İslamcı aydınlar adalet için mücadele etmeli

Olaylar
ENGİN DİNÇ’İN RÖPORTAJI Son günlerde İslamcı veya Müslüman aydın olarak nitelenen entelektüel kesimin, AK Parti iktidarına fazlaca angaje olduğu ve eskiden olduğu kadar yoğun bir fikri...
EMOJİLE

ENGİN DİNÇ’İN RÖPORTAJI

Son günlerde İslamcı veya Müslüman aydın olarak nitelenen entelektüel kesimin, AK Parti iktidarına fazlaca angaje olduğu ve eskiden olduğu kadar yoğun bir fikri üretim içinde olmadığı tartışmaları gündeme geldi. Müslüman aydınların, kendisini Muhafazakar Demokrat olarak tanımlayan AK Parti iktidarında, eski üretkenliklerinden uzak olduğu eleştirisi çok da yersiz bulunmuyor. Ancak bunun sebepleri konusunda birçok ihtilaf var. Bu kesimin, iktidarın nimetlerinden yararlandığı için durağan bir sürece girdiği öne sürüldü. Ancak Prof. Dr. Erol Göka ise Müslüman aydınların heybesinde darbe karşıtlığı karşısında bir şey olup olmadığı sorusunu gündeme taşıdı. Biz de bu konuyu Yazar Ümit Aktaş’la konuştuk.

İSLAMCI AYDINLAR PARADİGMALARINI GÜÇ KAZANIMI ETRAFINDA KURDULAR

AK Parti iktidarı öncesi sisteme muhalefet eden İslamcı ya da Müslüman aydınlar çoğunluk itibarıyla, Ak Parti iktidarıyla birlikte bu yaklaşımlarını bıraktılar eleştirisi sık sık yapılır oldu. Sizce bu doğru mu? Böyle bir eleştiriye katılıyor musunuz?
Büyük ölçüde doğru. Sisteme muhalif tavrını bırakmayan aydınlar da var. Ama büyük çoğunluğu gerek bürokrasi, gerekse iktidar tarafından emildi. Yani bürokrasiye dahil olanlar oldu, bürokrasiye dahil olmayıp da bireysel bir aydın veya gazeteci, yazar olarak kaldığı halde iktidar tarafından hegemonize edilen aydınlar oldu. Bunlar da önemli sayıda, zaten problemli olan bu kesim var. Çünkü bürokrasiye giden, zaten bir bakıma “aydınlık” tarafını askıya alarak gidiyor. Ama bir de bürokrasiye gitmediği, doğrudan iktidar alanı içerisinde yer almadığı halde sırf iktidar tarafından hegemonize edilerek iktidara muhalefetini bırakan kesimler var. Bu daha çok problemli.

Bu aydınların, iktidarın nimetlerinden faydalanması durumu mu söz konusu acaba?
Buna doğrudan “satın alınma” diyelim, kaba bir tarif olacak ama… Sizin de söylediğiniz gibi iktidarın nimetlerinden faydalandığı için iktidarı destekleyen bir kesim var. Ama bence sorun bu değil. Yani çıplak bir biçimde kendisini satan insanın sayısı çok azdır. Vardır mutlaka; ama çok azdır. Bence problem daha derinde. O da şu: şu anda içinde bulunduğumuz paradigmanın oluştuğu dönem 60’lı yıllar. Daha doğrusu İkinci Dünya Savaşı sonrasında, dünya çapında ulusal bağımsızlaşma mücadeleleri esnasında bir İslami paradigma oluştu. O paradigmanın temel unsurları Batı’yla savaşmak, Batı’ya karşı güç kazanmak ve bir şekilde gerek batı, gerekse Batı’nın yerli temsilcilerine galebe çalmaktı. Dolayısıyla Müslüman ya da İslamcı aydınlar kendi ideolojilerini veya paradigmalarını güç kazanımı etrafında kurdular. Oysaki bizim üzerinde olmamız gereken şey, hakikat ve adalet için mücadele etmektir. Yani Müslümanların, İslamcı aydınların yapmaları gereken şey bu. Tabii ki adaletin de, hakkın da güce ihtiyacı var, onu inkar etmiyoruz. Yani gücümüz olmasın filan demiyoruz. Tıpkı gücün de hakikate, adalete ihtiyacı olduğu gibi. Çünkü saf bir güç, hiçbir zaman bir toplumda geneli kapsamaz. Saf bir adalet arzusu da, eğer gücü yoksa bir işe yaramaz. Ama buradaki öncelik ne? Yani güç kazanma mantığı mı öne çıkıyor, bizi hareket ettiren şey güç kazanma mantığı mı yoksa hakikat mantığı mı? İşte bu tefrik önemli.

Şu anda İran İslam devriminin geldiği noktaya bakalım. Yani nükleer gücü kazanmak için bütün dünyayı karşısına alan bir sistem var. Bunu adaleti kazanmak için yapmıyor. Nükleer gücü kazanmak için yapıyor. Ya da Pakistan’ın nükleer güce sahip olması gibi… “Bu, nükleer gücüm olsun da adalet için savaşırım” düşüncesi filan değil. “Nükleer gücüm olsun, Batı’yla savaşayım, Batı’ya galebe çalayım.” diye düşünülüyor. Yani güç kazanma mantığı öne çıkıyor. Ancak devrim yapılırken bu öyle değildi. İmam Humeyni devrim süreci içerisinde kitleleri sürekli sokağa çıkardı; ama hiçbir zaman silaha sarılın, savaşın, öldürün, ne olursa olsun galip gelin diye bir şey söylemedi. Ama devrimden sonraki süreç böyle aktı. Böyle aktığı için de ne oluyor? Suriye’de sırf kendi cephesini güçlendirmek için bir haksızlığa rıza gösteriliyor. Bunların hep temelinde, o temel problem var, güç kazanma mantığı…

Şimdi burada da aynı şey var. Türkiye’deki İslamcılar da, bir kısmı veya birçoğu itibariyle mevcut iktidarı veya bu iktidarın güç kazanma stratejisini güdüyorlar. AK Parti’nin üzerinde olduğu strateji de o. Bu kadar gökdelenin, birdenbire, tam da bu dönemde yükselmeleri manidardır yani… Çünkü gökdelen herkese karşı meydan okumanın bir belirtisi. “Biz daha yükseğini yapıyoruz, daha büyüğünü yapıyoruz.” mantığı… Tıpkı o nükleer silaha sahip olmak gibi bir şey….

Şimdi böyle bir mantık egemen olunca, ondan sonra ne oluyor? Her şeyi bu doğrultuda görüyorsun. İktidarın bu kadar desteklenmesi, bu kadar angaje olmanın nedeni de, o güç kazanma stratejisi ve mantığının esas olarak kabul edilmesine dayanıyor. Temel problemi orada görüyorum.

ULUDERE OLAYINDA GÜÇ MANTIĞIYLA, ADALET MANTIĞI ARASINDAKİ FARKI ORTAYA ÇIKTI

Bu anlamda Uludere olayı ya da başörtüsü konusunda herkesin içini ferahlatacak anayasal düzlemde birtakım düzenlemeler getirilmemiş olması konusunda İslamcı aydınların tavrı konusunda ne söyleyeceksiniz?
Mutlaka iktidarın kendi ajandası vardır, yani kendi stratejisi vardır. Onlara hiçbir şey demiyorum. Yani başörtüsünü çözmeyi belli bir sürece yaymış olabilir. Belli şeylerin akabinde gerçekleştireceğini planlamış olabilir. İktidarın ajandası benim elimde olmadığına göre bu konuda doğrudan doğruya iktidarı suçlamıyorum. Elbette, başörtüsüne ta başta özgürlük verilmeliydi diyorum ama yani bu konuda da niye yapmadılar diye illa burada bir suçlamaya da girmek istemiyorum.
Ama Uludere olayı çok farklı bir şey. Orada belli bir ajandayla, belli bir stratejiyle alakası olmayan bir şey var, ama bir stratejiyle de yine alakalı. Yani gerçekte siz güç edinme mantığını değil de adalet mantığını öne almışsanız, burada mutlaka ki adaletsizliğe doğrudan müdahale etmeniz gerekiyor. Ama bunu arkaya aldığınız zaman durum değişiyor. Orduyla oluşturulmuş olan mutabakatı sarsmamak adına kendi iktidar stratejisinin yürüyebilmesi için böylesine bir haksızlığa açıkça göz yumdu Ak Parti. Yani bu haksızlığın yapıldığını bile bile, telafisi yoluna gitmiyor. Burada bir problem var. Başörtüsüydü, ordunun zayıflatılması veyahut da Kürtçe’nin anadil olarak okutulması gibi şeyler belli bir stratejiye yayılmış olabilir ama Uludere çok farklı bir şey. Yani bu güç mantığıyla, adalet mantığı arasındaki farkı ortaya çıkaran açık bir belirti. O belirtiden sen, stratejinin karakterini okuyabiliyorsun.

İSLAMCI AYDINLARIN HEYBELERİ BOŞ DEĞİL 

Erol Göka şöyle diyor: “Vesayet sistemi yıkıldıktan sonra bizim geleneksel aydınların heybelerinde darbeler eleştirisinin dışında bir şey kalmadı. Yokmuş demek ki.” Siz buna katılır mısınız?
Heybeler boş değil, şu son 2-3 yıl içerisinde şunu gördüm; Arap baharı nedeniyle gerek İran tarafından gerek Arap dünyasından Türkiye’ye gelenler oldu. Sempozyumlar düzenlendi. Bunların bir kısmına ben de katıldım, bir kısmını izledim. Şunu gördüm ki, Türkiye’deki İslamcı aydınlar gerek İran gerek Arap cephesinden daha güçlüler, daha birikimliler. Yani farklı şeyler söyleyebiliyorlar, farklı öneriler getirebiliyorlar. Bu, heybelerin boş olduğu savı çok doğru değil bana göre. Buradaki temel problem şu; heybe dolu ama o heybeyi hangi yolda kullanacağına dair bir kafa karışıklığı, bir belirsizlik, hatta bir iktidar yanlısı olma durumu var. Yani tercihini iktidardan yana kullanma düşüncesi var. Türkiye’de iktidarın geliş öyküsü bir devrimle filan olmadı, Arap dünyasındaki gibi değil. Evrimsel ve uzun vadeli bir mücadele süreci içerisinde AK Parti gibi, Müslüman sosyo-politiğe dayanarak bir parti iktidara gelebiliyorsa burada aydınlar olmadan, düşünce olmadan, entelektüel bir kavga olmadan bunun yapılabilmesi zaten mümkün değil. Bu var, ama bu entelektüel birikim tamamıyla iktidara yatırılıyor. Burada aslında bizim temelde bir hakikat ve adalet mücadelesi veren taraf olduğumuz iktidarın hatırı için ya unutuluyor, ya görmezlikten geliniyor veya bastırılıyor.

ÇAMLICA CAMİİ MESELESİ, BU GÜÇ KAZANMA MANTIĞIYLA ALAKALI

Son zamanlarda muhafazakar sanat, Çamlıca’ya cami, kürtaj gibi suni gündemler var ve İslami camiadaki aydınlar bu gündemlerin peşinden gitmek zorunda kalıyorlar ya da bir şekilde bu tartışmaların üzerine gidiyorlar. Bu anlamda iktidarın bir “düşünce frenleyici” bir etkiye sahip olduğunu söyleyebilir miyiz?
Sen entelektüel birikimini iktidara yatırınca öbür tarafa harcayacak başka bir şey kalmıyor. Eforunu tamamen oraya vermişsin. Ama Çamlıca Camii meselesi, bu güç kazanma mantığıyla alakalı. Şöyle diyorlar; öyle bir cami yaptırayım ki, bugüne kadar yapılmış olanların mesela kubbesi en geniş olanı, minareleri en yüksek olanı olsun… Yahu tamam da şunu söylemiyor; en estetik olanı veyahut da bugüne kadar yapılmamış olan yeni bir form içerisinde, çağımızın ruhunu dile getiren, onu ifade eden bir cami yapalım” demiyor. Enler var orada, en yüksek, en geniş falan.

Bu muhafazakarlık meselesi de, her ne kadar iktidara gelinmişse de hala o geleneksel çizginin üzerine çıkılamadığını, onun üzerinde bir şey üretilemediğini, bir taraftan da buna rağmen gücünü dünyaya ilan etme çabası içerisinde olduğunu gösteriyor. Oysaki güç estetiğin ifadesi değildir, güç adaletin ifadesi değildir, güç hakkın ifadesi değildir. Bizim bu “en”lerden ziyade, yaptığımız davranış etik mi, ahlaki mi, estetik bir şey mi, adalete uygun mu, hakka uygun mu diye bakmamız gerekir? Bizim kriterlerimiz bunlar. Bu kriterleri dikkate almıyorsun, ama gücü dikkate alıyorsun, çıplak gücü dikkate alıyorsun!.. Muhafazakarlar için önemli olan şey güç olmuştur. Muhafazakarlık güce itibar eder. Ama Müslümanlık güce itibar etmez. Müslümanlık adalete, hakikate, estetiğe, ahlaka itibar eder. O nedenle muhafazakarlığın hakikaten ciddi bir estetik ve ahlak üretemeyeceği düşüncesine ben de katılıyorum. Çünkü muhafazakarlık bunların peşinde değildir zaten. Muhafazakarlığı tatmin eden şey güçtür, onların arzuları güç arzusudur, stratejiler güç kazanma stratejisidir. Muhafazakarları ancak güçle tatmin edebilirsin. Onlar ahlaka, estetiğe birinci dereceden önem vermezler.

AK PARTİ İKTİDARA YERLEŞİNCE LİBERALLERİN ELEŞTİRİLERİNE TAHAMMÜL ETMEMEYE BAŞLADI

Ak Parti iktidarında Müslüman aydınlarla, liberal aydınların AK Parti’ye destek vermesi söz konusu. Ama son zamanlarda İslamcı aydınlar Ak Parti yanında konumlanırken, liberal aydınlar da yavaş yavaş AK Parti’yle köprüleri atıyorlar. Altan kardeşler ilk aklıma gelenler. Bu süreç içerisinde liberal aydınlarla AK Parti arasındaki kopuş bir nebze anlaşılabilir ama Müslüman aydınların adalet arayışına yeterince destek vermemeleri doğal mı?
Liberallerle muhafazakarlar arasında, dünyada da böyledir, oldum olası bir birlik veya ittifak vardır. Özellikle 1980’den sonra Özal ve arkasından Refah-Yol, sonra AK Parti çizgisinin iktidara gelme süreci içerisinde liberallerle muhafazakarlar ciddi bir birlik oluşturdular. Neticede bugün bu, bir iktidar bloğu haline geldi. AK Parti iktidara iyice yerleşince ve rahatlamaya başlayınca artık liberallere ve onların eleştirilerine tahammül etmemeye başladı. Zaten bu iktidarlaşma süreci tamamlanınca o iktidar bloğunda çatlamalar çıkması beklenebilir, öngörülebilir bir şeydi. Bu çatlamalar gerek Fethullah Hoca hareketi olsun, gerek liberallerin bir kısmı olsun yaşanıyor, hatta İslamcılar da yavaş yavaş bu kervana katılacaklar. AK Parti bu güç mantığını sürdürürse İslamcılar da artık yanlış yerde durduklarının, yanlış kompartımanda seyahat ettiklerinin farkına varmaya ve desteklerini çekmeye başlayacaklardır. Buradaki problem liberallerin eleştirel pozisyonlarını korumaktaki dürüstlüklerine karşın İslamcıların yeterince dürüst olmamaları.

VESAYET SİSTEMİ İKTİDAR BLOĞUNUN NEREDE KURULDUĞUYLA ALAKALI

Her ne kadar AK Parti iktidarıyla birlikte ülkedeki askeri ve yargı vesayeti kaldırılmış olsa bile yapısal bir takım adımlar atılmaması sebebiyle eskiden olduğu gibi bir vesayet sistemi ile karşılaşılması durumunu mümkün görüyor musunuz?
İslamcılığın gücü biraz muhalefetteyken, iktidarla arasında bulunan mesafeyle ilgiliydi. O mesafeyi koruması ve eleştirel pozisyon üretmesiyle ilgiliydi. Ama şu anda o duruştan uzaklaşılmış durumda. Vesayet meselesine gelince… Aslında bu çok da yasalarla düzenlenebilecek bir şey değil. Yani bu tamamıyla iktidar bloğunun nerede kurulduğuyla alakalı. İktidarın dayandığı sosyo-politik alan güçlüyse, o yönde bir vesayet zaten ortaya çıkmış demektir. Diyelim ki ulusalcı bir vesayet olabilir veyahut da AK Parti’nin kurduğu bir vesayet olabilir. Neticede belirleyici olan iktidarın dayandığı o sosyo-politik güç alanının güçlü olup olmaması. Ülkede bir şekilde ittifaklarla oluşmuş olan belli bir iktidar bloğu varsa ister istemez onun sözü geçecektir. Yani buradaki yasalar, hukuk vb., onların belirleyiciliği daha çok biçimsel belirleyiciliktir. Neticede Türkiye’de 100 yılı aşkın bir süreç içerisinde bir anayasa var, bir hukuk devleti olduğu söyleniyor. Hepimiz de biliyoruz ki bu anayasa da, bu hukuk da işleyen bir şey değil. Yani askıya alınabiliyor, işlemez hale gelebiliyor ve karşı taraf için silah olarak kullanılabiliyor. Burada işleyen şey ne? İşleyen şey doğrudan doğruya iktidarın çıplak gücü. Dolayısıyla bu iktidar hangi taraftaysa onun gücü ağır basıyor ve onun sözü geçiyor. Tamam anayasa değişmeli, değiştirilmeli ama doğrudan doğruya anayasanın değiştirilmesi çok şeyi değiştirmez. Önemli olan, güç merkezi nerede kuruluyor, nerede ortaya çıkıyor sorusunun cevabıdır. Belirleyici olan, sözünü geçirecek olan odur. İlla kendisine bir hukuksal kılıf bulmak istiyorsa, o kılıfı da rahatlıkla icat eder. AK Parti’nin zaman zaman yaptığı yasalar gibi. Mesela milletvekillerini içeride tutuyordu, şimdi yasa değişikliğine gidildi, o tutuklu milletvekilleri dışarı çıkacak. Yani burada ne oluyor, yasayı, hukuku belirleyen iktidarın kendisi oluyor. Adeta iktidarın keyfine bağlı, bir şey oluyor. Hakkaniyet, haklılık, haksızlık, adalet vs. çok fazla bir anlam ifade etmiyor yani.

AK Parti’nin olaya bu şekilde baktığını düşündüğümüz zaman hala 12 Eylül’den kalmış siyasi sistem içerisinde siyasi hayatın devam etmesi de böyle bir anlayışın ürünü herhalde.
Her iktidar için kolaylaştırıcı yasalar cazip şeylerdir. Kimse kendi elindeki aracı hiçbir şey yokken kaybetmek istemez. Bunları anlamak mümkün yani. Ama buradaki temel sorun, adalete açık bir biçimde mugayir olmak ya da olmamak meselesi. Üstelik de Ak Parti gibi, adına adalet kelimesini yerleştiren bir parti… Gerçi Türkiye 30 yıllık bir Adalet Partisi iktidarı da gördü. Adaletin isminden başka hiçbir şeyin olmadığı bir süreçti o. Yani isimler böyle bir işlev de görüyor ama Adalet ve Kalkınma Partisindeki “kalkınma” ismi oldukça işlevsel şu anda. Gönül istiyor ki “adalet” ismi de biraz işlevsel bir hale gelsin.

CEMAATİN STRATEJİSİ KÜRESEL GÜÇLE İTTİFAKA DAYALI

Az önce söylediniz, Fethullah Hoca hareketiyle Ak Parti arasında bir ittifakı vardı. Ancak şu anda Cemaate yakın isimlerle, AK Parti arasında bir soğukluk var. Burada sorun ne sizce? Güç paylaşımı mı?
Güç paylaşımı da var işin içerisinde ama bence oradaki temel sorun şu: Cemaatin stratejisi küresel güçle ittifaka dayalı, ABD ile ittifaka dayalı. 1980’den sonra, yani Fethullah Hoca hareketinin ortaya çıktığı andan itibaren bu böyle. Fethullah Hoca hareketi klasik Nurculuğun içerisinde küresel güçle, ABD ile ittifak yaparak kendisini yeniledi. Yani bu “Nurculuk” hareketi yeni bir “Nurculuk” hareketi. Buna “Nurculuk” değil de, “Yeni Nurculuk” olarak bakmalıyız. Çünkü nasıl ki Said Nursi 1920’den sonra “Eski Said” stratejisini bırakıp “Yeni Said” stratejisine geçtiyse şu andaki “Nurculuk” o yeni Said stratejisini de aşarak “Küresel Nurculuk” dediğimiz bir “Nurculuk” hareketi ortaya koyuyor. AK Parti de Milli Görüş çizgisini yeniledi. Tayyip Erdoğan’ın “Milli Görüş gömleğimi çıkardım” demesi gibi… Şu anda Ak Parti’nin kitlesi de Milli Görüş kitlesi, ama o da yenilendi ve şu anda karşımızda adeta yeni bir Milli Görüş hareketi var. Bu yeni Milli Görüş hareketinin de özelliği şu; o eski, Erbakan’ın liderliğindeki hareket “doğucu” bir karaktere sahipti. Ama Tayyip Erdoğan’ın jenerasyonu, o “doğucu” karakterin kendilerini bir yere götüremeyeceğini hissettikleri için stratejiyi yenilediler, “doğucu” karakteri bir kenara bıraktılar. Bu bence doğru bir şeydi. Ama Fethullah Hoca hareketinin yaptığı gibi, küresel güçle de bütünüyle ittifak kurmayıp, sadece Avrupa Birliği’yle, Amerika’yla duruma göre, yeri geldiğinde stratejik işbirliği yaptılar. Yani baştan tepkisel, baştan rezervli bir karşıtlık üzerine değil de gerektiği zaman, gerektiği ölçülerde stratejiye açık bir politika geliştirdiler. Dolayısıyla burada Fethullah Hoca hareketiyle, AK Parti arasındaki strateji farkı şu: Fethullah Hoca hareketi her şeye rağmen küresel güçle ittifaka dayanan bir strateji içerisinde. Ama AK Parti iktidarı, küresel güçle rezervli bir işbirliğine dayanan bir strateji içerisinde. Bunun da ortaya çıkan belirtisi İsrail konusu. Fethullah Hoca hareketi ne olursa olsun İsrail’den yana bir politika izlerken, Ak Parti İsrail’e karşı… Küresel güçle işbirliği yapan ama İsrail’e karşı tavrını sürdüren bir stratejiyi savunmakta. Bu da her iki hareketin karakterini ortaya çıkaran bir belirti.

Kürt sorunu konusunda da sanırım Cemaat’le AK Parti arasında bir ayrışma söz konusu. Cemaat daha güvenlikçi bir politika üzerinden sorunun üzerine gidiyor. Ama AK Parti’nin  bu sorunu görüşerek, uzlaşmaya dayalı bir şekilde çözmek gibi bir tavrı var, doğru mudur?
AK Parti bu konuda da klasik Milli Görüş hareketinin ümmetçi perspektifi üzerinde duruyor. Yani Kürtleri ümmetin bir parçası olarak görüyor. Onların haklarının verilmesi gibi bir düşünceye sahip. Ama Fethullah Hoca hareketinin stratejisi burada da küresel güçle birlikte harekete dayanıyor. Kuzey Irak’taki Kürdistan yerel yönetiminin ABD şemsiyesi altına girmesine kadar Fethullah Hoca hareketi Kürt kelimesini bile ağzına almazken, bakıyoruz ki orası Amerikan şemsiyesi altına girdiğinde orada Fethullah Hoca’ya ait bir sürü okul açıldı. Yani ABD politikasını adım adım izleyen, ne olursa olsun ABD şemsiyesi altında duran bir yaklaşımı var. Küresel ölçekte bir yığın; belki yüz, yüz elli ülkede Fethullah Hoca hareketinin okulları var. Ama dikkat edersek bu okulların açıldığı ülkelerin hepsi ABD hegemonyası altında olan ülkeler ve bu okullar ABD’nin şemsiyesi altında açılan okullar. Bu okullarda İngilizce eğitim görülüyor. Ne olursa olsun Ak Parti milli ve yerel bir hareket; ama Fethullah Hoca hareketi ne olursa olsun küresel güçle ittifak halinde olan bir hareket. Aralarındaki temel karakter farkı burada. Ayrışmaları ve uzlaşmaları bu açıdan bakıldığı zaman anlaşılabilir.
 

on5yirmi5.com