“Dik durma’nın erdemi…”

Olaylar
Yeni Şafak’tan Hayrettin Karaman, Ali Bayramoğlu, Rasin Özdenören, Süleyman Seyfi Öğün, Gökhan Özcan, Abdulkadir Selvi; Star gazetesinden Taha Özhan, Ardan Zentürk, Ahmet Taşgetiren, Orhan Miroğ...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Hayrettin Karaman, Ali Bayramoğlu, Rasin Özdenören, Süleyman Seyfi Öğün, Gökhan Özcan, Abdulkadir Selvi; Star gazetesinden Taha Özhan, Ardan Zentürk, Ahmet Taşgetiren, Orhan Miroğlu; Sabah’tan Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barlas bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması gereken yazılar…

Hayrettin Karaman: İmam-Hatipler’de neler olmalı?

Pek değerli bir mütefekkir eğitimcimiz, İmam Hatiplerle ilgili yazılarımı lütfedip okumuş, tamamlayıcı mahiyette önemli bir mektup kaleme almış; bu mektubun paylaşmaya açık kısmını okurlarımla paylaşıyorum:

‘Dün, Yeni Şafak’ta İmam Hatipler hakkında yazdığınız yazınızı okuduktan sonra bu satırları size yazmaya karar verdim. İstanbul’da düz liseden Anadolu İmam Hatip Lisesine dönüştürülen bir okulda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev yapmaktayım. Bu yıl, hassaten İmam Hatip kısmında okuyan öğrencilerin derslerine girmeyi istedim.

Yazınızda dile getirdiğiniz hususlara katkı olması bakımından birkaç hususu size iletmeye karar verdim, dedim… İmam Hatip Lisesini bitirdiğimi söylememin sonraki satırlarda yazacaklarımı anlaşılır kılmasından ötürü gerekli bir hatırlatma olacağını düşünüyorum.

Öncelikle, İmam Hatip Liselerinin en temel sorunu öğretici yani öğretmen sorunu olmaya devam ediyor. Bu sorun, maalesef bizim öğrencilik yıllarımızdan bu yana süreklilik kazanmış durumda. Öğretmenlerin öğrencilerden beklentileri konusunda ciddi farklılıklar söz konusu. Çalışmakta olduğum okuldan hareketle diyebilirim ki, öğretmenler genellikle bu okulları ‘yüksek Kur’an Kursu’ gibi düşünüyorlar. Bununla, kesinlikle Kur’an Kurslarını horlamadığımı belirtmeliyim. Yazınızda bahsettiğiniz ‘Müslüman âlim’ yetiştirme ufkuna bir engel gibi görünüyor bu durum bana.

Şüphesiz, siz yıllardır bu meselelerle ilgilisiniz. İmam Hatiplerin niteliğini arttırma sürecinde ‘asgari şartlar üzerinde düşünmeli ve bu şartları gerçekleştirmeyi ‘ibadet-vazife’ bilmeliyiz’ ifadelerinizden ilham alarak birkaç meseleyi size yazmayı uygun buldum:

1) Öncelikle, İmam Hatiplerin tümüne bir kimlik, bir ideal en iyi tabirle ufuk kazandıracak süreli bir yayın çıkarılmalıdır. Zira bu yayın organı vasıtasıyla öğrencilerin fikrî ve hissî gelişmelerinde son derece önemli olan birtakım kazanımlar sağlanabilecektir. Ne var ki, günümüzün enformasyon fazlalığı içinde bunu yapmak o kadar kolay değil, farkındayım. Hele mevcut gençlik/ilk gençlik dergileri dikkate alındığında, bunun nasıl olabileceği üzerinde ciddi olarak düşünmeye başlamak bile önemli bana kalırsa.

2) Bu cihetten günümüzün önemli kalemlerinin özellikle ortaokul 2 ile lise 1 öğrencilerini muhatap alan nitelikli metinler kaleme almaları okuryazar buluşmalarını daha anlamlı kılabilecektir.

3) Zekai Konrapa’nın kaleme aldığı gibi yorumdan ziyade olayları ve tarihsel akışı merkeze almanın yanında muhtasar bir siyer de mutlaka düşünülmelidir.

4) Sizin kaleme aldığınız İmam Hatipli öğrencilere şuur kazandırmayı amaçlayan kitapların bugünün neslini kuşatacak bir biçimde güncellenmesi zaruret arz etmekte. Fakat bunun metin kısmı yanında, bilhassa kâğıt, yazı karakteri, kapak, görsel vb. unsurlarla birlikte düşünülmesi lazım. Elbette öncelikle öğrencilere verilebilecek metinler/kitaplar üzerinde çalışılmalı.

5) Belki bununla irtibatlı olarak baskı kalitesi iyi fakat çok şatafatlı olmayan 96 sayfalık bir imam hatip tarihinin her yıl okulların açıldığı gün öğrencilere ulaştırılması aidiyeti sağlama konusunda işlevsel olabilir.

6) Öğrencilerin okuma kültürlerine katkı sunacak hacmi fazla olmayan seçkiler hazırlanmalı. Mesela merhum Muhammed Hamidullah hocanın eserlerinden bir seçki hazırlanmalı. Fakat bu sadece ‘meslekî derslerin’ kazanımlarına dönük olarak düşünülmemeli. Eğitin faaliyetlerinin bütünlüğü dikkate alınarak, Türk Dili ve Edebiyatı dersinin ‘öğretici metinler’ kazanımlarıyla da ilişkilendirilerek hazırlanmasına dikkat edilmelidir. Bu konuda Yapı Kredi Yayınlarının Doğan Kardeş Dizisinden çıkan kitaplar emsal olabilir. Bunun deneme, şiir, öykü vb. türleri içerecek ayaklarını sağlamak için değişik yayınevleriyle irtibat halinde olunmalı. Özellikle 100 Temel Eser’le birlikte ele alınabilir bu kitapların bir kısmı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Bayramoğlu: Yalan Dünya

İsrail’in vahşeti ortada. Gazze Varşova gettosunu andırıyor.

IŞİD Irak’ta, Suriye’de toplu mezarlar önünde toplu katliamlar yapıyor, resimlerini çekip dolaştırıyor.

Afrika’ya bakın göreceğiniz yoksulluk, şiddet, öfke ve hala beyaz adam meselesidir…

Asya’nın hatırı sayılır bir bölümü sefil, yanı başımızda kan ve terör var, bir de sefalet…

Şiddet, şiddete keyfilik,vahşet, global eşitsizlik ve adaletsizlik tahayyül edilmeyen boyutlara ulaştı.

Yeni dünya sorunları, savaşları, şiddet eğilimleri, yakıp, yıkan terör bu musluktan besleniyor.

Bu sadece bizim tespitimiz değil, son on yılla bu konuda yapılan çalışmaların, hemen her düzeyde uyarıların haddi hududu yok.

Son olarak 2000’lerin ilk iki yılı yeryüzündeki tahrip edici adaletsizliğin, dünyanın dörtte birini açlık sınırına yaklaştıran eşitsizliğin, kısacası ekonomik globalleşmenin olumsuz yönlerini giderici yoğun çalışmaların başlamasına tanık olmuştu.

Siyasi globalleşme adı verilen bu arayışlar türlü biçimlerde hala sürdürülüyor, yeni siyasal hareketlerin itici gücünü oluşturuyor.

Ne var ki, sorun bir insanlık sorunu…

Kah direnç biçiminde, kah savaşlar şeklinde, kah imha faaliyetini bir tüketim unsuru haline getirerek bir ucu değerlerin iflasına diğer ucu terör hareketlerine kadar uzanıyor …

Ne yazık ki, bu sorun insanlığın ürettiği sistem ve düzenden doğuyor.

Globalleşme sadece açık toplumu, liberal düzeni, özgürlükler alanının genişletilmesini ifade etmiyor. Bunların keyfi ve faydacı kullanımının yarattığı dengesizliklere de gönderme yapıyor.

Globalleşme sadece, üretim sürecinin parçalanması, üretim ve finans merkezlerinin, sahiplerinin birbirinden ayrışması, mal-para bağlantısının kopup paranın parayla ilişkilenmesi, beklentilerin metalaşması, sınırların ekonomik olarak yok olması demek değil.

Aynı zamanda pazarların artan ağırlığı demek, bunun karşısında devletlerin zemin kaybetmesi, yeni adil rekabet ve adaleti sağlamak için hakemlik ve regülasyon araçlarını üretmede zorlanması demek.

Bu yönleriyle globalleşme hız kazandıkça krizlerle karşılaşıyor.

Her kriz eşitsizliklerin biraz daha artmasına, toplumsalın biraz daha yaralanmasına, toplumsal faturanın ağırlaşmasına yol açıyor.

Ve toplumsalın tahribatı dünyayı her geçen gün biraz daha zorluyor.

Yaşanan tüm olumlu gelişmelere rağmen, Türkiye de pek çok yönüyle bu sorunlardan azade değil.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Rasim Özdenören: Çatışmanın buluştuğu alan

Türkiye gerçeğinin bulunması gereken yer (konum) ile ona yakıştırılan yer arasında bir mesafe var sanıyorum. 1839’da, 1909’da, 1923’te ona yakıştırılan ve belirlenen yer kendi geleneğinden (İslâm) kopartılarak modernizmin düzlemine yerleştirilmiş bir Türkiye idi. Fakat insanları da, toplumları da, birileri, sen şöyle olacaksın dedi diye, bir kerede kendi geleneğinden koparmak ve ona yeni bir kimlik çıkartmak mümkün olmuyor. Gelenekle modernizmin çatıştığını ve insanları gerginleştirdiğini hem magazin düzeyindeki olaylarda, hem siyasa düzleminde görebiliyoruz.

Bu ‘çatışma’ya (veya sürtüşmeye) aslında kör dövüşü demek daha isabetli olur. Bu dövüşte birbirini taraf olarak kabul edenlerden her biri sureti haktan görünmesine rağmen şeytana askerlik edebileceği gibi, zalim ve uyumsuz görünen de pekâlâ masum olabilir. Hangisi şeytan ve zalimdir ve hangisi masum ve mağdurdur? Şurası belli ki, fonda beliren hayal modern hayatın şeytanî yüzüdür.

Kendi kısır çıkarının bir milim ötesini hesaba katmak istemeyen, bütün dünyası kendi eli ile kendi cebi arasındaki bir alanla sınırlı bulunan, başkasının istifadesini kendine zarar gören, kıskançlığın, çekemezliğin, tahammülsüzlüğün bir karakter olarak kalplerinde yer tuttuğu modern insan tavrı, söz konusu çatışmada belirleyici olmuştur.

Bütün kavramlar daha baştan kutsal muhtevasından boşandırılmış olduğu için kimin neyi savunduğu, kimin ne adına neyin karşısında ve neyin yanında durduğu anlaşılmaz bir hal almıştır. Bu da, gene, aynı modern durumun, şeytanî yüzü olarak ortaya çıkıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Süleyman Seyfi Öğün: Başkalarının acıları ve duyumsamalar

‘Biliyor musun, Şili halkının acısını tam burada duyuyorum’ demişti bilmiş bir arkadaşım, kalbini işâret ederek. Demokratik sosyalist önder Allende, A.B.D komplosuyla henüz devrilmiş ve öldürülmüştü. Stadyumlar tutuklanan insanlarla doluydu. Onbinlerce Şilili ağır işkencelere mâruz kalıyordu. Gözaltına alınıp kaybolanların sayısı ise hızla artıyordu. Şili bir anda dünyâ gündemine yerleşmişti. Bilmiş arkadaşım, galiba biraz da bu gelişmelerin etkisiyle hızını alamamış, ‘Şili’nin acısını’ kalbinde duyduğunu söylemişti. Bu ifâdeyi hayli abartılı bulduğumu hatırlıyorum. Ama, başkalarının acısı gibi ağır bir moral sorunu düşünmeye başlamam, galiba bu ifâdenin ardından başladı.

Daha sonraları, emekçi kardeşlerin, mazlum halkların ya da esir Türklerin acısını kalbinde duyduğunu söyleyen çok nesildaş dinledim. Önceleri kendimden şüphelendiğimi hatırlıyorum. Öyle ya, bende bir şeyler eksik olmalıydı. Ama bir süre sonra bu tarz konuşmaların içinin çok boş olduğunu, söylenenlerin, söyleyenlerin bizzât kendileriyle ilişkili çok, ama çok farklı şeyleri anlattığını keşfettim. Ya bu inandırıcı olmayan gösterilere katılacaktım, ya da nihâyetinde ‘dürüstlük’ de bir erdemdir deyip, sorduklarında Şili halkına ya da Esir Türklerin durumuna üzüldüğümü, ama onların acılarını içimde duyacak kadar bir ruh yüceliğine sâhip olmadığımı söyleyecektim. Bir, iki denemeden sonra ikinci yolu seçtim. Ama, doğrusu bu ya; ‘başkalarının acısı’ beni her zaman ilgilendiren bir konu olarak gündemimde kaldı.

Başkasının acısını duyumsamanın aslında çile temelli bir dînî yaşayışla ilgili bir olgu olduğunu daha sonraları anladım. Bu konuda en çok da Hristiyanlık iddialıydı. Yüzyıllar boyunca Hazret-i İsâ’nın acısıyla acı duymak, stigmata peşinde koşmak erdemli bir Hristiyan yaşayışın merkezî, ontolojik bir değeri olmuştu. Kimbilir kaç kuşak bu çilenin baskısı altında hayâtlarını yaşadı. Elbette az sayıda gerçek mistik bu deneyimden çok ileri ruh olgunluğu sağlamıştır. Kastettiğim onlar değil, çok daha büyük bir çoğunluğu oluşturan sıradan insanların hâli. Onlar için iki yoldan birisi geçerli olabilirdi. Ya iki yüzlü bir hayâta mahkûm olmak, ya da kendi özel acılarının dışavurumunu ve rehabilitasyonunu bu genel acı üzerinden yapmak. Ben daha yaygın olanın ikinci yol olduğunu düşünüyorum.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Gökhan Özcan: Çölde yüzen balıklar

Susadım birdenbire, yalanmış onca balıklığım…

Bazen sanki biri beni arkamdan itiyor ve bitirip diğer ucundan çıkıp gidemeyeceğimi çok iyi bildiğim cümlelerin kapısından içeri giriveriyorum.

Kaybolmuş bir virgül gibiydi, hangi kelimenin neresinde duracağını bilemiyordu.

Sayılı günler gelip geçiyor, içlerindeki sayısız paha biçilmez fırsatla birlikte…

Az önce, şen şakrak cıvıldaşan iki minik kuş, içinde çözülüp parçalanmak üzere olduğum bir lüzumsuzluğun ortasından çekip çıkarıverdi beni.

Bir sürü belgesel izledim son zamanlarda; inanın geyikler bile geyik muhabbeti yapmıyor. Saatlerce boş boş konuşabilen tek canlı türü insan!

Uzaklardan yakıcı bir keman sesi geldi kulağıma, bir anda bütün akordum bozuldu!

Geceleri sessizce dolaşıp çöp kutularını karıştıran o karaltılar, bulduklarının dökümünü çıkarıp liste halinde görünür bir yere asıyor olsalardı; hayatlarımız kesinlikle savunulamaz hale gelirdi.

‘Her gün aynı elbiseyi mi giyeceğim!’ diye isyan eden ergen kişilik, her gün aynı günü yaşamaya mahkûmsun!

Neden her kitaplıkta ille de bir sözlük bulunur? Güya anlamlar kaybolmasın diye…

Panik içinde kendi günahlarından kaçmaya çalışan insanlar kilitliyor biraz da trafiği…

Her yalan söylediğimizde etrafa kokarcalar gibi dayanılmaz kokular yaydığımızı bir düşünün… Öyle bir dünyada ıssız ada fiyatları kesinlikle tavan yapardı!

Şu anda dünyada kim bilir kaç milyon susuz kalmış vazo, can çekişmekte olan solgun kır çiçeklerini ümitsizce teselli etmeye çalışıyor.

Evrim diye bir şey gerçekten olsaydı, şimdiki zamanın papatya fallarına şöyle bakardık: Sevmiyor… Sevmiyor… Sevmiyor… Sevmiyor…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvi: İşte kriptolu dinleme listesi

Kriptolu telefonlarla ilgili dinleme, İstanbul’daki casusluk ve yasadışı dinleme soruşturmasının gölgesinde.

Oysa kriptolu dinlemeler, devletin yatak odasına girilmesi, mahremine ilişkin bilgilere ulaşılması anlamını taşıyordu.

Devlet sırrı diyebileceğimiz bilgiler kimde bulunur?

Başbakan’da bulunur.

Meclis Başkanı’nda, Genelkurmay Başkanı’nda bulunur.

Bakanlar kurulu üyelerinde, MGK Genel Sekreteri’nde, MİT müsteşarında.

Kriptolu telefonlarla ilgili soruşturmada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dışında, Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet denilince akla gelecek tüm isimlerin kriptolu telefonla yaptıkları görüşmelerin dinlenildiği ve kaydedildiği ortaya çıktı.

Şimdi bu dinlemelerin kimin adına ve hangi ülkeye servis edildiğinin cevabı aranıyor.

Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık, dinleme uçlarının nereye gittiğinin tespit edilmeye çalışıldığını söyledi.

Bir hatırlatma yapmakta yarar var.

25 Aralık operasyonundan sonra Başbakan Erdoğan’ın kriptolu telefonlardan yaptığı görüşmeler, paralel yapı tarafından montajlanarak servis edilince, devletin kriptolu telefonlarının dinlenildiği ortaya çıkmıştı.

Bunun üzerine TÜBİTAK’ta geniş çaplı bir soruşturma başlatıldı. Kriptolu telefonların yazılımını yürüten TÜBİTAK Başkan yardımcısı Hasan Palaz görevden alındı. Palaz’ın yurtdışına kaçtığı söyleniyor.

Devamını Sanayi Bakanı Fikri Işık anlattı.

TÜBİTAK uzmanlarının TİB’de yaptığı çalışmalar sonucunda 30-40 defa silinen hard disklerdeki bilgi kırıntılarından kriptolu telefonların dinlenildiği tespit ediliyor. Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığı’nın TİB’e yaptığı baskın sırasında hard disklerin imajları alınıyor. TÜBİTAK uzmanlarının TİB’deki incelemelerinde elde ettiği sonuçlar ile imajlar karşılaştırılınca kriptolu 164 telefondan 80’inin dinlenildiği tespit ediliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Taha Özhan: Yeni İsrail ekseni

Son birkaç haftadır, Siyonist ve İsrail mahreçli haberleri, yorumları, yazarları ve sosyal medya hesaplarını üstün körü bile takip edince, ilginç bir dinamik göze çarpıyor. Neredeyse ağız birliği etmişlercesine, üç noktaya dikkat çekiyorlar. Birincisi, İsrail’in Gazze katliamlarıyla bölgede oluşan yeni eksen. İkincisi, Obama yönetiminin beceriksizlikleri. Üçüncüsü ise Türkiye. Bu üç dinamik, ağdalı cümlelerle, Batı medyasında ana akım mecralarda da fazlasıyla kendisine yer buluyor. İsrail propaganda makinasından, seri üretimle tüketime sunulan ‘paket diskur’, olabilecek en üst düzeyde tüketiliyor. Asgari zekaya ve ahlaka hakaret eden Siyonist klişeler, yaşanan trajedinin ‘stratejik analizleri’ olarak sunuluyor.

İlk ‘stratejik’ tespitle başlarsak, İsrail’in, Gazze’de gerçekleştirdiği katliamla, yeni bir eksen inşa edildiğini söylüyorlar. Bu yeni eksen, Amerika-İsrail-FKÖ-Mısır-Suud-BAE-Ürdün’den oluşuyor. Evet, yanlış okumadınız, mezkur eksen ‘yeni’ olarak konuşuluyor. Bölgemizde yaşananlara dair iyi kötü bir fikri olan hemen herkesin, otuz yıldır bildiği ekseni yeniden keşfettiler. Hayır, en azından, bu eksene Esed’i, Maliki’yi, hatta Hizbullah ve İran’ı da dahil etseler, belki yeni bir şeyden bahsettiklerini söyleyebilirdik. İsrail ekseninin eğer yeni bir tarafı varsa, Hamas’ın barınamadığı Suriye ve ona amansız bir destek veren Tahran ve Bağdat yönetimlerin son dört yıldır oynadığı tahripkar rolün verdiği katkılar olmalıydı.

Burada mesele İsrail karşıtlığı değil. Yoksa, İsrail ekseninde diye sıralanan yönetimlerin bazılarının, Suriye ve İran’ın ise kesinlikle, ‘İsrail karşıtı’ olduğu malum. Lakin, İsrail karşıtı olmak İsrail’in dile getirdiği ‘yeni eksenden’ beri olmak sonucunu doğurmuyor. ‘Yeni İsrail eksenini’ bir araya getiren en önemli unsur, bölgemizde halkların değişim iradesine karşı en kanlı savaşları göze alanlar olması. Bu eksenin karşısına konulan ise ‘Türkiye-Suriye direnişi-İhvan-Hamas ve Katar’.

İsrail’in ikinci gündem maddesi ise Obama yönetimi. Netenyahu ile Obama’nın 2013’e kadar yaşadığı gerilimin de bir yansıması bugünlerde nüksediyor. Amerika’nın Gazze katliamına destek vermiş olması, Sisi’nin darbesini görmezden gelmesi, Suriye’de sessiz kalmasını, Maliki’nin dikta yönetimini seyretmesini yeterli bulmuyorlar. Türkiye’nin bastırmasıyla, Gazze’de bir ateşkesin olabilmesi için, doğrudan muhatap olan Hamas’ın da süreçte olması gibi oldukça basit bir rasyonalitenin işlemesini bile kaldıramayacak durumdalar. Hep bir ağızdan Kerry’e veryansın ederken, İsrail’in bir sonraki operasyonunun ismi ‘Kerry olmalıdır’ demekten kendilerini de alamıyorlar. Gazzeliler Amerikan yönetiminin katliamı seyretmesine isyan ederken, İsrail ateşkesin diğer tarafında Hamas’ın olması gibi basit bir gerçeği bile sindirmekten uzak durumda. Tıkanan ateşkes sürecinin bir dinamiği de, yeni eksenin en hararetli İsrail ortağı Mısır’ı, en azından 2012’de Mursi’nin Türkiye ile hayata geçirdiği ateşkes ‘çıtasının altına’ düşmesini engellemeye çalışmak.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ardan Zentürk: “Dik durma”nın erdemi…

İki kadından söz edeceğim. İsrail’in Gazze katliamı karşısında, Avrupalılar saçak altına kaçmış, Amerikan yönetimi ne yapacağını şaşırmış, Katar hariç Arap ülkelerinin yöneticileri kendi mevzilerine sığınmışken dimdik ortaya çıkan iki kadın…

Şili Devlet Başkanı Michelle Bachelet, bir subayın kızı olarak dünyaya geldi, babasının son görevi, ülkenin sosyalist lideri Allende döneminde halkın acil ihtiyaçlarını gidermek için kurulan yardım grubunda koordinatörlüktü. CİA, Allende’yi devirip yerine General Pinochet’i geçirdiğinde tutuklandı, ağır işkence gördü ve işkencede öldürüldü. Faşist cunta, Michelle Bachelet ile annesini de gözaltına almıştı, ana-kız ağır işkenceler gördüler. Şili halkı bu sosyalist evladını 2006 yılında yüzde 53.5 oyla Devlet Başkanı seçti. 2010 yılına kadar çıkardığı kanunlarla ülkesini Latin Amerika’nın en sağlam demokrasilerinden biri haline getirdi, sosyal eşitsizliği ortadan kaldırdı, yolsuzluk ve rüşveti sonlandırdığı için Şili ekonomisi adeta “patladı…” 2010 yılında görev süresi bitti, bir dönem ara verdi, halk onu, bu yıl, bu kez, yüzde 62 oyla aynı makama oturttu.

Brezilya Devlet Başkanı Dilma Roussef, ülkesinin üst orta sınıfından bir ailenin evladı olarak dünyaya merhaba dedi, bu durum, gençlik yıllarında ülkesini “Washington vesayetinde” yöneten emperyalist işbirlikçisi siyaset kadrolarını iyi tanımasını ve “gerçek bağımsızlık mücadelesinin” içinde yer almasını sağladı .CIA, ülkenin seçimle işbaşına gelmiş solcu devlet başkanı Goulart’ı 1964 yılında askeri darbeyle devirdiğinde rotasını çizmişti bile…1947 doğumlu, tipik bir 68 kuşağıydı, kır gerillalarına katıldı, Pentagon’dan aldıkları emirlerle kendi halkına karşı işkence ve zulüm yapan ülkesinin generallerine karşı savaştı, onu, 1970-1972 arasında hapse attılar, çok ağır işkenceler yaptılar. Aradan yıllar geçti, yüzde 56 oyla Devlet Başkanı seçildi, eğitim, sağlık reformları, fakir halk için yarattığı gıda yardımı sepeti projesi, demokratikleşmeye verdiği önem sonucu halk desteğinin yüzde 58’e çıktığı son kamuoyu yoklamalarında belirlendi.

Michelle Bachelet ve Dilma Roussef, Ortadoğu’nun anlı-şanlı krallarının, emirlerinin, kukla diktatörlerinin “pıstıkları” bir ortamda Gazze katliamına Başbakan Erdoğan’la birlikte en sert tepkiyi gösteren iki siyasi lider oldular!..

Gazze katliamı başladığı an, İsrail ile ticaret görüşmelerini askıya aldılar, son olarak da önceki gün, bu ülkedeki büyükelçilerini geri çektiler.

Onlar, emperyalizmin bekçiliğine soyunmuş bir ordunun acımasızlığını, katliamcılığını, o orduya yön veren siyasilerin işbirlikçi faşizminin ne olduğunu çok iyi biliyorlar!.. Zamanında o tür bir ordunun işkencesinden geçtiler!..

“Latin Devrimi”ni engelleyemediler…­

Bitmedi, bu iki cesur kadının yanında yer alan iki “Latin delikanlı” da var. Devlet Başkanı seçildiği gün, “halkıma ödetilmeye çalışılan bu dış borç, yolsuzluk yapmış eski siyasiler ile küresel finans çevrelerinin yarattığı bir komplodur ve hırsızlık ürünüdür, bunu ödemem” deyip, Ekvador halkına çıkarılmış dış borç faturasını yüzde 60 indirmiş Devlet Başkanı Rafael Correa… Ülkesinde yürüttüğü sistemli demokratikleşme, ülke servetlerinin ulusal çıkarlar için kullanımı ve sosyal adalet programından sonra şu anda hakkında “diktatörleşti” kampanyası yürütülüyor… Bir de, işbaşına geldiği gün itibariyle yolsuzluk ve rüşvet sistemine son verip, ülke kaynaklarını millileştiren ve halkının “kronik fakirliğine” çare olduğu için emperyalizmin hedef tahtasına oturtulan Peru Devlet Başkanı Ollanta Humala… Onlar da çektiler büyükelçilerini…

Emperyalizm, Soğuk Savaş bitiminde “Latin Devrimi”ni engelleyemedi, artık, sırtını halk desteğine vermiş bu liderlerle yaşamak zorunda. Deneyim kazandı, “Arap Devrimi”ni kan ve darbelerle boğdu, çünkü, Ortadoğu’da Latin Devrimi’nin bu soylu evlatları gibi karakterlerle yaşamayı göze alamadı. Bugün fırsat bulsa, Rafael Correa’yı Muhammed Mursi gibi bir cezaevine koydurmak istemez mi sanıyorsunuz?..

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Mücadele Birliği – Gülen hareketi

Gençler bilmez, benim neslim, bir de “Mücadele Birliği” tecrübesi yaşadı. Ben o yapıdan ayrılalı 36 yıl olmuş. Taha Akyol o yapının ilk başlarında vardı, ben onu belki de ayrılışından kısa süre önce gördüm, o gitmiş ben dahil olmuşum o yapıya. Cemil Çiçek de o yapının içindeydi, Taha Akyol’dan bir süre sonra ayrıldı, benden bir süre önce.

36 yıldır o yapı içinde bulunup da peyderpey ayrılan, geride kalan önce ayrılana boykot uyguladığı için birbiriyle yeniden buluşmaları da yıllar alan arkadaşlar bir araya geldiğimizde hep “Ne oldu da böyle oldu?”yu konuşuruz.

Birilerimiz der ki, “Liderlik, yükü taşıyamadı ve yapıyı dağılma sürecine soktu.” Bir başka görüş, “Liderlik Devletin tehdidine maruz kaldı, boyun eğdi” görüşünü seslendirir. Bir başka görüş “Devlet, liderliğe elindeki bazı belgelerle şantaj yaptı, o yüzden dağıtıldı teşkilat…” şeklindedir. Doğrusu çözülmenin sebebi netleşmemiştir.

Ama şunu belirteyim: Mücadele Birliği’ni en başta kuranların her biri bir yere dağılmış durumda iken, sonradan gelen ve liderliğe sadeceuzaktan bakışlarla sevdalanan bazı arkadaşlar hala, mesela “Abinin liderliği sayesinde” bir yerel seçimde zaferi yakalayacaklarına inanabilmektedirler.

Benim için en şaşırtıcı olan, Mücadele Birliği’nin liderliğini oluşturan  kişilerin birbirlerini “MİT Ajanlığı” ile suçlar hale gelmeleri olmuştur. Buna birinci elden tanık olduğumda hayretten dona kalmıştım. En tepedeki, yola birlikte çıktığı arkadaşının üstünü çizmiş, benim gibi başka arkadaşların da benzeri bir tutum içine girmesini istemiş, hatta teşkilat içinde teşkilat oluşturmaya yönelmişti. Bu “paralel teşkilat”ın beyninde de kendi kardeşi vardı.

Beni şaşırtan ikinci husus, tepe irade tarafından üstü çizilenin anında diğerleri tarafından da  üstünün çizilebilmesiydi. Arkadaşlık, kardeşlik, vefa, bunlar geçer akçe değildi. Üstü çizilenle konuşanın da üstü çizilmekteydi. Ben ayrıldıktan sonra benimle yıllarca mesai arkadaşlığı  yapanlar ziyaretime geldiği için üstleri çizilmişti. “Vefa” semtine uğramayanlar ise, yollarına devam edecekler, yeni yapıda yeni statüler kazanacaklardı.

Ben sonraları, Dostoyevsky’nin “Cinler” romanındaki liderin her dediğini onaylayan ve en yakın arkadaşlarının infazına göz yuman “Erkel tiplemesi”nden yola çıkarak, Mücadele Birliği’ndeki bu kıyım sürecini değerlendirdim.

Bunları neden yazıyorum?

Bazan Mücadele Birliği’nde birlikte olduğumuz arkadaşlarla buluştuğumuzda, “Güncel”in değerlendirmesini yapıyoruz. Bu çerçevede Mücadele Birliği ile Gülen Hareketi arasındaki paralellikler üzerinde duruluyor. Bir süre öncesine kadar “Biz yürütemedik onlar yürüttü, belli bir mesafe aldılar” yollu görüşler ortaya konuyor, bunda da “Liderliğin performansı”na vurgu yapılıyordu.

Şimdilerde ise, “Gülen Hareketi”nin farklı bir salınım içine girdiği gözlemi ağır basıyor.

Liderliği Amerika’da bulunan, dolayısıyla sadece Türkiye’deki devletle değil, bir dünya devleti ile de hesapları karışan bir yapının kendi devleti ile problemli hale gelmesine tanık olunuyor. Tabii ki “problemli” kelimesi çok zayıf kalıyor, dişe diş bir mücadele söz konusu şu anda.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Orhan Miroğlu: Erdoğan’a neden oy veriyorum? Bir Türkiyeli ve Kürt olarak gerekçelerim

Kürt sorununun geleceğini tayin eden tarihsel dönemlerde, ait olduğunuz mahallenin gazabını üstünüze çekmeyi göze alarak ortaya bir tavır koymanız çok kolay olmaz.

Bugün ne PKK’ye ne Öcalan’a kişisel siyasi hesaplar üzerinden bakmanın doğru bir aydın tutumu olduğunu düşünüyorum. Böyle baktığınızda, Öcalan’a karşıtlığınız çözüm sürecine karşıtlığa veya çözüm sürecine nefrete dönüşür. Nitekim Kürt aydınlarının önemli bir kısmı Öcalan doğru yapıyor diyemedikleri için çözüme de karşıdırlar. Tıpkı Türk aydınlarının Erdoğan’a duydukları nefret ve karşıtlığın, bugün aslında ve özü itibariyle bir demokrasi nefretine dönüşmüş olması gibi.

Tevazuya gerek yok, çözüm için savunduğum görüşlerin, büyük ölçüde doğrulanmış olduğunu görmek benim için memnuniyet vericidir. İki yıl önce Silahları Gömmek kitabında ne yazdıysam bugün o yaşanıyor.

Kürt-Türk siyasi ittifakının önündeki engeller bir bir ortadan kalkıyor.

Erbil hükümetiyle kurulan ittifak, stratejik bir ittifaka dönüştü.

Aklı başında hiç kimse silah ve şiddet üzerinden bir gelecek tasavvurunda bulunmuyor.

Kürt meselesi üzerindeki askeri vesayet kalktı.

Türkiye eve dönüşleri konuşuyor.

Başbakan Erdoğan’ın yönettiği Türkiye’de, Kürtler bir ‘güvenlik problemi’ olmaktan çıktı.

Şimdi de, Hewlêr (Erbil) ‘in güvenlik sektörünü Türkiye’nin  yeniden inşa etmesinden söz ediliyor.

Kürtler’in aday göstermesini memnuniyetle karşılıyorum. Ama adaylığın, bilhassa Erdoğan’a karşı bir siyasi atılım gibi yaşanmasını doğru bulmuyorum. Kürt adayın, çözüm süreci gibi övünülecek bir süreç, üstelik Öcalan’ın damgasını vurduğu bir süreç varken, hiç yaşanmamış gibi davranmasını yanlış buluyorum.

Erdoğan Kürtler’in oyunu fazlasıyla hak eden bir liderdir.

Ne yazık ki, Kürtler her dönemde bir başka yanlışa inandırılmaya çalışılmaktadır.

Şimdi Kürtler’e söylenen şudur: Selahattin Demirtaş %10’u geçerse, yönetime ortak olursunuz!

Birkaç milyon oy daha nasıl ve kimden alınacak bilmiyorum, ama bu anlayış ortaktoplumluluk anlayışına dayanıyor. Uygulama alanları, Güney Afrika, Lübnan, Fuji ve Malezya’da oldu. Irak’ta da deneniyor. Irak’ta Meclis Başkanı Sunni, Başbakan Şii ve Cumhurbaşkanı da Kürtler’den seçiliyor. Ama Türkiye bu örneklerden hiç birine benzemiyor. Keskin bir etnik, ırksal  ve mezhepsel çatışma söz konusu değildir. Ya da vaktiyle olduysa da, şimdi, ciddi bir yumuşama sürecine girilmiştir. Kürt partisinin, meclisteki işlevi Kürt etnisitesi üzerinden değil, demokrasinin kural ve kaideleri üzerinden belirlenmektedir. Siyasi hakların kullanılmasını ve demokratik sürecin gidişatını  Alevilik, Sunnilik, Kürtlük veya Türklükle ölçmeye çalışmak, demokrasi dışı bir alana savrulmak demektir. 

Erdoğan Rizeli değil, Diyarbakırlı olsaydı, ne değişirdi?

Veya Selahattin Demirtaş’ın  yerine cumhurbaşkanı adayı Sırrı Süreyya olsa, ne fark ederdi?

Söylemek istediğim Kürtlerle Türklerin arasında geçen bir seçim değil bu.

Dolayısıyla, Kürtlerin siyasi rüştünü, sayısını, varlığını ispat etmek gibi bir gerekçeyle seçime dört elle sarılmak doğru değil.

Nurettin Yılmaz’ın 12 Eylül faşist darbesinden çok az önce,  inkar politikaları had safhadayken, ‘Kürt cumhurbaşkanı adayı’ olarak ortaya çıkması ne kadar doğruysa, Selahattin Demirtaş’ın ‘Evren oldu da ben bir Kürt olarak neden cumhurbaşkanı olmayayım’ demesi, de bir o kadar yanlış ve  zaman dışı bir anlayıştır. Türkiye demokrasinin Kürt kimliğine koyduğu bir bariyer, bir engel  yok. Olsaydı zaten Selahattin bey Kürt kimliğiyle mecliste olamazdı. Ya da es kaza  olsa bile, Hatip Dicle ve Leyla Zana’ların başına gelenler onun da başına gelirdi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Yurdum Hans’ı

Kürt sorununun geleceğini tayin eden tarihsel dönemlerde, ait olduğunuz mahallenin gazabını üstünüze çekmeyi göze alarak ortaya bir tavır koymanız çok kolay olmaz.

Bugün ne PKK’ye ne Öcalan’a kişisel siyasi hesaplar üzerinden bakmanın doğru bir aydın tutumu olduğunu düşünüyorum. Böyle baktığınızda, Öcalan’a karşıtlığınız çözüm sürecine karşıtlığa veya çözüm sürecine nefrete dönüşür. Nitekim Kürt aydınlarının önemli bir kısmı Öcalan doğru yapıyor diyemedikleri için çözüme de karşıdırlar. Tıpkı Türk aydınlarının Erdoğan’a duydukları nefret ve karşıtlığın, bugün aslında ve özü itibariyle bir demokrasi nefretine dönüşmüş olması gibi.

Tevazuya gerek yok, çözüm için savunduğum görüşlerin, büyük ölçüde doğrulanmış olduğunu görmek benim için memnuniyet vericidir. İki yıl önce Silahları Gömmek kitabında ne yazdıysam bugün o yaşanıyor.

Kürt-Türk siyasi ittifakının önündeki engeller bir bir ortadan kalkıyor.

Erbil hükümetiyle kurulan ittifak, stratejik bir ittifaka dönüştü.

Aklı başında hiç kimse silah ve şiddet üzerinden bir gelecek tasavvurunda bulunmuyor.

Kürt meselesi üzerindeki askeri vesayet kalktı.

Türkiye eve dönüşleri konuşuyor.

Başbakan Erdoğan’ın yönettiği Türkiye’de, Kürtler bir ‘güvenlik problemi’ olmaktan çıktı.

Şimdi de, Hewlêr (Erbil) ‘in güvenlik sektörünü Türkiye’nin  yeniden inşa etmesinden söz ediliyor.

Kürtler’in aday göstermesini memnuniyetle karşılıyorum. Ama adaylığın, bilhassa Erdoğan’a karşı bir siyasi atılım gibi yaşanmasını doğru bulmuyorum. Kürt adayın, çözüm süreci gibi övünülecek bir süreç, üstelik Öcalan’ın damgasını vurduğu bir süreç varken, hiç yaşanmamış gibi davranmasını yanlış buluyorum.

Erdoğan Kürtler’in oyunu fazlasıyla hak eden bir liderdir.

Ne yazık ki, Kürtler her dönemde bir başka yanlışa inandırılmaya çalışılmaktadır.

Şimdi Kürtler’e söylenen şudur: Selahattin Demirtaş %10’u geçerse, yönetime ortak olursunuz!

Birkaç milyon oy daha nasıl ve kimden alınacak bilmiyorum, ama bu anlayış ortaktoplumluluk anlayışına dayanıyor. Uygulama alanları, Güney Afrika, Lübnan, Fuji ve Malezya’da oldu. Irak’ta da deneniyor. Irak’ta Meclis Başkanı Sunni, Başbakan Şii ve Cumhurbaşkanı da Kürtler’den seçiliyor. Ama Türkiye bu örneklerden hiç birine benzemiyor. Keskin bir etnik, ırksal  ve mezhepsel çatışma söz konusu değildir. Ya da vaktiyle olduysa da, şimdi, ciddi bir yumuşama sürecine girilmiştir. Kürt partisinin, meclisteki işlevi Kürt etnisitesi üzerinden değil, demokrasinin kural ve kaideleri üzerinden belirlenmektedir. Siyasi hakların kullanılmasını ve demokratik sürecin gidişatını  Alevilik, Sunnilik, Kürtlük veya Türklükle ölçmeye çalışmak, demokrasi dışı bir alana savrulmak demektir. 

Erdoğan Rizeli değil, Diyarbakırlı olsaydı, ne değişirdi?

Veya Selahattin Demirtaş’ın  yerine cumhurbaşkanı adayı Sırrı Süreyya olsa, ne fark ederdi?

Söylemek istediğim Kürtlerle Türklerin arasında geçen bir seçim değil bu.

Dolayısıyla, Kürtlerin siyasi rüştünü, sayısını, varlığını ispat etmek gibi bir gerekçeyle seçime dört elle sarılmak doğru değil.

Nurettin Yılmaz’ın 12 Eylül faşist darbesinden çok az önce,  inkar politikaları had safhadayken, ‘Kürt cumhurbaşkanı adayı’ olarak ortaya çıkması ne kadar doğruysa, Selahattin Demirtaş’ın ‘Evren oldu da ben bir Kürt olarak neden cumhurbaşkanı olmayayım’ demesi, de bir o kadar yanlış ve  zaman dışı bir anlayıştır. Türkiye demokrasinin Kürt kimliğine koyduğu bir bariyer, bir engel  yok. Olsaydı zaten Selahattin bey Kürt kimliğiyle mecliste olamazdı. Ya da es kaza  olsa bile, Hatip Dicle ve Leyla Zana’ların başına gelenler onun da başına gelirdi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Süleyman Demirel’le birlikte geçen birkaç saat

Önceki gün sevgili Ali Şen’in Bodrum’daki evinde “Zaman Tüneli”ne girdim… Yanımdaki koltukta Süleyman Demirel oturmaktaydı. Nahit Menteşe ile İsmet Sezgin’in sohbetlerine, Yavuz Donat ve Can Pulak katılmaktaydılar. Bu arada Can Pulak’ın nikâh şahidinin Nahit Menteşe olduğunu da öğreniyorduk…

Karşımızdaki koltukta oturan Celal Doğan Zincirbozan’daki günlerini anlatıyordu. İhsan Sabri Çağlayangil beraberinde köpeğini de getirmek isteyince, Zincirbozan’ın komutanı “Bunun için Konsey’in izin vermesi gerekir” demiş… Konsey de hem Çağlayangil’in köpeğinin kampa alınmasına, hem de gözaltındaki siyasilerin alkollü içkiler içebileceklerine izin vermiş… Ve sonunda viski yetiştiremedikleri için, Tekirdağ’dan partililerce getirilen rakıya dönmüşler… 

90 yaşına giriyor 

Süleyman Demirel önümüzdeki kasımda 90 yaşına giriyor. Bedeni çok yorgun, ancak koluna giren iki kişinin yardımı ile yürüyebiliyor.

Ama zihni onu ilk tanıdığım 1964 yılındaki gibi berrak… Şimdi onun sağlığı doktoru Aylin Cesur’un gözetiminde. Ali Şen’in torununu yitirmesine değinerek “Bu günkü ziyaretimin ana nedeni, Şen’in acısını paylaşmaktır” diyor.

Ona “Başbakan olduğunuzda biri size ‘Sovyetler Birliği çöküp dağılacak, Çin de kapitalist dünya ekonomisi ile entegre olacak’ deseydi, inanır mıydınız” diye soruyorum… Gülüyor ve “Nasıl inanabilirdim ki” diyor. Sonra ekliyor:

– Geçmişe bakıp zamanın nasıl hızlı ve radikal değişiklikler getirdiğini düşünürken, geleceğe bakmayı da unutmayın…

Bundan 50 yıl sonra nasıl bir dünyada yaşayacağınızı tahmin edebilir misiniz? 

Kedinin rengi önemli değil 

Bunları söyledikten sonra Çin’in kapitalistleşmesine değiniyor… “Onlar için kedinin beyaz veya siyah olması değil, rengi ne olursa olsun kedinin fare tutabilmesi önemlidir” diyor.

Günlük siyasetteki gelişmeler üzerinde konuşulurken ona hatırlatıyorum… 

– Siz Adalet Partisi’nin başında seçime girdiğiniz dönemlerde, benim çalıştığım gazetelerin anketlerinde hep seçimi CHP’nin kazanacağı şeklindeki sonuçlar çıkardı… Ama her defasında seçimi Adalet Partisi ve siz kazanırdınız… O dönemde olduğu gibi bugün de halkın sağduyusu ve tercihi seçim sonuçlarını belirliyor, diyorum…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: 

Bu “uluslararası kişilik” kim, neden başımıza sardılar?

Bazen şüpheye kapılıyorum…

Ağır seçim yenilgilerine rağmen iktidarı yıkma hevesinden vazgeçmeyen malum odaklar acaba bizimle dalgalarını mı geçiyorlar? 

Neden mi? 

Kılıçdaroğlu’nun “paralel” megafonluğu; Sarıgül’ün İstanbul surlarını Mimar Sinan’a inşa ettiren kültürel sığlığı falan derken… 

Son noktayı Ekmeleddin İhsanoğlu koydu. 

Ortalık Mehmet Akif’in en yakın arkadaşının oğlunun İstiklal Marşı gafıyla yıkılıyor.

Kahire doğumlu, 30 yaşında Türkiye’ye gelmiş ama CHP’ye göre “bozkırın tezenesi” olan İhsanoğlu, ziyaret ettiği Edirnekapı Şehitliği’ndeki dizelerin hangi şiire ait olduğunu tanıyamamış! 

***

Kendimi tutmasam…

Paranoyaya kapılıp bütün bunların millete yönelik bir illüzyon taktiği olduğunu düşüneceğim.

Öyle ya, hatırlayın… 

Kılıçdaroğlu ilk ortaya sürüldüğünde…

Başta Doğan medyası kamuoyunu “Gandi Kemal” diye saçma sapan bir iddiayla oyalamış, böylece Baykal’ın gönderiliş biçimi ve nedenleri unutturulmuştu.

Sonra Kılıçdaroğlu’nun çarklarıyla tanıştık.

Sabah bir şey söylüyordu, akşam bambaşka bir şey.

Samimi CHP’liler üstünü örtmeye çalışıyor, medyanın bir bölümü şaşkınlıkla, bir bölümü dalga geçerek karşılıyordu.

Kaç yıl böyle geçti. Kılıçdaroğlu’nun geçen yazdan beri yaşadığımız günler için “özel görevle” CHP’nin başına getirildiği gerçeğiyle yüzleşmemiz gecikti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız