Halil Berktay: Geçiştirilebilecek bir şey değil

Olaylar
Prof.Dr. Halil Berktay, Serbestiyet’te 8 Mart tarihinde yayınlanan değerlendirmesinde ‘medeniyet’ sorunundan söz ediyor. Berktay, Türk-Tarih Tezi ile hesaplaşmayı bir türlü bitiremediğini vurgularken,...
EMOJİLE

Prof.Dr. Halil Berktay, Serbestiyet’te 8 Mart tarihinde yayınlanan değerlendirmesinde ‘medeniyet’ sorunundan söz ediyor. Berktay, Türk-Tarih Tezi ile hesaplaşmayı bir türlü bitiremediğini vurgularken, siyasetteki değişimlerin bilim ve üniversite alanına kuvvetle yansımaya devam ettiğinin altını çiziyor. ‘Bilim’e sahip çıkmaya çalışan Berktay, Devlet ve lider direktifiyle, ‘böyle buyurdular’la bilim yapılamayacağını; yapıldı sanılanın da zaman içinde çatır çatır çökeceğini vurguladığını kaydediyor.

Türk siyasi tarihinden birçok örneklerle güçlü bir eleştiri getiren Halil Berktay’ın, “Üstün medeniyet” kavgalarında, geçmişin ve bugünün sahte bilimi” başlığını taşıyan o dikkat çekici yazısı:

Geçenlerde biraz ilgisiz bir bağlamda sözünü ettiğim Türk Tarih Tezi, gitmiyor kafamdan (3 Mart, “İnsancıl koridor”). Gerçi çok yazdım geçmişte. Akademik kitap ve makalelerimde de değindim, daha popüler çerçevelerde de. 2011 yılında Atilla Oral (diye bir has Atatürkçü), Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu diye bir kitap yayınladı. Türk Tarih Kurumu’nu, Atatürk’ün 16-17 Ağustos 1931 tarihli bir mektubunu kamuoyundan gizlemekle suçladı. Basının anlık ve hayli düşüncesiz reaksiyonları da hep aynı sansasyonalizm yönünde oldu: Vay… bulundu… sırlar açığa çıktı… (vesaire). Kitabı alıp okudum. Çifte felâketti. Atatürk’ün mektubu da felâketti, Atilla Oral’ın kitabı da. 80 yıl önceki bir diktatörlük tavrı, duruşu ve eylemine fetişist bir desteği ifade ediyordu.

O sırada Taraf hâlâ ilk ve eski Taraf’tı. AK Parti ile Gülen Cemaati arasındaki ipler kopmamış, savaş başlamamıştı. Gazete de, baş sorumlusunun sonradan yurt dışına kaçtığı (belki kaçmasına göz yumulduğu), bir diğer sorumlusunun ise halen hapiste ve mağdur olduğu için ismini zikretmeyeceğim bir operasyonla, asıl demokrat ekibi tümüyle kovalanmış ve tamamen Gülencilerin eline geçmiş (teslim edilmiş) değildi. Daha iki yıl varmış, henüz ufukta gözükmeyen bu felâkete. Okuma Notları köşemde özgürdüm (parasız ve özgürdüm demek daha doğru olabilir). Oturdum, 9 Temmuz 2011’den başlayıp yedi sekiz hafta süren bir dizi yazdım bu konuda. Sonlara doğru, bu yazılarda, demişim:

“Daha çok, Atatürk’ün bilim ve tarih anlayışını eleştirdim. Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi’nin ne kadar uyduruk olduğunu bir kere daha hatırlatmaya çalıştım. Madalyonun bir yüzünde Türk ırkçılığının, diğer yüzünde Arap ve İslâm düşmanlığının yattığına değindim. Bu mektup aracılığıyla, Atatürk’ün mütehakkim kişiliği ve çevresiyle ilişkilerine de dikkat çektim. Devlet ve lider direktifiyle, ‘böyle buyurdular’la bilim yapılamayacağını; yapıldı sanılanın da zaman içinde çatır çatır çökeceğini vurguladım.

“Yani bir anlamda, Atilla Oral’ın tam tersini yaptım. Yazar, Atatürk’ün 16-17 Ağustos 1931 mektubunu göklere çıkarmış, başka her şeyi ve herkesi ise yerin dibine batırmış. Ben ise mektubu, bir ‘Tek Parti, Tek Adam’ rejiminin röntgenini almak için kullandım.” (Sansür ve oto-sansür, 1 Eylül 2011)

* * *

Bu ve buna benzer daha bir yığın çıkışıma rağmen, içimde bir türlü bitiremiyorum Türk Tarih Tezi’yle hesaplaşmayı. Biliyorum neden. Çünkü siyasetin bilime tecavüzüyle, ya da bilimin siyasete kâh boyun eğmesi, kâh fırsat bilip siyasetin peşine takılmasıyla hesaplaşmayı bitiremiyorum. Türk Tarih Tezi tek ve “münferit” bir olay değil; katman katman; bir yığın mesele içiçe. Uydurma ve sahte-bilim olması bunlardan en basiti. Onun üzerinde, Kemalist “Kültür Devrimi” denemesinin bir parçası olması yer alıyor (Güneş-Dil Teorisi, alfabe değişikliği, öztürkçecilik, ezanın Türkçe okunması, radyoda alaturka yasağı).

Ama onun da üzerinde, akademinin tümüyle ifsâd edilmesi var, iktidar ve siyaset tarafından. Tepede öyle kudretli bir lider ve etrafında öyle bir “kişiye tapma kültü” (personality cult) var ki, her dediği tartışmasız doğru kabul ediliyor çevresi tarafından. Otoritesi itiraz kabul etmediği gibi, yönetim ve politika alanıyla da sınırlı kalmıyor; tarihe, kültüre, sanata, her yere sıçrıyor. Her şey o ânın politik icaplarına ve Ulu Önderin dokunulmazlığına feda ediliyor. Dolayısıyla bilim insanlarının kendi tartışmalarını mutad bilimsel ölçü ve usullerle sürdürmeleri, şu veya bu iddianın ciddî temelleri olup olmadığını inceden inceye tartmaları imkânsız hale geliyor. “Kötü para iyi parayı kovar” (Gresham Yasası). Burada da aynı şey oluyor. Bilim için gerekli sükûnet ve ağırbaşlılığın yerini çığırtkanlık; gerçek düşünür ve araştırmacıların yerini şarlatanlar alıyor.

* * *

İşte bu yüzden, sadece spesifik, Türkiye’ye ve 1930’lara özgü değil, aynı zamanda çok daha genel ve evrensel bir boyutu da var, bu Kemalist “Kültür Devrimi” ve Türk Tarih Tezi hikâyesinin. Faşizm ve Nazizmde de oluyor benzer şeyler. Irkçılık başlı başına bir “bilim dalı”na dönüşüyor. Führerprinzip yüzünden Alman üniversitelerinin (ve müziğin ve orkestraların ve mimarlığın ve bütün sanat dallarının) iç dokusu, liyakata dayalı olması gereken insan ilişkileri öylesine yırtılıyor ki, çok uzun süre düzelemiyor. Sovyetler Birliği’nde Stalin’in Tiflis ve Leningrad konferanslarına müdahelesi, tarihçiliği “her yerde aynı beş üretim tarzı” çizgiselliğine hapsediyor. Lysenko diye bir sahtekâr çıkıp (mealen) “çevre her şey, genetik hiçbir şey” diyor; Stalin’i ikna ettiği için mevcut bütün bilim hiyerarşisini atlayarak tırmanıyor ve Sovyetlerde biyoloji iflâh olmuyor çok uzun süre. Mao 1950’lerde (mealen) “doğum kontrolü Malthus’çuluktur, burjuva gericiliğidir” dediği için, Çin’in o sırada henüz 600 milyon dolayında olan nüfusu başını alıp gidiyor ve ancak 1980’lerde 990 milyonu geçtikten sonra frenlenmeye başlayabiliyor.

Ve maalesef, Türkiye’nin kendi içinde de bitmiş, çözülmüş değil bu sorun. Siyasetteki değişimler bilim ve üniversite alanına kuvvetle yansımaya devam ediyor. Her yeni ideoloji ve iktidar konfigürasyonu, eteklerine yapışarak tırmanmaya çalışan kendi oportünistleriyle çıkageliyor. Marksizm ve/ya Kemalizmin serüveninden, günümüzde İslâmiyet ve İslâmcılık için dersler çıkarmaya çalışıyorum yer yer. İşte şimdi bu paralellik de çok önemli — ve tehlikeli. 1930’larda modernist Türk milliyetçiliğinin İttihatçılık sonrası varyantı olarak Atatürkçülük, “biz”i Türklük olarak tanımlamış ve “biz Türkler”in (a) ezelî ve ebedî üstünlüğümüzü; (b) Orta Asya’da (İÖ 7000’den de öncelere giden) en eski “medeniyet”i kurmuşluğumuzu; (c) oradan da Anadolu’ya herkesten (tabii bilhassa Yunanlılardan) önce gelmişliğimizi, Türk Tarih Tezi yoluyla ispatlamaya girişmişti. Bu fantezinin etrafında, cehaletlerinin verdiği cüretle hemen bir yığın amatör dalkavuk toplanmıştı tabii. Direnen veya hattâ katılmayıp susmakla yetinen bütün oturaklı tarihçiler derece derece ezildi, Zeki Velidi Togan Almanya’ya sürgüne kaçtı, Fuat Köprülü aşağılandı ve özür mahiyetinde Atatürk’e özel övgüler düzmeye zorlandır. “Sofra” veya “çevre”dekiler ise “Apollon = Alp Oğlan” ya da “Anadolu = Ana Dolu” gibi dâhiyane etimolojiler türetti; Âfet İnan ve Şevket Aziz Kansu’lar kafatası ölçümlerine yoğunlaştı (bkz Nazan Maksudyan, Türklüğü Ölçmek); devlet emriyle yazdırılan yeni ders kitaplarında ve Türk Tarih Kongrelerine sunulan bildirilerde, hakikî Türk ırkının [tıpkı Ömer Seyfettin’in Kaç Yerinden? hikâyesindeki İttihatçı yüzbaşısı Ferhat Ali Bey gibi] sarı saçlı ve mavi gözlü (yani Nordik-Aryan) olduğu ve Ankara dolaylarında yaşadığı keşfedildi. İlkokul ders kitaplarında, Çin’e “Konfüçyüs adındaki bilge bir Türk”ün dirlik ve düzen getirdiği, ya da Hindistan’a “Buddha adında bilge bir Türk”ün dirlik ve düzen getirdiği gibi açıklamalar yer aldı. Bu zihniyetin belki son savaşçısı diyebileceğimiz Muazzez İlmiye Çığ, “her şeyi biz yaptık”çılığı, bundan birkaç yıl önce (mealen) “Noel ve Noel ağacı da Orta Asya’dan ve Türklerden Kuzey Kutbuna gitti” demeye kadar getirdi.

Bu tecrübe üzerinde dikkatle ve özenle durmalıyız, çünkü şimdiki iktidar konfigürasyonunun da kendi ucuz fırsatçıları var, bu cereyanın sırtından yükselmeye çalışan. “Biz”in tanımı değişti tabii; Türklük (ya da saf Türklük) değil Müslümanlık veya Türk-Müslümanlık veya Osmanlılık oldu. Ama gene bir “medeniyet” sorunu var, kimlik ve büyüklük arayışı ve iddialarının merkezinde. Şimdi bu yeni anlamda “bizim medeniyetimiz” adına gene çok iri lâflar edilebiliyor. Bir gün bakıyorsunuz, (mealen) “Amerika’yı aslında biz keşfetmiştik” diye kitaplar yazılıyor örneğin (tek bir tarih, isim, gemi tipi, rota, çıkış ve varış noktası… ya da bunların biri, birkaçı veya hepsine dair herhangi bir yazılı kanıt zikretmeden). Ertesi gün Yavuz Örnek diye biri çıkıp, gene “medeniyetimiz”in üstünlüğü adına, Nuh’un gemisinin çelik saç kaplı olduğu ve nükleer enerjiyle çalıştığını; gene Nuh’un gemiye binmeyi reddeden oğluyla cep telefonuyla konuştuğunu ve sular çekilirken karayı bulmak için güvercin değil İHA (drone) uçurduğunu telâffuz ediyor. II. Abdülhamit ve dönemi hakkında yeni bir kongre düzenleniyor. İyi, düzenlensin; zaten el atılması ve gözden geçirilmesi gereken bir konu. Fakat derken başka bir öğretim üyesi (Ebubekir Sofuoğlu) çıkıp, Abdülhamid’in bilinen fotoğraf merakı ve koleksiyonculuğunu (mealen) “google’ı aslında Abdülhamid’in icat ettiği”ne dönüştürebiliyor.

* * *

Şunu söylemeye çalışıyorum: Bir, bunlar konjonktürel oportünizmler. Belirli bir hava ve ortamda neyin “satacağı”na ilişkin uydurma veya aforizmatik slogan denemeleri. İki, karşısında ortak bir ahlâk ve ciddiyet gerekli.

Üç, ateş cürmünden çok daha geniş bir yeri yakıyor aslında. Berbat bir popülizm ve sansasyonalizm var, sırf hâkim ideolojik cereyan ve iktidar konfigürasyonuyla da açıklanamayacak. Örneğin Celâl Şengör de bu diğer kategoriye giriyor, onu tahrik eden ve sonra savunan, canım şakaydı diye mazur göstermeye çalışan Fatih Altaylı da. Hayır, hiç öyle hafifsenip geçiştirilebilecek gibi değil. Çünkü sorun Kanuni’ye salak demesi değil Şengör’ün. Sorun, (Piri Reis’in haritasını Fatih görse) Osmanlıların Atlantik ötesi bir sömürge imparatorluğu kurmuş olabileceğinin iddia edilmesi. Tarih bilmemek ve tarihi “olabilirlik koşulları” içinde düşünememek, bu noktada düğümleniyor. Bütün kamuoyunun böyle safsatalara maruz bırakılması (ve kimsenin çıkıp işin bu yönüne itiraz etmemesi), benim açımdan bir Osmanlı sultanına “hakaret”ten çok daha ağır ve vahim. Gelecek sefer bu meseleye değineceğim.