Gazze ve Türkiye

Olaylar
Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Hayrettin Karaman, Akif Emre, Cem Küçük, Gökhan Özcan; Star gazetesinde Orhan Miroğlu, Ahmet Taşgetiren, Ahmet Kekeç, Halime Kökçe; Sabah gazetesinden Engin Ardıç,...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Hayrettin Karaman, Akif Emre, Cem Küçük, Gökhan Özcan; Star gazetesinde Orhan Miroğlu, Ahmet Taşgetiren, Ahmet Kekeç, Halime Kökçe; Sabah gazetesinden Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barlas bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması gereken yazılar…

Ali Bayramoğlu:Güvensizlik

Türkiye’de siyasi ve toplumsal analizler genelde sorun, itiraz, tepki merkezli olur.

Geleceğe ilişkin bitmek bilmez bir kaygı hali de bu durumu besler. Endişe arttıkça ‘sorun merkezli algı’ artar.

Bu açıdan bakıldığında karşımızda iki büyük mesele bulunur…

Bu meseleler geleceğe ilişkin kaygılardan beslendikleri kadar geleceğe ilişkin kaygıyı da beslerler ve fasit bir daire oluştururlar…

Bunlardan ilki siyasete ve devlete, diğeri topluma ilişkindir…

Merkeziyetçi ve müdahaleci bir yapı, tekelimsi bir yapılanma, siyasi yetki-siyasi sorumluluk mekanizmasındaki çarpıklık bildik yapısal sorunlar arasında yer alır. Bu koşullarda devlet ve siyasetin bir hakemlik olmaktan çok, taraflar arasında bir taraf olması, üstelik kendi çıkarını, kendisini işletenlerin çıkarını kollayan bir taraf olması şaşırtıcı değildir. Böyle bir devlet ya da siyaset anlayışının, otoriter yöntemlere başvurmadan toplumu ve toplumsal değişimi yönetmesi beklenemeyeceği gibi, sorun çözmekten çok sorun üretmesi kaçınılmazdır.

Gelelim ikinci meseleye..

Bu mesele, çeşitli toplumsal kesimlerin kendi aralarında meydana gelen gerginliklerden kaynaklanıyor.

Biz entegrasyon sürecini tamamlamamış, dış dünyayı hala cemaatler olarak ve cemaatler halinde algılayan, dolayısıyla gizli açık, laik, dini, etnik, siyasi, ekonomik cemaatlerden oluşan toplumuz. Toplumsal gruplar ve çeşitli kesimler arasındaki toplumsal iletişim kopukluklarından muzdaribiz…

Şüphe yok ki bu durum toplumsal ve yapısal bir zaaf oluşturur. Ancak asıl sorun bu zaafın çeşitli girdiler, siyasi kararlar ve değişim baskısı karşısında aldığı biçimlerdir. Toplumun bu çerçevede zaman zaman ciddi toplumsal bütünleşme krizlerinin ocağına düşmesidir.

Nitekim izole ve türdeş birey anlayışı üzerine kurulu muzafazakar ve cumhuriyetçi, dindar ve seküler siyasi değerler, toplumsal kimliklerin farklılaşmasına ve farklılıklarıyla eşitlenme taleplerine cevap veremezler.

Bugün iktidara yönelik tepkilerin kökeninde kimi otoriter uygulamalardan çok, kimi toplumsal kesimlerin farklılaşma ve eşitlenme çabasına yönelik beyaz Türk reaksiyonunun yer alması bu yüzdendir.

Benzer tablo muhafazakar kesimde karşımıza çıkar. Kimlik ve mağduriyet merkezli analizler, tutumlar buna bir örnektir.

Tepkime böyle olur.

Kürt kimliği, laik kimlik, İslami kimlik, Alevi kimliği sadece devlet karşısında bir durum ya da sorun yaratmakla kalmazlar. Aynı zamanda birbirleri için sorun olmaya başlarlar…

Onlar da gelecek kaygısından beslendikleri kadar gelecek kaygısını beslerler…

Gelecek kaygısı ve toplumsal komşuya güvensizlik temelde siyaset adına bir siyasetsizliğe, siyasete yönelik güvensizliğe işaret eder…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hayrettin Karaman: İmam Hatip’lerin sorumluluğu

1951 yılında İmam Hatip Okulları açıldığında Müslüman halkımız bu okullara büyük ümitler bağladı. Yıllarca bu ülkede din âdeta yasaklanmıştı, Laikliği dinsizleştirme olarak uygulayan devlet İslamlaşmayı sağlayan bütün kaynakları kurutmaya yönelmişti. Okullarda dinden, Allah’tan, Peygamber’den müsbet olarak asla söz edilmezdi. Okul dışında dini öğrenmek, öğretmek ve yaşamak isteyenlerin önünde polis, jandarma, gözaltı ve işkence engelleri vardı. Bunları bilmeyenler, 1951 yılında devletin İmam Hatip Okulları adıyla okullar açmasının mana, mahiyet ve önemini de bilemezler.

Toplumun farklı kesimlerinin bu okullardan farklı beklentileri ve ümitleri vardı, ama büyük kitlenin derdi dinini korumak, öğrenmek, öğretmek ve yaşamaktan ibaret idi.

Bu okullar altmış dört yıldır bu ülkede düşe kalka varlığını korudu, öğrencileri ve mezunları, üzerlerine düşen ve düşmeyen pek çok faaliyetin içinde bulundular. Allah’a binlerce şükür ki, bu okulların mensupları ve mezunları sahih İslam yolundan ayrılmadılar, imkanların elverdiği ölçüde eğitim ve öğretim aldılar, yine imkanları kadar hizmet etmeye çalıştılar.

Bu ülkenin okulları İmam Hatiplerden, öğrencileri de imam hatiplilerden ibaret değildi; bütün okullar bu milletin okulları, bütün öğrenciler de bu milletin çocukları idi. İmam Hatiplerde nispeten daha yoğun din eğitim ve öğretimi yapılıyordu, ama diğer okullarda okuyan çocuklarımız da Müslüman(ların çocukları) olduğuna göre onların da dinlerini öğrenmeleri ve din eğitimi almaları zarureti vardı. Laiklik (din hürriyeti) ilkesi gereği kimse belli bir din eğitimi ve öğretimi almaya zorlanamazdı, ama isteyenlere bu imkanın verilmesi de aynı ilkenin gereği idi.

Askeri yönetimler ile CHP zihniyetinin bir şekilde güç ve iktidar sahibi olduğu zamanlarda hem İmam Hatip Okullarına darbeler vuruldu, hem de diğer okullarda gerektiği şekil ve ölçüde din eğitimine imkan verilmedi. Bu dönemlerde Müslüman halkımız bir yandan özel imkanlarla çocuklarına din eğitimi verdiler, bir yandan da muhafazakâr olarak kabul ettikleri özel okullara yöneldiler.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Akif Emre: Filistin’i kurtarmadan önce

Demir Kubbe’nin altında yeni bir şey yok: ‘Demir Kubbe’ İsrail savunma sisteminin adı. Aslında bir savaş makinesinin acımasız saldırganlığını gizleyen kubbe. Artık rutin haline getirdiği Filistinlileri demir yumruğuyla ezerken bunu demir kubbeyle gizleyebiliyor.

İsrail, tartışmasız askeri üstünlüğüne dayanarak ve bir halkı topyekûn cezalandırarak, aşağılayarak, onurunu zedeleyerek imha etme stratejisini sürdürmekte tereddüt etmedi. Yüzsüz mazlumiyet oyununu, tapındığı, güç sahibi gördüğü Batılılara karşı oynamaya da devam ediyor.

Her seferinde tekrarlanan bu yüzsüz cinayet engellenemez mi? Bazı ‘ayrıntıları’ hatırlatmakta yarar var:

Meselenin adını doğru koymakla işe başlamalıyız. Ortada bir Filistin sorunu değil İsrail sorunu olduğunu zihinlere kazımalı.

İsrail sorununu, İslam toplumları açısından ‘Ehli kitap’ hükmündeki Yahudi sorunu olmasında değil, modern ırkçı bir ideolojinin kodlarında aramak gerektiği fark edilmeden çözüme ulaşılamaz.

Siyonizm’i resmi ideolojisi olarak kabul eden İsrail’in bu nedenle sınırlarını belirlememiş olduğunu bir kenara not etmeli. İşte, bu sebepten dolayı tehdit altında olduğu için değil henüz sınırlarını çizebildiği topraklara ulaşmadığı için barış yapamayacağı bir gerçek.

Her şeyden önce Filistin’in işgal ve saldırı altında olduğunu fark etmemizde fayda var. Gazze Filistin’in bir bölümü olabilir ancak.

Filistin gerçeğini parçalayan propagandanın Kudüs’ün işgal edilmişliğini ustaca gizlediğini akıldan çıkarmamalı. Kudüs’ün herhangi bir toprak parçası olmadığını tüm İslam alemi için varoluşsal bir değer olduğunu… Kudüs’ün işgalinin toprak meselesinden öte dini, tarihi derinlikte iptal edilemez, vazgeçilemez bir dava konusu olduğunu…

Bölgesel rejimlerden hemen hiç birinin gerçekte İsrail’le savaşmak gibi bir niyetlerinin olmadığını… İlan edilmemiş anlaşmalar gereği mevcut iktidarların, saltanatların rüşvet olarak verildiğini…

Tüm bunlara karşın inanmış bir grup insanın milyarlarca dolarlık silah ve yüz binlerce askerleri olmasına rağmen devletlerin yapamadıklarını yapabildiğini, azgın saldırganları yenebildiğini de görmeli.

Buna rağmen İsrail’le savaşmanın ne Hamas’a ne Hizbullah’a ihale edilmediğini, Müslümanların vergisi, maddi kaynaklarıyla alınan silahları çürüten orduların sorumluluğunun olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız.

Hamasetle İsrail’in durdurulamayacağını, bunun bir tür acziyeti gizlediğini artık fark etme zamanı gelmiş olmalı. İsrail’in stratejik adımlarını, işgal politikalarını, diplomatik, askeri, jeo-ekonomik ve hatta dini argümanlarını soğukkanlılıkla analiz etmeden sloganlarla bir yere varılamaz. Her saldırıda öfkenin kabarmasının ardından unutulmuşluğa terk edilmiş bir Filistin’in ne hakları savunulabilir ne işgal sona erebilir.

Ayrıca hiçbir İslami eylem, hiç bir yerli etkinlik İsrail’e şirin görünerek yapılamaz; ancak meşruiyetini ipotek altına almış olur. İsrail vizesi ile ne hak ve haklı dava savunulabilir ne de bir mazlumun gözyaşı silinir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Cem Küçük: Sonun başlangıcı: 22 Temmuz Operasyonu

7 Şubat 2012’den beri bu ülkede bir kavga vardı. Kavga 17 Aralık tarihinde ete kemiğe büründü. Bu kavganın bir tarafında seçilmiş meşru hükümet, diğer tarafında bu hükümeti post modern darbe yoluyla devirmek isteyen emniyet-yargı cuntası vardı. Emniyet yargıdaki cunta kendinden öyle emindi ki, AK Parti hükümetini devirecekleri günü bile çoktan ilan etmişlerdi.

30 Mart’ta yapılacak seçimlere Erdoğan’a katılamayacak, AK Parti’nin başında bir kukla olacaktı. Erdoğan’a kelepçe takacaklarını açık açık söylüyorlardı. Cemaatin emniyetteki bir numaralı ismi, Ergenekon, Balyoz, KCK operasyonlarının mimarı olan polis şefi ‘kendi ellerimle Başbakan’a kelepçe takacağım’ diye böbürleniyordu. Bir savcı da adliye koridorlarında bağıra bağıra, ‘Ergenekon’u bitirdim, Erdoğan’ı da bitireceğim’ diyordu.

Sıradan bürokratlara bu gücü veren Pensilvanya’ydı. Oranın emri olmadan harekete bile geçemezlerdi. Kendilerine aracı olan diğer din alimlerine, ‘Ameliyat masasında ilaç tedavisi olmaz’ diyerek her öneriyi red ettiler. Bu kadar zıvanadan çıkacaklarını kimse tahmin etmemişti. Kendi hükümetlerine, devletlerine savaş açmışlardı. Türkiye’yi El-Kaide’ye yardım eden ülke, teröristlerin hamisi gibi göstermekten bile utanmadılar. MİT TIR’larını durdular.

Kendilerini Nirvana’da görüyorlardı. Dokunulmazlıkları vardı. Milletvekillerinden, bakanlardan daha havalıydılar. Bazı gazeteciler bunların polisleri ve savcıları karşısında hazırolda duruyordu. İş dünyası korkudan ölüyordu. Herkesi esir almışlardı. Ama perde arkasında her işlerini hükümete yıkıyorlardı. ‘Sizleri hükümet tutuklattı’ diyorlardı. Kendi gündemlerini başkasının gündemiymiş gibi gösteriyorlardı. Yaptıkları hukuksuzluklar dağları aşmıştı. Nitekim gelip duvara tosladılar.

22 Temmuz Operasyonu devletin içine çöreklenmiş, bir ucu dışarıdaki bu çetenin tarihin çöp sepetine atılması için ilk işaret fişeği oldu. Bu operasyonun çok daha genişleyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Polisler casusluk faaliyetini, evrakta sahteciliği, illegal dinlemeyi kendi başlarına yapmadılar. Bu haltı yerlerken ona yardım eden savcı ve hakimler de vardı. Tabii kurulan kumpasın son onay makamı olan Yargıtay’dakileri de unutmamak lazım.

Ben iki buçuk yıldır, yani 7 Şubat krizinden sonra Cemaat ile hükümet arasındaki ilişkinin bittiğini, Cemaatin bulduğu an Erdoğan’a operasyon yapacağını kaç kez yazdım, hatırlamıyorum bile. Beni fitnecilikle de suçladılar, nifakla da. Ama 17 ve 25 Aralık darbe girişimleri haklılığımızı ortaya koydu. Altını çizdiğim bir konu daha vardı: Cemaatin bu savaşı kazanma ihtimali hiç yoktu. Onları bu savaşa kim ikna ettiyse varsın başını duvarlara vursun. Hükümet paralel yapının bütün unsurlarını birer birer çökertecektir. Bu iş yargıya, bakanlıklardaki diğer paralel yapı unsurlarına, iş dünyasına ve medyaya da uzanacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Gökhan Özcan: Bakkalı kim öldürdü?

Gözyaşlarından abdest alan birileri olmalı dünyada; yoksa bu tarifsiz ağırlıklardan çökerdi gökkubbe üstümüze…

Bir şey olmak gerekiyor ümmet için, bir yeri tutmak, bir şeyi ucundan tutup ayağa kaldırmak, bir derdin çaresi olmak… Yoksa sesimiz tek bir bombanın çıkardığı gürültüyü bile bastıramayacak!

Biri bize selam verdiğinde bile ona bir fazlasıyla mukabele etmemizi istiyor Efendimiz (SAV) bizden. Selamun aleykum! Ve aleykumselam ve rahmetullahi ve berekâtuhu… Burada bizi çoğaltacak olan bir sır olmalı!

Gördüğüm her Suriyeli muhacir, sanki kulağıma eğilip ‘Ensar nerede?’ diye soruyor.

Bu ülkeye sığınan Suriyeli kardeşlerimiz için her köşe başına bir iftar sofrası kurabilirdik. Pek azımız dışında, biz birbirimizi ağırladık sadece.

İnsan tek başına pek çok şeyi yapabilir, yapmalı. Ama yanlış giden bir şeyleri değiştirmek için doğrularda kalabalıklaşmak gerekiyor.

Alçakça saldırılarda en yakınlarını kaybetmiş insanlar acı acı ağlıyorlar bütün ekranlarda. Aramızdaki mesafeler yüzünden onlara şefkat gösteremeyeceğimizi mi sanıyoruz? Hani kalpten kalbe yol vardı?

Uykularımızda tahrip gücü yüksek bir bomba patlıyor mu? Bir şarapnel parçası soframızın ortasına düşüyor mu? Bir masumun çığlığı nefsimizin iştahını biraz olsun kesiyor mu? Ürkek cevaplar, cüretkâr sorulardan hâlâ fellik fellik kaçıyor mu?

‘Bütün bu sıkıntılardan neden kurtulamıyoruz?’ diye sorup duranlar, kendi hayatlarında kime ne faydaları dokunduğuna bir baksın!

Bize hayr için nefes alıp veren güçlü ve adil karakterler lazım… Hem de yüzkırktan çok daha fazla!

Zalim değişmeyecek, değişmesi gereken biziz!

Düşman ikide bir bombalarıyla bize kim olduğumuzu hatırlatmasa, kendi hırgürümüz arasında kaynayıp gideceğiz.

Bugün ateşkes olsa, kim yarın rutininden geri duracak?

Sadece konjonktürel parlamalarla hiçbir dava başarıya ulaşamaz. Yapılması gereken yarın açılacak bir yara için bütün bugünler boyunca merhem karmaktır.

Modernliği çaktırmadan içselleştirip, değerlerini habersizce dışsallaştıranın elbette bütün iddiaları havada kalır.

Batı’nın ilmini, fennini, teknolojisini alalım, sürekli yeni modelleriyle güncelleyelim, tepe tepe ihtirasla kullanalım; ama Batı can evimize ayakkabılarıyla girmesin, bunu mu bekliyoruz?

Batılı yaşam tarzı diye bir şey var, kapıyı açana anahtar teslimi bir hayat sunuyor, bir insanlık giydiriyor. Kapıyı gelenin yüzüne kapatmaya gönlümüz yok, kılıfı minareye uygun hale getirmeye çalışıyoruz sadece.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Orhan Miroğlu: Türkiyelileşmek’ Anadolu’dan geçer

Türkiyelileşmek, Öcalan’ın ta Bekaa’dan bu yana kafa yorduğu bir meseleydi… Çatı Partisi, hatta tek partide birleşmek gibi projeler zaman zaman bu bağlamda gündeme geldi ama bir türlü hayata geçmedi.

Bu arada Anayasa Mahkemesi yirmi yıl boyunca kurulan Kürt partilerini kapattı durdu. Bu partilerin her birinin sadece 2-3 yıl arasında ömrü oldu.

Ana akım Kürt siyaseti bugün ise iki partiye sahip.

Bunlardan biri HDP’dir. HDP’nin kuruluş sürecinde BDP kendini feshetti ve milletvekilleri HDP’ye geçti.

BDP’nin yerine ise DBP, yani Demokratik Bölgeler Partisi kuruldu.

Bu partinin ilan edilen ve bilinen amacı, özetle, Kürt nüfusun yoğun olduğu Doğu ve Güneydoğu’daki şehirlerde özerklik inşasını mümkün kılacak çalışmalar yapmak ve siyaset üretmek. Yani özerkliği inşa etmek. Ama Türkiye’nin diğer bölgelerinde böyle bir fikrin hemen hemen hiçbir karşılığı olmadığı için, aslında bir Bölgeler Partisi’nden değil, bir ‘Bölge Partisi’nden söz ediyoruz demektir.

Legal Kürt siyaseti, 1990’lı yıllardan bu yana, yaklaşık 25 yıl boyunca, kendi içinde böyle bir ‘görev bölümü’ yapmamıştı.

Yani Batı’da farklı, Doğu’da farklı bir siyaset tarzı izlemek, bu siyasetin geleneğinde görülen bir şey değildi.

***

Kürt siyasetçiler Ankara’da ne söylüyorlarsa, Hakkari ve Diyarbakır’da da aynı şeyi söylüyorlardı.

Şimdi farklı bir pozisyon alınıyor.

Doğu’da özerklik inşa etmek için bir parti, Batı’da genel siyaset yapmak için bir başka parti var.

Kürtleşmek ve Türkiyelileşmek arzusu yan yana duruyor gibi görünmekte.

Bu durum bize, Kürt siyasetinin aslında bir arafta durduğunu gösteriyor.

Türkiye’den kopmamak arzusu ile Doğu’daki illeri PKK/BDP’nin yöneteceği demokratik özerklik garantisi altına almak arzusu iç içe geçmiş durumda.

Dolayısıyla ortada riskli bir durum var.

Merkezden kopmayayım derken, bölgeden olmak, bölgeden kopmayayım derken, merkezi kaybetmek.

Çünkü bölge seçmenine sürekli olarak farklılığı hatırlatılarak, özerk olması gerektiği söylenerek kendini tekrarlayan bir siyaset tarzı, kısa sürede, onu, sizin merkez için yaptığınız siyasetten uzaklaştırabilir.

Merkez siyaseti anlamsız bulabilir.

Çünkü merkez siyaseti yapmak, Kürt siyasi aktörlerin ve Selahattin Demirtaş’ın son açıklamasına bakılırsa, Kürtleşme siyasetinden belli tavizler verilerek icra edilen bir olay haline geliyor.

Kürtler’in adayı, Batı’da, Kürt siyasetinin en büyük başarısı sayılan ve bizzat kendisinin de katkı sunduğu çözüm süreci yokmuş gibi konuşuyor ve davranıyor.

Bu sürecin Kürt tarafındaki mimarı Öcalan’dır. Öcalan’dan hazzetmeyen Kürtler bile, attığı bu adımı desteklemektedir. Türk halkı ve Kürt halkının büyük çoğunluğu ise, Başbakan Erdoğan’a çözüm sürecinde oynadığı tarihsel rol nedeniyle minnettardır.

Ama Beyaz Türkler, sürece emeği geçen hiç kimseden hoşlanmıyor, hatta nefret ediyorlar. 

Kürtler adına siyaset yapanların bilmesi gerekir ki bugün Türkiye’de ‘Anadolu İhtilali’ yaşanıyor ve çözüm süreci bence bu ihtilalin en önemli safhasıdır…

Anadolu halkı çözüm sürecine destek verdi..Selahattin Demirtaş’ın, gelin birlikte dans edelim demek yerine, çözüm sürecine verdiği destek için Anadolu halkına teşekkür ederek seçim çalışmasına başlaması bambaşka bir hava yaratırdı.

Kürt aday halka değil, beyaz seçkinlere ve ‘ortak düşmana’ karşı onlara yoldaş olmuş eski tüfeklere veriyor mesajlarını. Oysa ‘Kürtlerle Dans Başlıyor’ niyetiyle, onu  Şişli’de dinleyenlerin aksine, Anadolu halkı, çatışmada kaybettiği evlatlarının acısını içine gömerek çözüm sürecini canla başla destekliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Şafak vakti polisler

Şafak vakti polisler gelecek, ellerinde savcılıktan aldıkları “Gözaltı” yazısıyla mesela, Hanefi Avcı’yı gözaltına alacaklar. 

Şafak vakti polisler gelecek, ellerinde savcılıktan aldıkları “Gözaltı” yazısıyla MİT Müsteşarını gözaltına alacaklar.

Şafak vakti polisler gelecek, ellerinde savcılıktan aldıkları “Gözaltı” yazısıyla, Bilal Erdoğan’ı derdest edecekler.

Ve bir şafak vakti polisler gelecek, ellerinde savcılıktan aldıkları “Gözaltı” yazısıyla, dünün namlı polis müdürlerini kelepçeleyip, gözaltına alacaklar.

Her şey tıpkısının aynısı, ama tepkiler farklı.

Dün, 17 ve 25 Aralık sonrası Mümtazer Türköne “Yargıya saygı”yı yazacaktı, “Bazı kelleler düşecekti”, Başbakan Erdoğan’ın kellesi dahil.

Dün, tüm Camia medyası, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarındaki şafakta polis baskınlarını, gözaltıları, MİT Müsteşarı’nın “Şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağrılmasını, Savcı – Yargıç network’ünü alkışlayacaktı. Başbakan 17 – 25 Aralık yargısına boyun eğmediği için “Yargıya saygısızlık” yapmış, diktatörlüğünü tescillemiş olacak ve tabii oralardan, zımnen suçluluğuna hükmedilecekti.

Alın işte yeni bir yargı süreci ve onunla bağlantılı yeni bir polis operasyonu!

Niye “Zalim ve zulüm edebiyatı”na soyunuyorsunuz?

İsterseniz zaman tüneline girin ve şu an ellerine kelepçe takılan insanların, başkalarının eline kelepçe taktığı günleri yadedin. 17-25 Aralık operasyonlarının savcıları savcı idi de, bugün bu operasyona karar verenler bostan korkuluğu mu?

Hayır, olan bitene asla sevinmiyorum.

Ergenekon – Balyoz günlerinde, Türkiye’de bir darbe ve cuntalaşma gerçeği bulunduğuna adım gibi emin olmama rağmen, “Delil değerlendirmesi” yapmadım, kimse için peşin suçlu ya da masum hükmü vermedim, yapabileceğim şey, “Yargı süreci”ni bekleme tavrı idi, yargı sürecinin de, dereye su gelinceye kadar kurbağanın gözü pürtler niteliğinde bir süreç olduğunu bilmeme ve bu sürecin uzun tutukluluklar sebebiyle insanlar için fiili cezaya dönüşeceğinden emin olmama rağmen…

17-25 Aralık günlerinde “Bu kadar kutsamayın yargıyı, diye yazdım Camia’ya hitaben, bu memlekette İstiklal Mahkemeleri vahşeti yaşandı, Yassıada Mahkemeleri cinayeti yaşandı” diye yazdım.

MİT Müsteşarına yönelik operasyonda Zaman gazetesinin birinci sayfa yorumu “Savcılar hep haklı çıktı” başlığını taşıyordu.

Ergenekon ve Balyoz davalarında sanki ana taraf Camia idi. Polis operasyonları ve davalar, mahkumiyetler, birinci elden Camia’yı ilgilendiriyor gibi, Camia medyası neredeyse “Ergenekon -Balyoz davaları medyası” hüviyetine bürünmüştü. O zaman da özel ortamlarda “Bu davalara bu kadar sahipleniyor gözükmek, davaları Camia’nın özel davasına dönüştürüyor” diye uyardım. Sanki savcılar, polisler, hakimler Camia ile iç içe çalışan unsurlardı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Kekeç: Operasyon

Paralel yapıya dönük operasyon çerçevesinde yüzden fazla polis gözaltına alındı. 

Operasyonu eleştiren yayın organları, sıklıkla, “Haram yemedi, çalmadı çırpmadı, vatana hizmet etti” ifadelerine yer veriyor ama ortada vatana hizmet edenlere yönelik bir girişim olduğunu düşünmüyorum.

Esasında, hiçbir şey düşünmüyorum.

Şu an beklemedeyim.

İddianame tanzim edilmeden, ortaya sağlam ve güçlü kanıtlar konulmadan bu konuda konuşmayacağım.

Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları döneminde “basın olarak” heyecana kapılmıştık. Bu heyecandan uzağım şimdi. Temkinli olmak, temkinli bakmak istiyorum. 

Kuddusi Okkır göz göre göre “ölüme” terk edildi. Sustuk. Ya da yeterince tepki göstermedik. Hâlâ bunun üzüntüsünü taşıyorum.

Nedim ve Ahmet meselesinde “Ne oluyor?” diye sormuştuk ama Hanefi Avcı konusunda önümüze sürülenlere inandık. İddiaları ve ithamları ciddiye aldık. Bir muhafazakâr polis şefinden sol örgüt mensubu yaratan müddeilerin niyetlerinden kuşku duymadık.

Dolayısıyla, paralel yapı konusuna ceffelkalem dalmak istemiyorum.

Bekliyorum.

Kaldı ki, ortada çok ciddi iddialar var. Başbakan’ın telefonlarını dinleyen, devletin güvenlik toplantısına sızan, MİT müsteşarını tutuklamak isteyen, Erdoğan hakkında “Dönemin Başbakanı” şeklinde fezlekeler düzenleyen, kendi ülkesini “teröre destek veren ülkeler” kategorisine sokmaya çabalayan, yüz binlerce insanın mahremine giren bir yapıdan söz ediyoruz.

Hakkaniyetten sapmadan, insanlarda adalet duygusunu zedelemeden bu yapıyla savaşılmalıdır. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.

Bitirmeden önce, Nedim Şener’in Posta gazetesinde yayımlanan yazısından üç beş paragraf aktarmak istiyorum.

Bazı duyguları (ve “durumları”) özetlemesi açısından örnek bir yazı…

Buyurun:

Operasyon haberini aldığım andan beri içimde garip duygular var. Çünkü bir süre önce bu yapının mağduru olmuş birisiyim. Ama ben, kim olursa olsun kendini savunamayacak durumda olan birisine karşı kavga vermek istemem.

Yazının devamını okumak içim tıklayınız

Halime Gökçe: Ahlaksız teklif!

İsrail’in Gazze’ye uyguladığı katliam dünya halklarının isyanına rağmen ABD, Avrupa ve İslam ülke liderlerinin onayıyla devam ediyor. 

Bizde ise daha önce pek şahit olmadığımız tuhaf bir duyarlılık çeşidi tezahür etmiş durumda. CHP ve candaşları ve müttefiki paralel kuvvetler, Başbakan’ı ve hükümeti handiyse İsrail’e kara harekatı yapmaya teşvik edecek kadar Gazze ile dayanışma içindeler!

Başbakan’a “meydanlarda konuşacağına Türkiye’nin İsrail ile diplomatik ilişkisini kes” diyorlar. Oysa İsrail Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara filosunu vurup 9 vatandaşımızı şehit ettiğinde Türkiye zaten ilişkileri en alt seviyeye indirmişti.

Netenyahu’nun Erdoğan’ı arayıp özür dilemesi, ardından şehit ettiği Türkiye vatandaşlarına tazminat ödemeyi kabul etme aşamasına gelmesi de yine Türkiye öne sürdüğü şartlardandı. 

Türkiye meseleyi sadece kendine dönük zararın telafisi olarak ele almadığından Gazze’ye uygulanan ambargonun kaldırılmasını da şartları arasına koymuştu. Yani muhalefetin, candaş basınının ve müttefiki paralel kuvvetlerin arzusu, Filistin halkı onların umurunda değilken yerine getirilmişti.

Şimdilerde hükümeti yıpratmak için kullanışlı buldukları için Gazze ile ilgililer.

Ha bir de çatı aday mühendisliği, Müslümanların hassasiyetlerini hesaba katmayı gerektiriyor, malum…

Filistin halkı İsrail terörü altında inim inim inlerken, iftar ve sahur sofraları bombalanırken, doğmamış bebekler bile “bir vur iki öldür” motivasyonuyla hedef alınırken konuya değinmemek olmazdı değil mi?

***

Şimdi ne yapsanız Kılıçdaroğlu’nu kesmiyor, elçiyi çoktan göndermişsiniz farkında değil, neredeyse “elçiliğe kilit” vurun diyecek.

Jet yakıtları ve Kürecik Radar Üssü ile ilgili ipe sapa gelmez iddialar ise Türkiye’nin ana muhalefet partisinin ufuksuzluğuna ve devlet işleriyle tümden yabancılaşma haline işaret ediyor.

CHP iktidar umudunu kaybettikçe rasyonalitesini de ve hatta hafızasını da kaybediyor. 

Daha dün “Suriye’ye savaş açmak için mi bu radar üssünü kurdunuz” diye gensoru veren ve neredeyse Esad’a canlı kalkan olmak üzere Suriye’ye gitmeyi düşünen CHP’liler, şimdi “Kürecik’ten İsrail’e giden bilgilerle İsrail Gazze’yi vuruyor” tezviratına sarılmış durumdalar. Sanırsınız İsrail’in Gazze’yi vurmak için Türkiye’deki radar üssüne ihtiyacı var, sanırsınız Kürecik’ten önce İsrail Gazze’yi vuramıyordu.

İpe sapa gelmez argümanlarla muhalefet yapmanın bedelini ödüyor, on yıllardır iktidar yüzü göremeyen CHP’liler.

Paralel yapının merkez üssü Pensilvanya’nın Mavi Marmara olayındaki tutumunu hatırlayalım; “otoriteden izin alınmalıydı” demişti, kendi ülkesinin otoritesine darbe planlayan cuntanın manevi lideri. Yetmemiş gözlerinden ateş fışkırarak ellerini arşa açmış ve “Allah’ım evlerine ateş salsın” diye beddua etmişti. Cuntacılara bedduayla yakıt takviyesinde bulunmuştu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Üstünüzden silindir geçecek

Ne denilmiştir? “Bir yer kentse köy değildir, köyse kent değildir” denilmiştir.

Bir şey daha denir: “Şehir, tarım yapılmayan yerdir”…

En kaba tanımı budur.

Siz hiç New York’un tütününü pamuğunu, Londra’nın buğdayını çavdarını duydunuz mu?

Paris’in Montmartre tepeleri eskiden şehir dışı, köylük yerlerdi, üzüm bağları vardı da, şimdi hoşluk niyetine birkaç kütük bırakmışlar duruyor turistler için. Fakat hiç duydunuz mu 

“Saint-Germain’in armudu, Champs-Elysees’nin şeftalisi meşhurdur” gibilerden bir laf?

Oysa İstanbul’da say sayabildiğin kadar: Arnavutköy’ün çileği, Yedikule’nin marulu, Kanlıca’nın yoğurdu, Beykoz’un paçası…

Artık bunlar yok.

Üstünden ya yol geçti ya da apartmana gitti o tarlalar ve bahçeler.

Bunlar İstanbul ve Türkiye geri kaldığı için vardı.

Geliştiği için artık yoktur.

Langa’nın hıyarı meşhurdu, artık metro istasyonu meşhurdur.

Bunlar, tarımda kooperatif ya da büyük şirket üretimi yapılamadığı, tarım makineleşemediği, sermaye temerküz edemediği, ulaştırma gelişemediği, dağıtım kanalları açılamadığı, ürün uzak pazarlara ulaşamadığı için vardı.

İstanbul’da, çocukluğumda, Beşiktaş’tan da, Sarıyer’den de, Küçüksu’dan da, Caddebostan’dan da, Suadiye’den de, Küçükyalı’dan da denize girdiğimi bilirim, Florya’yı Menekşe’yi falan hiç saymıyorum.

Artık girilemiyor.

Artık girilemiyor ama herkes de “güneye” gidiyor.

Avrupa’da da, kitle turizmi çok uzak yerlere bile rahatça ulaşabildiği için o eski ve görkemli tatil beldeleri, Ostende olsun Deauville olsun, Biarritz olsun Menton olsun, “kendi kendilerinin karikatürleri” olarak yaşama savaşı veriyorlar.

Menton’da koskoca Ambassadeurs oteli battı kapandı, her gittiğimde biraz daha gerilemiş buluyorum kasabayı. Biarritz’e gittim altı sene evvel, pişman oldum, denizine eşek soksan girmez, hem dalgalı hem çamurlu.

Çünkü bu beldeler artık aristokratların ve burjuvaların tekelinden çıktılar, “casino”larında kumar da oynanmıyor eskisi gibi.

Fransız halkı uçağa bindiği gibi soluğu Marrakeş’te, Tahiti’de alıyor.

Kimse “Paris’in göbeğinde, Pre-aux-Clercs’de keşişler ne güzel lahana yetiştirirlerdi” diye ağlamıyor, o ortaçağda kalmış.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu:Gazze ve Türkiye…

Netanyahu, koskoca Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Mun’u 

Gazze’ye sokmadı.

Bu sizi şaşırttı mı? Sanmam.

Zaten BM’nin ve Mun’un “koskoca” oldukları da sadece bir illüzyon.

Peki o Ban Ki Mun’un…

Yanında Netanyahu ile yaptığı basın toplantısında hiç utanıp sıkılmadan Hamas’ı kınamasını ve Hamas roketlerinin Tel Aviv sokaklarına düşüşünü gösteren fotoğrafları görünce “şoke olduğunu” açıklayışına şaşırdınız mı? Ona da şaşırmayın.

İsrail, bunu yıllardır yapıyor ve kimse ses etmiyor. 

O yüzden Türkiye ses çıkartıyor. O yüzden Siyonistler Türkiye’nin dünya sorunlarına, Ortadoğu’ya ve BM’ye yaklaşımına sinir oluyorlar.

En önemlisi de, Türkiye’nin Gazze’nin önemi ve değerinin farkında olması! İsrail için Mahmud Abbas veya Başbakan Hamdallah sorun değil.

İstediğinde onların sadece fiziki varlıklarını değil, zihinlerini de kuşatma altına alabiliyor.

Gazze işte buna da direniyor.

Oysa “Varsa yoksa, hep Gazze’den konuşuyoruz” diyen Ekmeleddin Bey Cumhurbaşkanı olsa mesela…

İsrail ve Arap destekçilerinin nasıl hoşuna gidecek! 

***

İsrail bunu hep yapıyor, hep aynı stratejiyi güderek barış süreçlerini kontrol ediyor dedim ya… Genç kuşaklar çok şeyi bilmiyor, orta yaşlılar da çabuk unutuyor.

Mesela gelin, yakın bir tarihe, 2002’ye dönelim. 

“İki devletli çözüm”e açılan İsrail-Filistin barış süreci o yıl Beyrut’taki Arap Birliği Zirvesi’yle başlamıştı.

Görünüşte dünya “Haydi artık çözün şu işi!” demişti ve İsrail de başını “Peki!” anlamında sallamıştı.

Zirve başladığında Hürriyet gazetesi haberi şöyle veriyordu: “Arap Birliği zirvesi sorunlu başladı, liderler güvenlik krizi nedeniyle zirveye katılmıyor.”

Hürriyet’in “güvenlik krizi” diye anlattığı şey mesela Arafat’a izin verilmemesiydi.

O tarihte iktidarda olan Şaron Filistin liderini “Ramallah’tan çıkarsan, geri dönemezsin” diye tehdit etmişti.

Böylece İsrail, bir taşla çok kuş vurmuş; hem Suud merkezli Arap devletleriyle nihayet bir uzlaşmaya gitmiş, hem de Arafat’ı iyice sembolikleştirerek El Fetih’i uysallaştırmıştı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Eski çamlar bardak ve eski liberaller cemaatçi olurken

Türkiye’nin siyasal yaşam serüvenini “Tarihi yanılgılar”ı içeren söylemlere dayalı olarak hikâye etmeyi deneseydiniz, hiçbir konuda acele yargılar verilmemesi gerektiğini, yine görürdünüz.

Mesela bir dönemde kendileri gibi düşünmeyenleri “Rejim düşmanı” olarak niteleyenlerin, çok zaman geçmeden o rejim düşmanları ile aynı saflara sürüklendiklerini de görürdünüz.

Yakın zamana kadar askeri vesayetle ya da Kürtleri yok sayan resmi ideolojiyle mücadele edilirken Başbakan Erdoğan’ı destekleyen ve kendilerini “Liberal aydın” olarak sunanların, bugün Erdoğan’dan nefret etmelerini ve “Gülen Örgütü”ne sarılmalarını izlerken, hiçbir konuda acele davranılmaması gerektiğini de herhalde düşünürsünüz. 

Eski çamlar bardak oldu 

Arşivleri karıştırırken, 2007 yılının Aralık ayında Hürriyet’te yayınlanmış bir köşe yazısı ile karşılaştım. Bu köşe yazısının yazarı, son kullanma tarihi geçmiş olan o eski liberaller ile bugün aynı safta ve rüzgâr şiddetli esince de, onlarla birlikte Erdoğan’ı sorumlu tutanlardan biri… Ama o dönemde “Askeri vesayet” hâlâ var olduğu ve “Barış Açılımı” henüz gündemde bulunmadığı için, söz konusu köşe yazısında Ertuğrul Özkök o dönemin liberallerini şöyle suçlamış:

– Kendilerine “liberal” derler, gerçekte liberallikle, özgürlükçülükle yakından uzaktan ilişkileri yoktur. Müslümanlığın nasıl beş şartı varsa, bu tür kişiler için de demokrat ve aydın olmanın üç şartı vardır: Askere karşı olmak. Türk devletinin hem Kürt hem Ermeni meselesinde katliamcı olduğuna kesin iman etmek ve Cumhuriyet’in ilk yıllarını yerden yere vurmak. Bu kesin inançlılık, onları “cemaatçi” bir ruh haline götürür.

Cemaatlerine ait kişilerin yanlışlarını, cemaatleri dışındaki insanların ise iyi yanlarını görmezden gelirler. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız