İslamcı aydınlar alternatif şeyler söylemeli

Olaylar
Engin Dinç’in röportajı Son günlerde İslamcı veya Müslüman aydın olarak nitelenen entelektüel kesimin, AK Parti iktidarına fazlaca angaje olduğu ve eskiden olduğu kadar yoğun bir fikri üretim iç...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

Son günlerde İslamcı veya Müslüman aydın olarak nitelenen entelektüel kesimin, AK Parti iktidarına fazlaca angaje olduğu ve eskiden olduğu kadar yoğun bir fikri üretim içinde olmadığı tartışmaları gündeme geldi. Müslüman aydınların, kendisini Muhafazakar Demokrat olarak tanımlayan AK Parti iktidarında, eski üretkenliklerinden uzak olduğu eleştirisi çok da yersiz bulunmuyor. Ancak bunun sebepleri konusunda birçok ihtilaf var. Bu kesimin, iktidarın nimetlerinden yararlandığı için durağan bir sürece girdiği öne sürüldü. Ancak Prof. Dr. Erol Göka ise Müslüman aydınların heybesinde darbe karşıtlığı karşısında bir şey olup olmadığı sorusunu gündeme taşıdı. Ayrıca son günlerde Fethullah Gülen cemaatine yakın yazarlar ve liberal yazarlarla AK Parti arasında oluşan mesafeyi de değerlendirmek amacıyla Yazar Cevat Özkaya ile konuştuk.

KENDİSİ GİBİ OLANA MUHALEFET ZORDUR

AK Parti iktidarı öncesi sisteme muhalefet eden “İslamcı ya da Müslüman” aydınlar bugün AK Parti iktidarı ile birlikte bu yaklaşımlarını bıraktılar eleştirileri sık sık dillendirilir oldu. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Bu konuda yapılmış bir istatistik filan yok ama açıkça gördüğümüz durum ve algımıza hitap eden şey böyle bir eleştirinin de haksız olmadığı istikametinde. Yani epey bir zamandır, AK Parti yerine başka bir parti iktidarda olsaydı hata veya kusur olarak gösterilebilecek şeylerin AK Parti iktidarı döneminde biraz tolere edildiği, biraz şüpheyle yaklaşıldığı bir sürecin yaşandığını kabul etmek lazım. Böyle bir durum var netice itibariyle.

İslamcı aydınlar gelecek kaygısına kapıldılar ve iktidarın nimetlerinden nasıl faydalanırlar, onu düşünmeye başladılar eleştirisi için ne söyleyeceksiniz? Bunun sebepleri neler olabilir?
Gelecek kaygısıyla hareket eden bir grup insan vardır, bunlar her zaman diliminde olur. İnsanlar gelecek kaygısıyla hareket ederler. Düşüncelerini değiştirirler mi? Belki ketmederler, belki mülayimleştirirler düşüncelerini filan, ama sadece gelecek kaygısı olduğu kanaatinde değilim. Ben burada biz Müslüman entelektüellerin nasıl bir dünya istediklerine ilişkin, nasıl bir sistem istediklerine ilişkin çok çerçevesi çizilmiş, net bir tavırlarının olmadığını anlıyorum. Net olmadığı için AK Parti’nin yaptıklarının alternatifini söyleyecek durumda değiller. Burada bir sıkıntı var. Hepsi için söyleyemem ama büyük ölçüde böyle bir sıkıntı var.

İkincisi de kendisi gibi olana muhalefet zordur. Mış gibi yapmaya başlarsınız. Netice itibariyle AK Parti, Başbakanı’ndan bilmem neyine kadar tanıdığımız bildiğimiz, daha düne kadar içimizde olan insanlardı. Bunu tolere etmeye çalışıyorsunuz. Bu konu hatalı olmuştur ama aslında niyetleri böyle değildir. Niyet okuması yaparak sonuç üzerine gitmiyorsunuz. Evet, niyetleri hesaba katmak lazım aslında ama siyaset sadece niyetler üzerinden değil, biraz daha sonuçlar üzerinden yapılır. Niyetin iyiydi ama şu sonuca vardın, şöyle bir noktaya geldi gibi bir durum söz konusu…

Bu konuda tabii bir şey daha söylemek gerekir. Çok uzun yıllardan bu yana, Cumhuriyet’in kuruluşu değil hatta Osmanlı’nın son döneminden itibaren Müslümanlar iktidar erkinden uzaktırlar. Uzaklarda bir yere düşmüştürler. Hem entelektüel dünyadan uzak, hem bizatihi iktidar makamlarından uzaktadırlar. 1950’li yıllardan itibaren üniversitelere yavaş yavaş insanların gidip gelmeye başladığı, Müslümanların çocuklarını üniversitelere gönderdikleri bir süreç yaşandı. 1974’lü yıllarda o günkü Milli Selamet Partisi, Ecevit’le beraber kurduğu koalisyonla iktidara geldiler ki, o dönemin bakanlarından bir tanesi, “Bakanlığa müsteşar arıyorum, tabii ehliyeti olsun istiyorum ama aynı zamanda hiç olmazsa Cuma namazı kılsın, yani en azından dine karşı bir tavrı olmasın. Böyle adam aradığımda bulamadığımı biliyorum.” diyordu. Dolayısıyla bu kadar bürokrasiden, iktidardan uzak kalmış bir camiaydı. Daha sonra ANAP’la beraber yavaş yavaş, ama son dönemde aşağı yukarı kendini İslamcı olarak niteleyen, en azından tarihsel olarak, sonradan “biz Milli Görüş gömleğini çıkardık” demiş olsa da şu anki haliyle İslamcı olarak nitelenebilecek bir Başbakanın, bir Meclis Başkanının, bir Cumhurbaşkanının olduğu, bürokrasinin büyük bir kısmında hakim pozisyona gelindiği bir süreçte insanlar iktidar nimetleriyle birebir karşı karşıya geldiler. Bu, “birçok insanın dengesini bozmadı” desek yanlış olur. Bir denge bozukluğu meydana geldi. Belki biraz aşırı bir ifade olacak ama bir ilahiyat profesörü arkadaşımız Hayri Kırbaşoğlu’nun söylediği bir şey var; “Uhud’un okçularına benziyor şimdi insanlar”. Savaşı unuttular, asıl hedefi ıskaladılar ve hedeflerinde ganimet paylaşımı gibi bir durum oluştu. Bu belki çok aşırı bir değerlendirme gibi görülebilir ama nihayetinde tarihsel bir benzetme yapılacaksa, böyle bir benzetme de açıklayıcı özellik taşıyor. Dolayısıyla böyle bir süreçte Müslüman aydınların daha açıklayıcı, daha durumu ortaya koyucu, insanları suçlayıcı olmaktan ziyade insanları yanlışlardan koruyucu yönde birtakım açıklamalarının, husumete dayalı olmadan ama mutlaka durumu düzeltmeye dönük yapmaları beklenirdi. Bunu yapan var mı? Kısmen var. Diğerleri çok mu memnun halden. Çok memnun değiller ama konuşmaktan ziyade mırıldanıyorlar. Sanıyorum önümüzdeki dönemde bu durum daha net konuşulmaya başlanacaktır.  diye düşünmek mümkün.

SİYASETE PEYGAMBERİ BİR NEFES LAZIM

Erol Göka, geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir röportajında “Vesayet sistemi yıkıldıktan sonra, bizim geleneksel aydınların heybelerinde darbeler eleştirisinin dışında bir şey kalmadı. Yokmuş demek ki!” gibi bir ifade kullandı. Sizce de gerçekten İslamcı aydınların heybeleri boş mu?
Doğrusunu isterseniz iki durumun da var olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yani heybelerinde hiçbir şey yoktu demek çok ileri bir şey ama heybelerinde yeteri kadar bir şey olmuş olsaydı bunun kamuoyuna yansıyan görüntülerinin olması lazımdı. Hakikaten vesayet rejimiyle mücadelede, 28 Şubat’tan itibaren başlayan süreçte imkanların elverdiği ölçüde ciddi şeyler yapılmıştır. Fakat bizim başlı başına vesayet sistemini kaldırmanın ötesinde daha insan yüzlü bir dünya, daha adil bir dünya, insanların kendilerini daha rahat hissettiği bir dünya tasavvurumuz vardı. Adalet çok önemli bir kavramdı burada. Bu adalet tasavvurunu hayatın her noktasında önemli kılmak ve onu doğru düzgün bir söyleme kavuşturmak konusunda Müslüman entelektüellerin çok maharetli olmadıklarını söylemek yanlış bir şey olmaz. Burada, adalet istemiyorlar, bunu yapmak durumunda değiller gibi bir suçlamayı söylemek istemiyorum. Ama bizim vesayeti ortadan kaldırırken bile, daha adil bir dünyaya geçişin bir adımı olarak bu konuda mücadele etmeyi algılamamız gerekiyor. Burada hakikaten vesayetle mücadeleyi çok daha ileri noktalara götürüp, hayatımızın önemli bir şeyi haline getirdikten sonra vesayetin nispeten kalktığı bir dönemde o adil dünyaya ilişkin tasavvurları ve söylem flulaştı. Bunun, önümüzdeki senelerde daha da netleşeceğini düşünüyorum. Şöyle kabul edelim: Dünyayı küresel bir köy olarak niteliyorlar. Küresel bir köy en azından çok yanlış bir tanımlama gibi gelmiyor.  Eğer küresel bir köyde yaşıyorsak söyleyeceğimiz lafların, bulunduğumuz coğrafyadan başlayarak küresel köyün tamamına söylenecek laflar olabilmesi lazım. Bu da adalet kavramının gündeme getirilmesi, ilerleme, gelişme, büyüme gibi kavramların yeniden hesaba çekilmeye başlanmasıyla mümkün. Çünkü bugün dünya bir sistem içinde yürüyor. Küresel köy dediğimiz şey kapitalizmin küreselleşmesi meselesidir. Sermayenin her tarafı dolaşması, emeğin ise bulunduğu yerde kalmasıyla alakalı bir tarafı vardır. Hikaye sadece bundan ibaret değildir. Elbette değerler söz konusudur. Küresel köy meydana geliyorsa, küresel köyü oluşturanın değerleri de dünyayı kaplıyor demektir. Bu çok sıkıntılı bir pozisyon. Şimdi, burada Müslüman insanlar olarak, bu küresel köydeki değer erozyonunun farkına varıp, sadece bu değer erozyonunu eleştirerek mevzuyu götüremeyiz. Kaldı ki bu eleştiriyi de doğru dürüst yaptığımızı söyleyemem. Bunu aşarak, bunun ötesinde, böyle değil de şöyle yapmamız gerekir diyerek dünyaya bir teklif sunmamız gerekir. Bugünün en büyük sıkıntılarından biri budur. İslam’dan başka yeni bir değer üretebilecek ve bu değerin insanı, insani özellikleri içinde muhafaza etmesini mümkün kılabilecek başka bir söylem yok şu anda. Açık söyleyelim, yok. Roger Garaudy’nin tabiriyle “siyasete peygamberi bir nefes lazım”. Siyaseti hala, sadece menfaat ilişkileri üzerinden cereyan eden bir hikaye olarak tasavvur ediyorsak; Müslümanlar yaptığı zaman da birbirleriyle boğuşacaklardır, başkaları yaptığı zaman da birbirleriyle boğuşacaklardır. Siyaseti boğuşma alanı olmaktan çıkarıp yeniden anlamlandırmak, yeniden insanların sorunlarını çözmeye dönük ve daha insan yüzlü bir dünya kurmaya dönük bir faaliyet haline getirmek gibi düşüncemiz var. Siyaset böyle, ekonomi böyle. İlerleme ve gelişme üzerinden konuşuyoruz. Eğer böyle bir ilerlemeyi Müslümanlar yaptığında yeterli görüyorsak o zaman buraların rengini yeşile boyarsınız, hayat aynen yeşillikler içinde devam eder. Ama ne değişir ki o zaman?

Müslümanlar bu yoldan gittiği zaman; ilerleme, gelişme, büyüme gibi kavramları aynıyla kabul ettikleri süre içinde bugünkünden farklı bir hayata vücut veremeyeceklerdir. Oysa yapılması gereken şey bu kavramların yeniden sorgulanmaya açılmasıdır. Nasıl bir ilerleme, nasıl bir büyüme, nasıl bir teknoloji?.. Yine rahmetle analım, Garaudy’nin çok güzel bir lafı var: “Batı, büyük ölçüde eşya medeniyetidir”. Yani, nasıl sorusunu sorar. Bunu nasıl yapabiliriz? Şunu nasıl buradan buraya götürebilirim? Yani aletlere ilişkin sorudur. Oysa “niçini” de sormak lazım. Niçin amaçlara ilişkindir. Bunu niçin yapacağım? Bu gözlük, insanların daha iyi görüp, çevresini daha iyi değerlendirmesi için lazım. Şimdi “niçini” hiç sormadan üretebildiğim her şey benim için gereklidir diye, acayip bir üretim anlayışı ortaya çıktı. İnsanlar bütün hayatlarını gerekli gereksiz üretim yapmak üzerine bina ettiler. Kapitalizm motorunun dönmesi için bunlar gerekli şeyler. Ama biz kapitalizmin motorunu döndürmek mi istiyoruz, yoksa daha insan yüzlü bir dünya ve insanların kendilerine de zaman ayırabildikleri bir dünya mı arzu ediyoruz. İnsanlar kendilerine zaman ayırabiliyorlar mı sizce? Hayır. Resulullah’ın bir sözü var: “Gününüzü üçe bölün, üçte birini uyku için ayırın, üçte birini dostlarınıza ayırın, üçte biri de çalışmak için, rızkınızı temin için”. Şimdi gerçekten böyle bir hayat insan yüzlü bir hayattır. O zaman biz buradan çıkarak Resulullah böyle bir hayatın nasıl kurulacağına ilişkin bir proje vermiyor insana. Ama hayatınız böyle olmak zorunda diyor. Yani böyle üçe bölünmüş bir hayat var. Fizik gücünüzü uykuyla beraber derleyip, toparlayarak bütünüyle çalışmaya aktarılan bir çalışma durumu diye bir şey icat edildi. Bunların yeniden sorgulanması lazım. Peki öbürü tembellik midir? Gününüzün üçte birini dostlarınıza, çevreye, insanlara ayırmak… Bana kalırsa insani olan şey budur. Netice itibariyle insanlığımızı böyle hissedebiliriz. Bunlar hakkında çok kesin kanaatler ve sonuçlarımız yok ama bunları sorgulayarak hayatı insanileştirebiliriz.
Bir başka şey de, öyle bir dünya ortaya çıktı ki dünya nüfusunun yüzde 80’i veya şöyle söyleyelim, en yukarıdaki yüzde 5’i dünya gelirinin neredeyse yüzde 30-40’ını alıyor. Geri kalan yüzde 10’u bir 30’unu alıyor. Dünya nüfusunun dörtte üçünü teşkil eden bir kesim ise dünya gelirinin dörtte birini alır vaziyette. Böyle bir adaletsizliği devam ettirmenin imkanı yok. İşte bu adaletsizliği devam ettirmek için kapitalizm dehşet dengesi kuruyor. Sende nükleer silah var, bende de nükleer silah var. Nükleer silahlar önce kendi ahalimizi sindirmek için elimizde bir araç, sonra da karşımızdaki düşmanı sindirmek için, dünyayı talan etmek için kullanacağımız bir araç haline geliyor. Bunlar çok insaniyse buyursun, devam etsin. Müslümanlar böyle bir dünyaya talip olmamak zorundadırlar. Böyle bir dünyanın muhalifi olmak zorundadırlar diye düşünüyorum.

İSLAMİ STK’LAR ULUDERE KONUSUNDA ÇOK TUTARLI TAVIR SERGİLEDİLER

Biraz daha güncel bir konuya değinmek istiyorum. Uludere olayı, başörtüsü konusunda ağır aksak atılan adımlar gibi konularda İslamcı aydınlar iyi bir sınav verdi mi? 
Uludere söz konusu olduğunda Müslümanlar belki yaptıklarını çok fazla duyurabilir pozisyonda değiller. Bir ikincisi Uludere yazıları “yandaş medya” denilen bazı insanlar tarafından farklı bir şekilde değerlendirildi. Bütün Müslümanlar ve İslamcılar dediğimiz kesim de bunlardan ibaret değil netice itibariyle. Bunun dışında sivil toplum kuruluşları Uludere konusunda bana kalırsa çok tutarlı tavır sergilediler. Bu, dediğim gibi “yandaş medya”da bu işin yer tutmuyor oluşu, sanki Müslümanlar bu işe ilgi göstermiyor gibi bir durum ortaya çıkardı. Bundan 20 gün önce filan Uludere’deki bir grup insanı, AKV’nin de içinde bulunduğu bir grup sivil toplum teşekkülü Mazlumder’in organizasyonuyla burada misafir ettiler, basın toplantısı yaptılar ve davalarına sahip çıkmaya çalıştılar. Bu periyodik olarak yapılmak üzere karar altına alındı. Bu meselenin aslı ortaya çıkana kadar işin peşini bırakmayacaklarına ilişkin bir açıklama var. AK Parti’nin temsil ettiği büyük camianın bu işe çok duyarlı olmadığı gibi bir izlenim, diğer Müslümanların da duyarlı olmadığı gibi bir şey ortaya çıkardı. Bunu bir defa belirtmek lazım. Ama şunu da açıkça ortaya koymak gerekir ki, bu Uludere meselesinin başlı başına bir facia olarak nitelendirilmesi için oradaki insanların ölmesi yeterli zaten. Yani 37 tane insan vefat ediyor ve bunlar birbirlerinin akrabası. 16, 17, 18 yaşında çocuklar burada ölüyor. Yani bu bir hata ise hem itiraf edelip, hem bu hatadan dolayı insanlardan özür dilenmeliydi. Gerçi bir tazminat ortaya koydunuz ama, bu özrün ortaya çıkmaması insanlarda “her bir canımızın karşılığı olarak devlet bir bedel ödüyor, bu adeta canımız satın alınıyor” gibi bir duygunun yeşermesine yol açtı ve bu duygunun yeşermesi örgütün propaganda yapmasına vesile teşkil etti. Netice itibariyle iktidarın nasıl bir zorluğu var ki, -böyle bir mevzuda, bölgede kendisine oy kaybettiren, aynı zamanda PKK’ya adeta bir hayat nefesi olmuş bir mevzuda-, daha net, daha açık davranması gerekirken niçin böyle davranmak lüzumunu hissediyor, bunu bilemiyoruz. Netice itibariyle bu iktidarın mensuplarının bileceği bir iş. Ama bizim düz vatandaşlar olarak, -buna Uludereliler de dahildir-, “Arkadaş burada ne oldu, bize bir açıklayın” demeye hakkımız var. Ve eğer burada bir hata yapılmışsa, -bana kalırsa eğeri fazla, bir hata var burada-, bu hatanın bedeli olarak insanlardan özür dilenmeli. İnsanları, en azından vicdanlarındaki kuşkuyu giderebilecek bir rahatlığa kavuşturalım.

Başörtüsü mevzuunda da, bundan 10 sene önceyi düşünerek bugüne geldiğimizde bu iktidarın son 50-60 yıl içinde yapılmış ve tabu olmuş birçok şeyi tabu olarak yıktığını görüyoruz. Yani bu tabular konusunda cesaretli adımlar attığını görüyoruz. Ama bu iktidar kendi tabanına ilişkin kalıcı şeyler yapma konusunda sıkıntılı bir pozisyonunun da var olduğunu görüyoruz. Yani ne dendi? Sabredin, dendi. Kademe kademe gidiyoruz filan dendi. Evet, bugün başörtüsü sorunu yaşanmıyor ya da çok az yaşanıyor. Ama bu konjonktürel bir durumdur. Bu konjonktür değişip de, AK Parti’nin yerine bir başkası geldiği zaman bu mevzuyu değiştirebilecektir. “X” YÖK başkanı yerine, “Y” YÖK başkanı geldiği zaman mevzu değişebilecektir. Dolayısıyla bunların hukukun güvencesi altına alınması önemli bir meseledir. Orada da, “bunu anayasal olarak yapalım” deniyor. Evet, anayasal olarak yapsalar iyi olur, peki anayasal olarak yapamadığınız zaman ne yapacaksınız? Burada dediğim gibi iktidarın tabii tabanını teşkil eden kesimlerin isteklerinin, en azından başörtüsü isteklerinin karşılanmadığını görüyoruz ve ummak istiyoruz ki inşallah bu düzenleme de yapılsın. Anayasanın yeniden dizaynında bunlar gerçekleştirilsin. Dediğim gibi bir sürü eksiklikler olmasına rağmen geldiğimiz nokta ile bulunulan nokta arasındaki mesafeyi, bulunulan nokta ile bulunulması gereken nokta arasındaki mesafeyi ölçerek biraz daha adil bir değerlendirme yapmak gerekir diye düşünüyorum.

AK PARTİ’NİN ALTERNATİFİ YOK

Son zamanlarda Muhafazakar sanat, Çamlıca’ya cami ve kürtaj meselesinde olduğu gibi çok da gündemde olmayan konular iktidar tarafından ortaya atılınca İslamcı aydınlar da bunlar üzerinden bir takım tartışmalara giriyor. İktidar, “düşünce frenletici” bir etkiye mi sahip sizce?
Ortada bir sistem var ve siyasal iktidar bu sistemi yürütmek için geliyor. Yani bir ray var, bir sistem var ve lokomotifi koymuşsunuz rayların üzerine. “Öbür makinist 20 kilometreyle kullanıyordu, ben 50 kilometreyle kullanıyorum ve hedefe daha önce varırım” diyor. Ama rayı değiştirmek gibi düşüncesi yok, bu sistem içinde. Ama burada, bizim Umran dergisinde geliştirmeye çalıştığımız, “Parlamento dışı siyaset” diye bir kavram var. Yani parlamentoyu hedeflemeyen ama kültürel olarak da, siyasi olarak da, siyaset yapan bir anlayışa ihtiyaç var. Bu, sistemi toptan sorgulayan bir anlayış olmak zorunda. Bunu siyasi iktidarların yapabilme imkanı yok. Bu tür siyaset yapanların, bu tür hedef koyanların siyasal iktidarlardan beklentileri şudur: Devletin gücünü birinin arkasına, birinin önüne koymak. Yani insanların rahatça mücadele edebilecekleri, güvenliklerinin sağlandığı bir mücadele alanı inşa etmek. Devletin bunu yapmasıdır beklenti. Çünkü hakikaten siyasal iktidarın bu işleri ne düşünmeye ne de yapmaya zamanı var. Orada uçak düşüyor, burada bu oluyor, hepsi güncele koşturmak zorunda. Entelektüellerin veya aydınların eğer kendilerinin bir tasavvurları varsa, bu tasavvurları siyasal iktidarın uygulayabileceği projeler haline getirmek gibi bir programlarının da olması lazım. Bakın, şöyle şöyle yapılırsa iyi olur diye bir tasavvurlarının da var olması gerekir. Bizim geleneğimizde sadece “bunu yanlış yaptın” demek vardır. Peki niye yanlış yaptım? “Doğrusu nedir” gibi bir teklif götürmeme sorunumuz var. Sonuç itibariyle bir şeyi düzeltmek istiyorsak, neyi nasıl düzeltebileceğimize ilişkin bir tasavvur da üretmek zorundayız, diye düşünüyorum. Yoksa öbür türlü, nihayetinde kitle nezdinde de, siyasal iktidar nezdinde de, muhalefet hastalığına tutulmuş bir grup olarak algılanmaya başlarsınız. Söyledikleriniz etkisini kaybeder. Mesela 60’lı, 70’li yıllarda Osman Bölükbaşı diye bir siyasetçisi vardı bu ülkenin, Millet Partisi’nden. Osman Bölükbaşı muhalif olarak herkes seviyordu; fakat Osman Bölükbaşı’ya hiçbir zaman iktidara ortak olacak bir siyasi görev vermediler. Niye? Sadece muhalefet ediyorsunuz. Ben şunu yaparım demediğiniz zaman, şunun şöyle olması gerekir demediğiniz zaman çok ciddiye alındığınız gözükmez. Şimdi AK Parti’nin bir alamet yanlışları vardır. Bugün yine bir yazıda okudum. Diyor ki; başlangıcından bu yana AK Parti’ye oy vermiş bir emekli subayım. Hanımla düşünüyoruz, tamam AK Parti’nin sıkıntıları çıkmaya başladı, kime oy vereceğiz… Arkası yok, alternatifi yok. Niye alternatifi olmuyor? Alternatif bir şey söylemen lazım. Entelektüellerin, aydınların, birilerinin de bu işi parlamento dışı muhalefet olarak söylemesi gerekir.

MÜSLÜMAN AYDININ DÜNYAYA BİR TASAVVUR SUNABİLECEĞİ BİR ALAN OLMASI LAZIM

Parlamento dışı siyaset dediniz. Bu nasıl bir yolla gerçekleşecek, bu konuda Müslüman düşünürler, aydınlar ya da alimler neler yapmalı?
Şimdi dünya neredeyse bir standart eğitime doğru gidiyor. Artık aynı şeyleri öğretiyoruz çocuklara. Peki bu eğitimin sonucunda meydana gelen dünyaya baktığımız zaman, Garaudy’nin tabiriyle söyleyelim, “bir alamet alet bolluğu ve amaç yokluğu”, yüzünden böyle şaşkın bir dönem yaşıyoruz. Aletlerimiz olmasın değil, aletlerimizin hayatımızı kolaylaştırdığını biliyoruz. Aletlerimizin sağlık, sıhhat vb. şeyleri kolaylaştırdığını da biliyoruz. Bunun tersi de söz konusu ama netice itibariyle bunun müspet tarafının var olduğunu biliyoruz. Ama bir değer yoksulluğuyla karşı karşıya olduğumuzu da artık algılamamız lazım. Yani kendi hayatımız içinde bile bunu görebiliyoruz. İnsanların birbirleriyle ilişkileri, insanların büyük kalabalıklar içinde büyük yalnızlıklar yaşadığı bir süreç yaşadığımızı da görüyoruz. Şimdi bir Müslüman entelektüelin bu eğitimde sorunlar var, bu eğitimin şöyle şöyle yapılması daha doğru olur gibi, sadece slogan düzeyinde değil ama şunlar şunlar da ilave edilmelidir diye söyleyebileceği, bir siyasetçinin bu konuya ilgisini çekebileceği bir şey, dünyaya bu anlamda bir tasavvur sunabileceği bir alanı olması lazım. Demin yine söyledim, ilerlemedir, gelişmedir, teknolojidir, nükleer enerjidir vb. konuların, şöyle şöyle algılanması gerekir diye bir tasavvur üretilmesi lazım. Müslüman, tabii ki Müslümanlıktan alacaktır ilkelerini. Mesela hayatın, Resulullah diyor ki üçe bölün hayatınızı, böyle yapın. Şimdi böyle bir temel bazdan hareketle bu işin hem söylem düzeyinde ifade edilmesi, hem de uygulama düzeyinde teklif edilmesi lazım. Bunu kim üretecek? Bunu kendilerine entelektüel diyen ve Müslümanlıklarını önemseyen, önceleyen insanlar üretecekler. Peki siyaset bunun neresinde? Eğer netice itibariyle bu eğitimin yeterli olmadığını, eğitimin şöyle şöyle yapılması gerektiğine ilişkin bir tasavvur üretiyorsanız netice itibariyle yaptığınız şey siyasettir. Buradan bir milletvekilliği beklemiyorsunuz, bir maaş da beklemiyorsunuz ama bir şey teklif ediyorsunuz dünyaya. Şöyle bir şey düşünün: Bu toplum yoksul bir toplum değil netice itibariyle ama evsizlerin olduğu bir toplum. Bir arkadaşımız var Yalova Sosyoloji bölümünde, Bağcılar ve Esenler’deki fakir gençliği inceliyor. Evet GSMH şu noktaya geldi, kişisel gelir bu noktaya ulaştı, ama netice itibariyle GSMH’nin göklere vurduğu zaman da toplumun çürüdüğünü görebiliyoruz. Bunlar birbirine koşut gitmek zorunda olan şeyler. Yani bu gençliğin sorunları eğer bir siyasi iktidarın önüne konmuyorsa, o arkadaşımızın yaptığı gibi bir araştırma yapmak, “bak arkadaş burada böyle bir hikaye var, bu değer yoksunluğunun ve bu imkansızlığın getirdiği bir şeydir” demek siyaset yapmaktır. Dolayısıyla ben parlamento dışı siyaseti önemsiyorum. Yani bu nedir biliyor musunuz? Bu, ben herhangi bir karşılık beklemiyorum, sadece toplumsal hayat ve insanların hayatı düzgün olsun diye, insanın kendini bu yola adamasıyla alakalı bir iştir. Karşılığı sadece maddi varlıkla ifade edilmeyen işlerin yapıldığı bir alandır parlamento dışı siyaset. Bunu yapabildiğimiz ve bunu harekete geçirebildiğimizde çok daha iyi noktalarda olacağımızı düşünüyorum.

ÖBÜR MAHALLE TARAFINDAN TIPIŞLANMAKTAN HOŞLANANLAR VAR

AK Parti’yle birlikte iktidara yaklaşan Müslüman aydınların belki kendileri için istediklerini adalet perspektifinde başkaları için de istemede eksik kaldıkları gibi bir eleştiri yapılabilir mi?
Bakın, burada bir yanılsamamız var. Müslüman aydınların bir kısmı iktidara eklemlenmiş pozisyondadır ama çok büyük bir kısmı da iktidar alanı dışında bir yerde konumlanmıştır. Kaldı ki iktidara eklemlenmiş olan Müslüman aydınlar da sadece siyasal iktidarla beraber gitmenin iktidar olmaya yetmediğini anlamış durumdalar. Basın dünyasına dönün bakın. En önemli iktidar alanlarından bir tanesidir. Yani 1970’li, 80’li hatta 90’lı yılların başında bile Müslüman aydınların yazı yazabilecekleri, basın dünyasında kendilerini gösterebilecekleri alan, toplam basın alanının % 10’u, 15’i mesabesindedir. Dolayısıyla bu aynı zamanda; bütün basını size verseler burayı dolduracak kadar insanınızın olmadığı anlamına geliyor. Niye? Çünkü basında, 50’li, 60’lı, 70’li yıllara bakın; kendilerini Müslüman olarak niteleyenler 5 binlik, 10 binlik, 20 binlik mevkutelerin içinde kendilerini ifade etmektedirler. Öbür tarafta basının % 90’lık kısmı ise baştan itibaren, basın kurulduğundan bu yana belli bir kesimin elinde devam edip gidiyor. Hele 70’li yıllardan sonra, solculuktan vazgeçmiş, sistemle bir entegrasyon içine girmiş bir grubun hakimiyetinde devam ediyor. Sabah gazetesi mesela, iktidardan yana tavır koydu. Sabah gazetesinin genel görünümüne bakın, muhafazakar bir gazete veya Müslümanların hassasiyetlerine olağanüstü dikkat eden bir gazete görünümü var mı? Yok, bu gazetelerde netice itibariyle yukarıda patronun veya bilmem neyinin değişmesi gazetenin genel iklimini değiştirmiyor ki. İşte, birkaç tane köşe yazarı değiştiriyor. Haber kurgusu, bilmem nesi bütünüyle öyle devam edip, gidiyor. Bütün bunlara rağmen hiçbir değişimin olmadığını söylemek de yanlış bir şey. Zaten nihai tahlilde bir taraftan yana tavır koymaya çalışan basın olmuş olsaydı, yüzde 70 oy da alsa siyasal iktidar bu rahatlığı bulamazdı. Basının, bir ölçüde ortasından çatlamış olması, bir kısmının iktidarın yanında, bir kısmının karşı tarafta muhalif olarak kalmış olması iktidarı rahatlatan bir pozisyon ortaya çıkardı. Ama burada Müslüman entelektüellerin diğerlerine bir nevi koruma altına alacakları, onların haklarını koruyabilecekleri bir durum ortaya çıkmadı. Bunu açık söyleyeyim. Ama sonuç itibariyle, ister sizden yana olsun, ister sizin karşınızda olsun bir haksızlık söz konusuysa bu haksızlık karşısında tavır almak Müslümanların genel tavrı olmak zorundadır. Genel bakışının, genel eğiliminin bu olması lazım. Mazlumder’in çok güzel bir sloganı var: Mazluma kim diye sorulmaz. Eğer bir insan zulümle muhatap olmuşsa sen Hristiyan mıydın, sen Musevi miydin, sen falan mıydın diye sorulmaz. Önemli olan öncelikle bu insanın o uğradığı zulmün karşısında bir yerde durmaktır. Dolayısıyla bu bir ahlaki sorundur. Aynı zamanda bir inanç sorunudur. Bunun karşısında durmak zorundayız. Ama dediğim gibi Müslüman entelektüeller iktidar mevkiinin çok hakim bir yerinde duruyorlar da, birilerini muhafaza altına almak gibi bir durumları asla yok. İşin kötü tarafı, bazı arkadaşların bilhassa bundan önce merkez medyanın veya buna benzer derin iktidarın kodlarıyla hareket edenlerin yanında komplekse kapıldıklarını görüyorsunuz. Böyle bir arıza da var. Burada herkesi böyle bir nitelemeye tabi tutmak istemem ama böyle örneklerimizin var olduğunu da bilmemiz lazım. Yani kendi mahallemizin kaygılarını veya isteklerini devre dışı bırakıp, öbür mahalle tarafından tıpışlanmaktan hoşlanan ama bizim mahallenin insanı gibi davranan insanların da var olduğunu görüyoruz. Bunlar belki çok değiller ama var bunlar da.

LİBERALLER HİÇBİR ZAMAN ELLERİNİ TAŞIN ALTINA KOYMADI

AK Parti’nin liberal kesimlerle, liberal aydınlarla bağlarının koptuğu gibi bir tespit geçerli bir tespit mi?
Yani eskisi gibi bir balayı yaşandığı söylenemez. Bunu liberal aydınların yazılarında da görüyoruz. Şunu söyleyeyim; liberal aydınlar, “bugüne kadar size destek vermiştik, bundan sonra vermiyoruz, etmiyoruz” gibi birtakım şeyler söylüyorlar. Destek pazarlıkla verilebilecek bir şey değil. Diyelim ki seninle benim böyle bir ilişkim var. Siz bir zulme uğramışsınız, ben zulme uğradığınız bir anda size destek vermişim. Bu benimle alakalı bir iştir, öncelikle benimle alakalı bir iştir. Çünkü benim konumum zulme uğrayana kimliğini sormadan destek vermektir. Ama bir süre sonra siz kendinizi toparlamışsınız, benim veya benim gibilerin sıkıntıya düştüğü bir dönemde siz destek vermemişsiniz. Bu sizin sorununuzdur. Benim yanlış yaptığımı göstermez. Siz destek vermediğiniz halde tekrar o duruma düşseniz, ahlaki sorumluluk benim size destek vermemi gerektiren bir şeydir. Bu pazarlık konusu yapılamaz. Ben sana zamanında destek vermiştim sen de bana vereceksin. Bu alışveriş hikayesi değildir. Bu ahlaki bir meseledir. Dolayısıyla bunu liberal aydınlar “efendim biz şunu yapmıştık” diye söylüyorlar. Peki, siz bu kadar kitleye hitap etme potansiyeline sahiptiniz de, AK Parti çıkarmadan neredeydiniz? Kim size hangi alanı verdi? Siz bir alan kullanıyorsunuz ve asla sizin varlığınızın boyutuyla ifade edilmeyecek kadar geniş bir alan açtı AK Parti sizin için. Bu, sizin AK Parti’ye “desteğiniz”den daha fazla AK Parti’nin size alan açmasıyla ilgili bir şeydi. Bunu AK Parti’nin doğru yaptığına inanıyorsanız verdiğiniz desteği pazarlık konusu yapamazsınız. Doğru yapmadığına inanarak destek vermişseniz, o da sizin sorununuzdur, ahlakınızla alakalı bir iştir. Ama liberallerle eskisi gibi bir balayı yaşanmadığı belli.

Bakın çok enteresandır, liberallerin yaptıkları, hiçbir zaman ellerini taşın altına koymakla ilgili değildir. Netice itibariyle AK Parti’ye oy verenler, AK Parti siyasetini devam ettirenler, AK Parti’nin üzerine oturduğu asıl temel elini taşın altına koymuş demektir. Liberaller ise işler terse gitmeye başladığı zaman ellerini çekip, hiçbir zaman yanlış yapmayan bir grup olarak ortadalar. Hiçbir zaman yanlış yapmıyorlar. Dün bir şey söylemişlerse ve eğer bugün başka bir şey söylemişlerse, iki durumda da doğru yaptıkları bir pozisyon söz konusu. Ve bir şey daha, onlar istemekle yükümlü, siyasal iktidar yapmakla yükümlü. Yapmak dediğiniz hikaye bu kadar kolay mı? Her doğru olanı hayata geçirmek bu kadar kolay mı? Bizim orada bir laf var, biraz kaba kaçacak ama bu mevzuya tam oturacak: Kapıda yetişmeden dana öküz olmaz.

Dolayısıyla kendi camiasının insanlarını, entelektüellerini ve aydınlarını dışlayarak, baştan itibaren politikaları böyledir, başkalarıyla beraber iş tuttular. Bu insanlarla iş tutulmasın demek değil, çünkü siz kitle partisisiniz. Kitle partisiyseniz o kitlenin temsilcilerinin hepsi içinizde olacak demektir. Onlar yazar olacaklar, bilmem ne olacaklar filan ama Müslümanları ihmal ederek daha çok başkalarını ön plana çıkarmak… Ulaşılan sonuç da böyle bir sonuç oldu.
 
AK PARTİ İLE CEMAATİN ZITLAŞMASI İKİ TARAFI DA ZARARA SOKAR

Fethullah Gülen cemaatine yakın yazarlarla AK Parti arasında da bir mesafe oluştu. Bunun sebepleri neler olabilir?
Bu mesafenin ortaya çıkması Hakan Fidan’ın ifadeye çağırılmasıyla alakalı bir şey. Tabii daha öncesi, bir arka planı vardır ama Cemaatin hukuk camiasında elde ettiği gücü siyasal iktidarı tehdit eder bir biçimde kullanması gibi bir tasavvur canlandı iktidarın kafasında. Hatta Tayyip Bey bu işler epeyce bittikten sonra, Hakan Fidan ve arkadaşlarının ifadeye çağrılmasının izne bağlanmasından sonra bile, “Hakan Fidan’ı gönderen benim, eğer Hakan Fidan’ı ifadeye çağıracaksanız beni çağırın” dedi. Zaten siyasal değerlendirme yapanlar da asıl hedefin Hakan Fidan, Emre Taner ve yanındaki hanımefendi olduğunu değil, doğrudan doğruya Başbakan’ın hedef alındığını söylediler. Tabii bu hakikaten böyle midir, böyle değil midir tartışılır ancak böyle yorumlanmaya açık bir görüntü var. Bilmiyoruz ama bu iplerin kopmasına sebeptir. Bir ikincisi siyasal iktidarın temsilcileri tarafından söylenen, “siyaset yapacaksan siyasal partin olacak” sözüdür. Siyasal parti ben olacağım, elimi taşın altına ben koyacağım ama iktidarı sen kullanacaksın. Böyle bir hikaye olmaz. Yani Cemaat siyasal iktidar imkanlarını kullanmak istiyorsa, kendisi siyasal parti kurar filan diye gelişen bir söylem var. Bunlar ne kadar doğru, ne kadar yanlış bilemiyoruz. Ama bildiğim bir şey var, bu iki grubun, -iki grup derken siyaset camiası tabii ki kendini deklare etmiş o deklarasyon vasıtasıyla oy almış AK Parti ve öbür taraftan uzun zamandır hizmetlerde bulunmuş, belli bir bürokratik etkinlik kazanmış bu iki grubun-, birbiriyle kendi sınırları içinde kalarak anlaşması ülke açısından çok yararlı olacak bir şey. Peki zıtlaşmaları ne getirir? Bu iki tarafı da zedeleyen, iki tarafı da sıkıntıya sokan ve dolayısıyla Türkiye’de en azından 28 Şubat iktidarlarından daha farklı, daha özgür bir potansiyel ortaya çıkarmış olan bu iktidarı yıpratacak bir sonuç üretir ve dolayısıyla iktidara oy verenlerin toplamı bundan etkilenir. Milletin toplamı da etkilenir. Dolayısıyla bu savaşın, daha doğrusu tartışmanın bir yerde son bulması lazım. Son bulması da herkesin kendi alanına çekilerek yapacağı bir iştir. Yani siyasi bir erk olduğunuzu veya siyasi bir hedefi olan bir parti olduğunuzu deklare etmeden siyaseti dizayn etmeye çalışıyorsanız bu deklarasyonu yapmış olanlar sizin önünüzü kesmeye çalışırlar. Bunu da Cemaati hakikaten samimiyetle benimsemiş insanlar mı yapıyor, cemaatle iktidar arasında kripto görevler gören insanlar mı yapıyor? Bunu da bilmiyorum doğrusu. Ama düşündüğünüz zaman, normal olarak Cemaatin hayatiyetini ve milleti düşünen, bugüne kadar haklarında müspet şehadet getirebileceğimiz, hele hele şunu net söyleyeyim, yukarıdaki birçok insanı tanımıyorum ama bu öğretmenleri söz konusu ettiğimizde hakikaten onlara bakıp kendimizi temizleyeceğiniz insanlar olduğunu biliyorum. Ama bu öğretmenlerin gayretlerinin, ideallerinin, hayallerinin, basit iktidar hedeflerine alet edilip edilmemesi de cemaatin düşünmesi gereken bir şeydir diye düşünüyorum.

on5yirmi5.com