonra CIA’in gözaltına alınanlara kötü muamelede bulunduğunu itiraf etti. ‘Bizim değerlerimize ters düşen bazı şeyler yaptık. Bazı insanlara işkence yaptık’ derken, ‘El Kaide’nin 11 Eylül 2001’de New York’ta Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a saldırısı sonrasında, ABD istihbarat örgütleri büyük baskı altında kaldı. Başka saldırılar olup olmayacağını bilmiyorlardı. Çok zor şartlarda çalışıyorlardı. Bazen çizgiyi aştık, bunu kabul etmeliyiz’ türünden bir gerekçelendirmeye de mecbur hissetti kendisini.

Bu bir özür olsa bile, ne kadar etkili ve değerli bir özür olduğu tartışmalı. Çünkü 9/11 saldırıları sonrası Bush Amerika’sının Irak ve Afganistan’ı uydurma gerekçelerle işgal etmesi sonucu milyon bazında sivil insan öldürüldü. BM kararına bile ihtiyaç duymadan CIA’nin ‘Kimyasal silah bulundu’ tezviratı üzerinden Irak’ın işgal edilmesinin bugün hangi sonuçlara yol açtığını görüyoruz. Bush, Irak’ta silah bulunduğuna dair CIA istihbaratının bir aldatmaca olduğu ortaya çıkınca özür dilememiş, çareyi CIA Başkanı’nı taltif ederek emekli etmekte bulmuştu.

İki Bush döneminde dünyayı mesihçi bir zihniyetle zapturapta alma girişimleri, başta Ortadoğu olmak üzere küresel çapta ABD düşmanlığının tavan yapmasına yol açtı. Dolayısıyla, bir siyahi olan Barack Hussein Obama’nın başkanlık seçimlerini ‘Yes We Can’ (Evet, yapabiliriz) sloganıyla kazanması dünyada büyük bir heyecan yarattı. Ailesini bir kısmı hala Müslüman olan bir siyahinin, Bush tarzı bir emperyalizme ve İslamofobiye karşı kullandığı seçim söylemi ile Beyaz Ev’e yerleşmesi, dünyanın kaderini doğrudan etkileyen böyle büyük bir gücün paradigmasını değiştirebileceği ümidini doğurmuştu.

Nitekim ilk dış seyahatlerin Türkiye ve Mısır’a yapılmış olması sembolik açıdan önemliydi. Ümitlenmek için ciddi nedenler vardı. İslam alemi ile ilişkiler tamir edilebilir, Filistin sorunu çözülebilir ve Ortadoğu’nun çatışma üreten dinamikleri dönüştürülebilirdi. ABD’nin bunu yapma gücü vardı.

ABD’de başkanların Kongre karşısında zayıf oldukları bilinir. Boston patlamaları ve Snowden türünden sızdırmaların da Obama’nın etrafını sarmak için yapıldığı söylenmektedir. Yani bir tek ABD’nin olmadığını, bu ‘demokrasi beşiği’ ülkenin Vietnam’da çekilme ve CIA bütçesinde kesinti niyeti yüzünden Kennedy’yi hayatta tutamadığını da biliyoruz.

Ama buna rağmen Obama, kendi sınırlarını zorlama ve aldığı kararlar açısından bir Kennedy olamadı, bunu da biliyoruz. Obama’nı dış politika tercihi ‘bataklıklardan’ çekilme ve gücü optimal kullanma açısından daha büyük tehdit olarak algılanan Çin’e yönlendirme olarak tezahür etti.

En yıkıcı şekilde domine ettikten sonra bir bölgeyi rehabilite etmeden arkanızı dönüp çekildiğinizde, oradaki insanların hayatlarını önemsemeseniz bile, Rusya Gürcistan’dan iki bölgeyi koparttığı gibi Kırım’ı da işgal edebiliyor mesela. Dünya böyle bir yer. Bu kuralı en çok dünyayı böyle bir yer yapan ülkelerin bilmesi gerekirdi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yusuf Kaplan: Hakikat ve hayal, umut ve ufuk

Hakikatle irtibatımızı kopardılar ve hayallerimizi çaldılar bizim. Hayal görme, tahayyül etme, hakikatin izini sürme melekelerimizi, dilimizi ve yer’imizi yok ettiler.

HİÇ HAYAL ETMESEYDİ, YAŞAYABİLİR MİYDİ İNSAN?

Bazı insanlar, hayal ile hayalperestliğin aynı şey olduğunu zannediyorlar. Ne büyük gaflet!

Hayal’le hayalperestliği karıştırmayalım lütfen.

Unutmayalım: Hayal, RAHMAN’ın rahmet hediyesidir. Hayalperestlik ise ŞEYTAN’ın azgınlık ve şaşkınlık eseri.

Hiç hayal etmeseydi, yaşayabilir miydi, insan?

Hayat, ne kadar tatsız ve tuzsuz, ne kadar kuru ve ruhsuz, ne kadar çekilmez olurdu, o zaman, bir düşünsenize!

Burada, bendenize, ‘bize hayalden değil, somut şeylerden bahsedin,’ diyebilirsiniz.

Buyurun o hâlde. En somut şey şu: Hayalleriniz yoksa, başkalarının hayallerinin kölesi olursunuz!

‘Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar! İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar…’ demiş şâir.

Evet, insan, hayal gördükçe vardır ve hayal gördükçe yaşar. Hakikatin bütün kapılarını açar, zamanın sınırlarını aşar, Rahman’a, ebediyete, zamansızlığa ulaşır! Rahmet değil de ne bu!

HAYAL İLE UMUT, İKİZ KARDEŞTİR

Yalnızca umutlarını yitirmeyenler, hayallerinin izini sürebilir, hayallerini gerçeğe dönüştürebilirler.

Umutları diri olanlar, hakikat bayrağını yere düşürmezler; çünkü yalnızca onlar insana diriltici bir ruh üflerler, derinlikli bir ufuk armağan ederler.

KUR’ÂN, UMUT; SÜNNET, UFUK

Kur’ân, UMUT’tur. Sünnet ise, UFUK.

Umut’larını yitirenler, ufka yürüyemezler. Göremezler ki ufku!

Ufku görebilmek için umut gerek, umutlu olmak gerek, umuda sarılmak, umutla ufka kanatlanmak gerek!

Sözün özü, özlü sözü: Hayal, kutlu ve nazlı bir çiçektir. Yaşatırsanız, göklerden haber verecek, gül devşirecektir!

Öldürürseniz, hayatı/nızı zehir edecektir!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fatma Barbarasoğlu: İdeal Müslüman kadın: Tembel kadın’

Gündelik hayat örgütlenmesini erkekler daima kadınlar üzerinden tartışıyor.

Hayatımıza giren nesneler, kullandığımız nesneler ile ilişki şeklimiz değişiyor, ama gündelik hayatın sorunlarını sadece kadınları merkeze alarak tartışabilme ‘becerisi’ göstermekte istikrarlı bir süreklilik gösteriyoruz.

Tanzimat modernleşmesi ile ‘yeni hayat’ tasavvuru oluşturulurken; kadınların nerede, ne zaman, ne kadar duracağı Batıcılar, İslamcılar ve Türkçüler arasındaki ayırımı en net şekilde ortaya koyan bir ‘sorun’ alanı idi.

Nerede ne kadar duracağı, yani ne kadar okuyacağı, tahsiline ne kadar devam edebileceği, tahsilini bitirdikten sonra çalışıp çalışmayacağı…

Savaş yıllarının çetin geçen şartları altında fakir kadınlar, genç kızlar daima çalıştı. 1900’lerin başında İstanbul sokaklarında pantolon giymiş bir şekilde sokakları süpüren çöpçü kadın resimlerine rastlamanız mümkün.

İngilizler ile 1838’de yapılan ticari anlaşmadan sonra Osmanlı kadınları ve genç kızları ucuz iş gücü olarak devşirildiler.

Lakin tahsilli kadınların çalışması söz konusu olduğunda hem erkeklerin hem de kadıların kafası her daim karışık oldu.

Neden?

Yanlış sorulara doğru cevaplar bulmak adına yaşanıyor bunca kafa karışıklığı.

Tanzimat modernleşmesi ile başlayan, Cumhuriyet modernleşmesi ile nihayetlenmiş olan kadınların çalışması sorununu, 1970’li yıllarda İslami kesim tekrar güncelledi ve kadınların çalışmaması gerektiği konusunda erkek kalemler hemfikir oldu.

Hatta kadınlar çalışmamalı yargısını o kadar uç noktada götürdüler ki, kadın çocuğunu emzirmek zorunda değil. Kadın ev işi yapmak zorunda da değil. Eee?

Bu hükümlerle ideal Müslüman kadın portresi nasıl çizilmiş oldu?

Ev işi yapmayan, çocuğunu emzirmek zorunda olmayan… Aylak, tembel bir kadın. Bu kadın vaktini nasıl geçiriyor?

Bu soruyu hiç kimse sormadı.

Vaktin bereketi konusuna hiç gelinmedi. İki günü birbirine denk olan bizden değildir hadisi şerifi gündem dışıydı.

Kocasına itaat eden kadın profili inşa etmek adına vaktini ziyan eden, tek mesuliyeti kocasına güzel görünmek olan bir kadın profili inşa edilmeye çalışıldı.

Bizim kuşak ev işi yapmak zorunda olmayan, çocuğuna bakma mesuliyeti taşımayan, her türlü sorumluluktan muaf kadın profiline fazla pirim vermedi.

Fakat 70’li yıllarda bir imaj olarak ortaya konan ‘ideal Müslüman kadın’ söylemi, 2000’li yıllarda kanlı canlı bir profil olarak karşımıza çıkmaya başladı.

Bu profili, en ziyade alışveriş merkezlerinde, statü mekanı ‘yeni ortam’larda bulmanız mümkün. Başörtüsünün üzerinde her daim güneş gözlükleri. Gece gündüz her daim başının önünde tutulan (hatta secdeye giderken bile) güneş gözlükleri ile, Veblen’in sepet etek modası üzerinden yapmış olduğu aylaklık teorisi arasında acilen bir bağ kurmak gerekiyor belki de.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Osman Akkuşak: Erdemin kuralları

sevgili okuyucularım; eşrefi mahlûkât olan insanoğlu, aklı ile, bilgisiyle, şuuru ile (bilinciyle) düşünürek hareket eder, konuşur ve o suretle yaşar.. şuûru , bilgisi, düşüncesi ve nâtıkası, yani konuşma melekesi; kelimeler, kavramlar ve cümleler halinde vücud bulur, o suretle var olur, o şekilde işler.. yani dilimiz bizim herşeyimizdir. hem konuşma âletimizdir, hem de düşünce ve karar verme makinamızdır…

biz tecrübelerimiz, alışkanlıklarımız, yaşantımız vasıtasıyla neler öğrendikse, hangi terim ve kavramları kavradıksa, dil dağarcığını ne miktarda doldurduksa ancak işte o kadar, o miktarda düşünebilir, o derece- de konuşabilir, o genişlikte hareket edebiliriz.. bir daha tekrar edelim, biz ne kadar kelime öğrendikse, ancak o kelimeler kadar, o miktarda düşünebilir ve konuşabiliriz.. işte bu sebeple başarılı olmamızı sağlayan, doğru hareket etmemize yol açan kelimeleri, terimleri ve tabirleri bir kere daha tekrar ederek, onları hafızamıza ve nâtıkamıza bir kere daha kaydederek o kavramların imkan sağladığı düşünceleri ve hareket tarzlarını icra edebilir hale gelmeyi tasarladık.. yani biz bildiğimizi yapabildiğimiz için bu kelime ve mefhumları bir kere daha burada beraberce tekrar etmeyi lüzumlu ve faydalı bulduk.. tâ ki bu kelimelerin temsil ettiği fiiliyatı ve hareketleri rahatça yapabilelim…

bunların bir çoğu bildiğimiz mefhumlardır.. ancak bazılarını kullanmamış, tekrarlamamış olabilirsiniz.. tekrar etmekte bir mahzur yoktur.. bilâkis bilincimize yeniden kaydetmekte fayda ve isabet vardır.. şimdi bu kelimeleri gelişi güzel sıraya tâbî tutarak bir cetvel halinde veriyoruz..

başlığı bir kere daha tekrar edelim ve şöyle yazalım

bilmemiz gereken olumlu (müsbet) vasıflarımız

adaletli, cesur, metin, merhametli, şefkatli, hamiyetli, dürüst ve doğrucu, bilge, hakîm, iradeli, kararlı, yapıcı, sabırlı, iyi niyetli, hayırhah (iyilik isteyen), tahammüllü, dirençli, vefâkâr, fedâkâr, feragatli, vakûr, çalışkan, prensip sahibi, sadık, seriyyül intikal (idrakta sürât’li ), ağırbaşlı, iyimser, neş’eli, sâkin, hoşgörü sahibi, gönül alıcı, hatırşinâs, kadirşinâs, geçimli, cömert, samîmî, ihlâslı, halim-selim, mütevâzî, dirayetli, pratik , aktif, atik, telaşsız, iffet sahibi, kanaatkâr, sulhperver, affedici, misafirperver, azimkâr, nazik ve kibar, şefâat sahibi olmak

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Randevucu

Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımıza oy kullandırma yolunda devrim gibi adımlar atılıyor, sonra da vatandaşın yolu çeşitli yokuşlara sürülüyor. Bunların en etkilisi randevu yöntemi.

Ne o, acaba birileri “oyunu Tayyip’e vereceksen hiç kullanma” mı demek istiyorlar?

Hani, 1946 seçimlerinde üniformalı jandarma komutanının sandık başına dikilip, “Ne o Hüsmen Aga, reyini o Celal Bayar denilen adama mı vereceksin?” diye gayet demokratik bir müdahalede bulunduğu gibi…

O zaman oylar açık, sayım kapalı kapılar ardında, gizliydi. Kimin kime oy verdiği görünür ama oyların nasıl sayılıp seçimin o sandıkta kime kazandırıldığı izlenemezdi.

Şimdi oy zarfları kapalı, fakat başta Almanya olmak üzere yurt dışında “kimin ağır bastığı ve basacağı” da belli…

Katılım şimdilik onda bir oranında kalmış. Çok düşük yani.

Muhalif basın zil taktı oynuyor: Tayyip’in bütün umudu bu yurt dışı oylardaymış (çünkü Türkiye’de kimse onu desteklemiyormuş), katılım düşünce oyları da düşecek, böylece seçimi kazanamayacak, güvendiği dağlara kar yağacakmış!

Yurt dışında 54 ülkede Türk vatandaşı yaşıyor, bunlar için 103 merkez kurulmuş.

Fakat oylar ancak “randevu yöntemiyle” kullanılabiliyor. Örneğin konsolosluk vatandaşa “sana perşembe günü mesai saatlerinde oy verme hakkı tanıdım, çarşamba ya da cuma gelebileceksen hiç boşuna zahmet etme” diyor.

Bu saçmalık pratikte daha başka fiyaskolarla da desteklenmiş. Örneğin Melbourne’da randevusuna uyup sandığa koşan vatandaş, “randevu gününün değiştirildiğini” oraya gidince son dakikada öğrenmiş, oyunu kullanamadan evine dönmüş.

Ortalık yatışınca elbette bazı konsolos kelleleri gidecektir!

Gelişmiş ülkelere ve uygar kentlere yakışmıyorsan da sana daha uygun birtakım yerlere atanırsın, git mesela maaşını Burkina Fasso’dan al.

Emekli olunca gelir gene Anadolu Kulübü’nde briç oynarsın, merak etme.

Şu sandıklar, belli bir süre için, diyelim 1 Ağustos’tan 10 Ağustos’a kadar on gün boyunca niçin açık tutulamıyor?

Konsolosa mı güvenmiyorsunuz? Koskoca devlet memuru gece olunca sandığı açıp oyları mı değiştirecek?

Güvenmediğiniz adamı ya da kadını niçin oraya gönderiyorsunuz?

Peki öyleyse gümrük kapılarındaki görevlilere nasıl güveniyorsunuz? Havaalanlarında ve karayolu kapılarında sandık günlerce açık! O nasıl oluyor?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Kalın duruş!

Sesini alçak, üslubunu sakin tutmak için istediğin kadar kendini kas…

Ne fayda!

Suriyeli sığınmacılardan söz ederken “kabahat bunlarda değil, bunları buraya getirip sokağa salanda” diyecek noktaya gelmişsen…

Kalbinin kabalığını, zihninin perişanlığını saklayamazsın.

Bir de “bunlara acıyormuş” Ekmeleddin Bey.

Belki acıyordur ama merhamet ne gezer! 

Çünkü merhamet başka şey.

Merhamet olsaydı…

Daha işin başında Suriyeli sığınmacıları adaylık kampanyasının ana malzemesi yapmasını kulağına fısıldayanlara “orada sana çok ekmek var” diyenleri “gidin işinize!” diye kovalardı. 

***

Çatı adayı Hatay gezisinde Ortadoğu’yu kastederek bir şey daha söylemiş ki, üzerinde durmaya değer.

Şöyle… 

“Ben bu bölgeyi, liderleri, milletleri, kültürleri, zihniyetleri, ABD’yi, BM’yi çok iyi biliyorum. Bunlar ince zenaattır.” 

İster istemez, çok iyi bildiğini söylediği BM’nin genel sekreteri Ban Kimoon’un Gazze’de kendi okulu bombalanır ve çocuklar öldürülürken İsrail’de gösterdiği “ince zenaat”i hatırladım…

Netanyahu’nun kendisine gösterdiği Hamas füzelerinden endişeli Tel Aviv sakinlerinin fotoğraflarına bakıp “şoke olduğunu” söylemişti Moon!

***

Ekmeleddin Bey bilmez, anlamaz bunları. 

Zaten “görev”ini yerine getirip sonra onu sahneye itenler tarafından ince ince harcanacak!

Belki de ona hiç aldırmamalı! 

Fakat milletin çoğunluğunun artık farkında olduğu noktayı vurgulamak gerekiyor. 

“İnce zenaat” diplomasisi insanlığın başına gelmiş en kaba şeylerdendir.

Kana boya muamelesi yapmak, darbeye demokrasi demek, sivil halktan ölenlerin sayısının daha fazla artmamasını rica etmektir.

İsmet Özel’in kulakları çınlasın, artık “kalın” olmak zamanıdır. 

Geç bile kaldık!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Bu kadar belirsizliğe yürek mi dayanır?

İngiliz üniversitelerinde edebiyat tarihi eğitimi alan öğrenciler Shakespeare’in sayıları 39’u bulan tiyatro oyunlarında canlandırılan karakterleri birbirlerine karıştırmaya başlayınca, onlara yol göstermek için “Shakespeare’de Kim Kimdir” diye bir başvuru kitabı yayınlanmıştı… (Who is Who in Shakespeare/ Johnson-Quennell )

Gerçekten de “Verona’nın İki Centilmeni”ndeki âşıklar Valentine ve Sylvia ile “Bir Yaz Gecesi Rüyası”nın Lysander ve Hermia’sını karıştırmak işten bile değildi… 4’üncü, 5’inci, 6’ncı, 8’inci Henry’ler de, “Hamlet”in öldürülen babası veya amcası Cladius gibi kraldılar… “Atinalı Timon”un filozofu Apemantus dünyaya nasıl tepeden bakıyorsa, Ophelia’nın babası Polonius da olayları herkesten farklı gözlemlemiyor muydu?

Siyasette kim kimdir? 

Bizde de Yaşar Kemal “İnce Memed”i tefrika olarak devam ettirmeye başlayınca birileri “İnce Memed’de Kim Kimdir” diye bir başvuru kitabı hazırlamayı düşünmemişler miydi?

Aslında bugünün Türk siyaset dünyası için de bu tür aydınlatıcı el kitaplarının yazılması galiba şart oluyor. Örneğin “Paralelde Kim Kimdir” benzeri bir el kitabı, bir ucu Pensilvanya’da bir ucu Uganda’da, bir ayağı Ankara’da diğer ayağı İstanbul’un Taksim’indeki Gezi Parkı’nda, bir eli emniyette öbür eli adliyede, bir gözü analog medyada diğer gözü dijital medyada olan bu oyunun aktörlerini birbirinden ayırt etmemize yarayabilir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Gülay Göktürk: Polis soruşturması

Emniyet içinde başlatılan soruşturma benim için gecikmiş bir soruşturmaydı.

Nitekim, bundan kısa bir süre önce bir yazımda ortada hâlâ bir iddianame olmayışını eleştirmiş ve “Artık ajitasyon değil, somut bilgi, belge ve sağlam bir iddianame bekliyoruz” diye yazmış, hukuki sürecin başlaması gerektiğine işaret etmiştim.

Dolayısıyla, soruşturmanın başlamasını olumlu karşılamamdan daha doğal bir şey olamaz.

Aslına bakarsanız, bu herkesin olumlu karşılaması gereken bir gelişmeydi. Aksi halde Aralık ayından beri polis içinde paralel bir yapının varlığından söz edildiği halde bu konuda hiçbir hukuki adım atılmamış olurdu ki, asıl bu durum bazı çevrelerin ve kişilerin kamuoyu önünde haksız yere şaibe altında bırakılması sonucunu doğururdu.

Ne var ki, daha ilk günden, soruşturmanın açılmasından hiç de memnun olmayan bir çevreyle karşı karşıya kaldık

Soruşturma boyunca, bazı uygulamaların eleştirilmesi normal karşılanabilir. Ama daha ilk saatlerden itibaren, soruşturma dosyasının içeriği ile ilgili hiçbir şey bilinmezken gözaltına alınanların suçsuzluğuna hükmetmek ve o kişilerden “komplo kurbanı kahramanlar” olarak söz etmek, “tarafsız gazeteciliğin” neresine denk düşüyordu?

Bütün şüphelileri kapsayan bu “toptan sahip çıkma” durumu, iddia edilen yapının varlığının bir başka delili değilse neydi? Aslında, hedef alınan yazımda sorduğum basit ama rahatsız edici soru buydu.

Darbe davalarında durduğum yerdeyim

Ben Türkiye’de yaşayan biri olarak, bugün yargıda yaşanan krizi de, yargının kronik sorunlarını da, ne dün ne de bugün bağımsız ve tarafsız bir yargıdan söz edilemeyeceğini de biliyorum. Dolayısıyla, özellikle siyasi boyutu bulunan bu tip davaları kamuoyu olarak yakın takibe almamız gerektiğinin de farkındayım.

Dün Ergenekon davalarında nerede duruyorsam, bugün polis soruşturmaları konusunda da aynı yerde duruyorum.

O zaman darbe davalarının esası hakkında bir kanaat sahibi olmak için mahkemelerin bitmesini beklememiştim; bugün de bu yapının varlığı hakkında bir kanaat sahibi olmak için davaların sonuçlanmasını beklemiyorum.

Dün nasıl, Ergenekon ve Balyoz davaları daha yeni başladığında darbecilerin varlığından ve çeşitli teşebbüslerde bulunduklarından eminsem, bugün de devlet içinde otonom bir yapının varlığından ve tasfiye edilmezse büyük bir tehdit oluşturduğundan eminim.

Başbakan’ın çalışma ofisine ve Başbakanlık Konutu’na böcek yerleştirip usulsüz dinleme yaptırıldığını; Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı’na, MİT müsteşarından bakanlara devletin tüm üst kademesinin kriptolu telefonlarının dinlendiğini; istihbarat operasyonlarının dünyaya deşifre edilip, MİT mensuplarının darp edildiğini, ülkenin meşru hükümetinin El Kaide ile ilişkilendirilip, dünya kamuoyuna ‘terörist’ diye damgalatılmaya çalışıldığını, uyduruk bir örgüt yaratıp, yüzlerce kişinin sahte isimlerle dinlenip örgüt mensubu yapılmaya çalışıldığını bilmek bir kanaat sahibi olmama yetiyor.

Ama, tıpkı Ergenekon’da olduğu gibi bu soruşturmada da davanın bütünü hakkında fikir beyan ederken, tek tek kişilerle ilgili yargı içeren ifadeler kullanmıyorum. Geçen defaki gibi bu defa da “kurunun yanında yanan yaşlar” olabileceğini prensip olarak kabul ediyorum. Ayrıca bireysel kanaatlerimizin hiçbir zaman hukuki bir değer taşımadığını, istediğimiz kadar kanaat sahibi olalım, hukuken doyurucu bir iddianame ortaya konmadıkça yapılacak bir şey olmadığını ilk günden beri vurguluyorum.

Dün, Ergenekon davasında, dava safahatında yanlış giden şeyleri ön plana çıkararak davayı toptan inkâr edenlere şöyle seslenmiştim:

Gelin, bu davanın özünü savunma konusunda anlaşalım; o seminerin masum bir seminer olmadığını; bir darbe provası olduğunu, ordu içinde çeşitli darbeci kliklere bulunduğu ortak paydasında birleşelim, sonra yanlış uygulamaları birlikte eleştirelim, birlikte düzeltmeye çalışalım.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ufuk Ulutaş:İsrail’in Müslüman müttefikleri

Mesele İsrail olunca çoğu kimse dini içerikli analizlere başvurur. Bu kısmen normaldir. Zira İsrail Yahudi inanç ve/veya efsaneleri üzerine kurulmuş, ismi koyulmasa da bir şeriat devletidir. Aslında İsrail bir Yahudi devleti olduğunun kabul edilmesinin uğraşını da vermektedir. Burada Yahudilikten kasıt din de ırk da olabilir. 

Çatışmanın bir tarafı bir Yahudi devleti ve diğer tarafı devletsiz ve çoğunluğu Müslüman olan bir halk olunca saflar ister istemez Yahudi-Müslüman hattında çiziliyor. Filistin’deki hatırı sayılır Hıristiyan nüfusun da İsrail işgal ve kolonizasyonuna karşı Müslümanlarla birlikte hareket ettiği önemli bir ayrıntı. Filistin, Hıristiyan ve Müslümanların bir halk olarak işgale beraber direndiği nadir memleketlerden birisidir. Buna rağmen ABD veya İngiltere gibi Hıristiyan çoğunluklu ülkelerin hükümetlerinin İsrail yanlısı olması da küresel çarpıklığın göstergelerindendir. İsrail-Filistin çatışmasının dini tonları elbette var. İsrail işgalini bin yıllar öncesine ait nostaljik dini referanslarla açıklıyor. Filistin topraklarında fi tarihinde kendi kavminin oturduğunu ve toprakların ilahi tapusunun kendisine ait olduğunu iddia ediyor. Eğer tarihin bir döneminde Filistin topraklarında yaşamak veya o toprakları yönetmek Filistin toprakları üzerinde hak iddia etmeye yetseydi, Yahudiler Filistin toprakları üzerinde hak iddia edebilecek ilk 5 millet arasına bile giremezdi. Örneğin, listenin başında Filistin topraklarını neredeyse 1200 sene ile uzak ara en uzun süre yönetmiş olan Müslümanların (Türkler, Araplar, Kürtler vs.) gelmesi gerekirdi. 

İsrail-Filistin çatışmasının tarafları 

Konumuza dönelim. İsrail-Filistin çatışmasının Müslüman dünyada sorulan meşhur sorularından birisi “1,5 milyarlık Müslüman dünyası 15 milyon Yahudi ile nasıl başedemiyor?”(rakamlar yuvarlamadır) sorusudur. Öz eleştiri içerir bu soru ve ilk duyulduğunda bir hayıflanmaya sebep olur. Fakat sorunun özünde dayandığı argüman (İsrail-Filistin çatışmasında bir tarafta Müslümanlar diğer tarafta da Yahudiler var) geçersizdir. Bu argüman, İsrail-Filistin çatışmasını anlamamızı perdelediği gibi, Yahudilere de dayanaksız bir eşsizlik yüklemektedir. 

İsrail’in son Gazze saldırısı da bu argümanın geçersizliğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. İsrail-Filistin çatışması İslam dünyasının hassasiyetle yaklaştığı bir konudur; fakat tüm Müslümanlar Filistin taraftarı olmadığı gibi tüm Yahudiler de İsrail taraftarı değildir. İsrail taraftarı olmayan Yahudiler (bknz. Neturei Karta gibi çok küçük gruplar) de Filistin taraftarı olmayan Müslümanlar da devede kulaktır. Fakat kaderin cilvesi, İsrail taraftarı olmayan Yahudilerin İsrail-Filistin çatışmasında hiçbir etkinliği yoktur çünkü sıradan halktırlar. Oysa Filistin taraftarı olmayan Müslümanlar, İsrail-Filistin çatışmasında oldukça etkinlerdir, çünkü siyasi iktidarı ellerinde tutarlar. 

Mısır, İsrail’e suni teneffüs yapıyor 

Filistin taraftarı olmayan Müslümanlar kategorisinin başında an itibariyle Mısır’ın darbe yönetimi gelmekte. Mısır darbe yönetimi, Gazze saldırısında akan kanın sorumluluğunu İsrail’le birlikte paylaşmakta. İşbaşına gelir gelmez Mısır-Gazze arasındaki yaklaşık 1600 tane tüneli yıkarak ve Refah kapısını kapatarak Gazze’yi boğan Mısır darbe yönetimidir. Ateşkes diye İsrail’in Hamas’ı diz çöktürme projesini metne döken yine Mısır darbe yönetimidir. Gazze ablukasını güneyden devam ettiren Mısır darbe yönetimidir. Mısır halkının bombardıman altındaki Gazze halkıyla dayanışmasını engelleyen Mısır darbe yönetimidir. “Gazze halkına sempati duymuyorum” diyen Mısır darbe yönetiminin medyasıdır. Kısacası İsrail’e kan pompalayan Camp David düzenini ayakta tutan en kritik aktör Mısır darbe yönetimidir. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız