Davutoğlu paralellere neden sert çıkıyor?

Olaylar
Star gazetesinden İbrahim Kiras, Ardan Zentürk, Aziz Üstel; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Markar Eseyan, Yasin Aktay; Sabah’tan Hasan Bülent Kahraman, Mehmet Barlas, Haşmet Babaoğlu...
EMOJİLE

Star gazetesinden İbrahim Kiras, Ardan Zentürk, Aziz Üstel; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Markar Eseyan, Yasin Aktay; Sabah’tan Hasan Bülent Kahraman, Mehmet Barlas, Haşmet Babaoğlu; Akşam’dan Ufuk Ulutaş; Türkiye gazetesinden Yıldıray Oğur; Türkiye gazetesinden Yıldıray Oğur bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

İbrahim Kiras:Boko Haram

Afrika kıtası, bilimadamlarına göre insan türünün ilk ortaya çıktığı coğrafya. İslami rivayetlere ilişkin yeni ortaya çıkan bazı yorumlarda da cennetten kovulan Hz. Âdem’in “yeryüzüne indiği yer”in Afrika olduğu varsayılıyor. Yani bu demektir ki aslında hepimiz Afrikalıyız!

Özellikle Martin Bernal isimli bir İngiliz “Sinolog”un kaleme aldığı Kara Atena başlıklı eserin 1987’de yayınlanmasının ardından batı medeniyetinin Afrikalı kökleri konusu popüler bir mesele olarak tartışılmaya devam ediyor.

Medeni gelişmenin temeline eski Yunanistan’ı bir nevi milat şeklinde yerleştiren Avrupa merkezli Aryan ırkçısı yaklaşım beşeriyetin sosyal ve kültürel gelişiminin birdenbire başlamadığını, bir devamlılığa sahip olduğunu ve bu arada Yunan kültürünün kaynağının da Mısır ve Afrika olduğunu kabulde hâlâ zorlanıyor.

Nitekim sömürge ve kölecilik çağında Afrikalı zencilerin insan sayılmayacağına ilişkin Kilise fetvası yayımlandığı düşünülürse “kara” Afrika’nın beyaz Avrupalı açısından “medeniyetin beşiği” olarak kabullenilmesi zor gerçekten.

Afrika’nın bugünkü sorunlarının temelinde de büyük ölçüde Avrupa kültürüyle karşılaşması sonrasında başına gelenler var. Gerçi Afrika’nın Avrasya güçleri karşısında uğradığı mağduriyetlerin tarihi çok daha eskilere kadar gidiyor ama özellikle son birkaç asırdır kara kıta kara bahtlı bir coğrafyaya dönüşmüş durumda.

Kısmen kendi jeokültürel özellikleri yüzünden, kısmen de Avrupa kıtasındaki gelişmelere bağlı olarak Afrika dünya üzerindeki iktisadi ve sosyal gelişmelerin dışında kaldı. Bunun sonucunda da iktisadi kalkınma yöntemi olarak emperyalizmi keşfetmiş bulunan batılı güçler tarafından kaynakları sömürülen, hatta insanları zorla köleleştirilip gemilerle yenidünya denilen Amerika kıtasına taşınarak merhametsiz kapitalizmin ucuz işgücüne dönüştürülen kara bahtlı bir kıta olarak geçti yakın tarihin sayfalarına.

Ne var ki batı emperyalizminin bu coğrafyaya verdiği hasar geçmişte kalmış değil. Geçmişin etkileri de devam ediyor, bugünün yeni mekanizmaları içinde eski düzenin işleyişi de devam ediyor. Afrika yoksullukla boğuşuyor, yolsuzlukla boğuşuyor, kabile kavgalarıyla, din ve mezhep çatışmalarıyla boğuşuyor… Çünkü bu coğrafyada yaşanmakta olan post-kolonyal dönemde hâlâ sağlıklı bir iktisadi ve siyasi düzen kurulamadı.

Nijerya’daki Boko Haram isimli sevimsiz örgütün bugünlerde bütün dünyayı ayağa kaldıran eylemlerini ve duruşunu Afrika’nın maruz kaldığı sömürü sürecinden bağımsız anlayamayız. Diğer yandan Nijerya’da yaşananları sadece bir boyutuyla değerlendirme konusu yapmak, yani buradaki Müslüman ahaliye yönelik baskıcı uygulamaları gözden kaçırarak meseleye bakmak yanlış olur. Batılı güçlerin bu ülkeye yönelik ilgilerinin sadece insani sebeplere istinat ettiğini düşünmek de saflık olur kuşkusuz…

Ama ne olursa olsun hiçbir gerekçe “Boko Haram zihniyeti”ni meşrulaştırma yönünde kaale alınamaz! Zira bu zihniyet ne siyasi gerekçelerle, ne İslami gerekçelerle, ne de insani gerekçelerle savunulamayacak kadar hastalıklı ve tehlikeli bir zihniyet.

Dolayısıyla batı kamuoyunda bu örgüte yönelik olarak oluşan tepkileri “islamofobik bakışın yansımaları” diye görmek hatalı olur. Bilakis bu örgütün ve benzeri yapıların ortaya koydukları anlayışın islamofobiyi beslediğini düşünmek gerekir. Dolayısıyla Boko Haram zihniyetine ve benzerlerine öncelikle Müslümanların tepki göstermeleri, bunların İslam’ı temsil etmediğini ve edemeyeceğini bütün dünyaya en yüksek sesle haykırmaları lazım.

Boko Haram zihniyeti sadece Nijerya’nın sorunu değil. Bu zihniyet bugün Mali’de de, Mısır’da da, Suriye’de de işbaşında. Yakın coğrafyamızdaki Kafkaslar ve hatta Balkanlar bu zihniyetin yol açtığı tehditlerle karşı karşıya. Bu zihniyetin fikirlerini beğenmedikleri insanları kaçırıp domuz bağıyla bağlayarak işkenceyle öldüren versiyonuna kendi ülkemizde de şahit olduk.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ardan Zentürk: “Süper güç” olmanın mirası…

Sovyetler Birliği’nin son lideri Gorbaçov henüz 10 aydır Kremlin’de oturuyordu, 1986 yılının ocak ayında, dönemin Maliye Bakanı Alptemoçin ile Moskova’ya gittik. Heyette, Çetin Altan var, ‘60’lı yılların sonlarında yazdığı sol makaleler ve TİP’in milletvekillerinden biri olması nedeniyle, Moskova’ya dönük gözlemlerine önem veriyorum. Karşımızda, yıkılmakta olan bir imparatorluğun zor nefes alan başkenti duruyor… Görüşlerimi paylaşıyorum, hak veriyor fakat hiç unutmadığım şu sözlerle tamamlıyor: “Unutma, bir devletin tarihinin bir noktasında süper güçlük varsa, o devlet yıkılsa da yerine gelende o gelenek devam eder ve bir gün mutlaka kendini gösterir…”

Bu sözler, özellikle, kendi ülkemin reflekslerini iyi anlamam açısından önemli oldu.

Ülkeme, döneceğim ama, önce Almanya ve Rusya…

Putin neyi sergiliyor?..

Batı medyasında dikkati çeken bir makale yazmak için kolay formül var bugünlerde: Putin’in Ukrayna politikasından söz ederken araya Hitler’i sıkıştırmak…

Rusya’nın muhalif blog yazarları Soçi Kış Olimpiyatı’nı Hitler’in 1936 Berlin Olimpiyatı’na çoktan benzettiler. Putin’in Kırım’ı ilhak edip, Ukrayna’nın doğusundaki Rus nüfuslu dört bölgeye ve Moldova’nın Transdinyester bölgesine göz diktiğini sergilemesi, üstelik, “Nerede Rus yaşıyorsa, onların güvenliğinden ben sorumluyum” demesi Hitler’in 2.Dünya Savaşı öncesinde Çekoslovakya’ya ait Alman nüfusun yaşadığı Sudeteland ve devamında Avusturya’yı ilhak etmesine benzemiyor mu?

Benim derdim tarihin kulislerinde dolaşmak. Neden, Putin, Kırım’da 19’ncu yüzyıl refleksi sergileyip, bir de bunu, 9 Mayıs’taki Zafer Günü’nde Rus ordusunu Kızıl Meydana doldurarak 20.nci yüzyıl gösterisiyle taçlandırdı?

Aslında, Hitler’i iktidara taşıyan ana düşünce, Alman halkının 1919 tarihli Versay Anlaşması ile kendisini aşağılanmış hissetmesiydi. Putin’in son açıklamalarından anladığımız Rus halkının 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılırken benzer ruh hali içine düştüğüdür. “1991’de zorunlu sineye çekmek zorunda kaldığımız yıkımları bugün tamir etmek durumundayız” cümlesi bunu gösteriyor.

Almanya’nın bugün Hitler’in tanklarıyla girdiği her ülkenin ekonomisinde söz sahibi olan bir Avrupa gücüne dönüşmesi, Rusya’nın 20 yıllık bir aradan sonra “nerede kalmıştık” demesi bir tesadüf olabilir mi?..

Gazi’nin önemi…

Türkler’in de, Alman veya Ruslar kadar ağır yıkımlar yaşadıkları bir gerçek. 1912-1919 arasındaki çileli yedi yıldan söz ediyorum. Balkanlar’ın kaybı, Birinci Dünya Savaşı,  imparatorluğun yok olması ve  işgal… Alman ve Ruslar’ın başına iki de bir bela olan o “aşağılanmışlık” duygusundan Türkleri kurtaran Gazi Mustafa Kemal kuşkusuz… 1919-1922 arasındaki Kurtuluş Savaşı’nın sağladığı yüksek ulusal moral olmasa, son yüzyılımız, sürekli, “nerede kalmıştık” sorusunu yanıtlamanın telaşı ve “intikamcı” arayışlarla heba olacaktı.

Erdoğan ve Davutoğlu…

Davutoğlu’nun Suriyeli Türkmenler’ e yaptığı konuşmada, o, bir dönemin süper gücünden miras genetik kodları hissetmek mümkün: Biz üzerimize düşeni yapmaya devam edeceğiz. Hiç merak buyurmayın, değil siyasi hayatım, biyolojik hayatımız da söz konusu olsa yani ömrümüz, hayatımızı riske etmek gerekse de Suriye halkını ve Suriye Türkmenlerini yalnız bırakmayacağız. Ankara’da Suriye rejimini savunanlar, Türkiye’nin yardımını engellemeye çalışanlar da bilsinler ki adları tarihe Suriye rejiminin zalimleri ile yan yana yazılacak.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Aziz Üstel: Haddini bilmeyene haddini bildirmek

Halk arasında bir söz vardır: Haddini bilmeyene hadini bildirmek fakire don ve gömlek giydirmekten evladır!”

Bizim ülkemizde AYM Başkanı, Baro Başkanı, gazete sahibi, asker, polis, din  adamı siyaset yapmayı kendi işlerini yapmaktan daha çok severler nedense. Bunun o kadar çok örneği var ki saymakla bitmez. Baro Başkanı Feyzioğlu bunlardan sadece biri! Mustafa Kemal’in ölümünden sonra İsmet İnönü’yü ziyarete gidip “biz aramızda toplandık ve Reisicumhur makamına sizin gelmenizi uygun gördük”, diyen generaller, siyasete yön vermek isteyen atanmışların ilk örnekleri…

Demokrasiye geçtikten sonra atanmışlar hepten gemi azıya almışlar, rahmetli Adnan Menderes’in idamıyla noktalanan süreçte önce sokağa çıkmış ardından da kurucu meclisin sıralarını doldurmuş, Yassıada’da sanık sandalyelerine oturtulanlara hakaretler yağdırmış, abuk suçlamalarda bulunmuş sonunda da kalem kırmışlardır.

Türkiye’nin sokaklarında bir dönem vuruşanları da kendi siyasal görüşleri doğrultusunda öven ya da yerenler de bunlardır. “Ben bilmem kaç kitap yazdım, onlarca makale yayınladım..ben ordu komutanlığı yaptım…” diyerek bir çalım ortalıkta gezinenler halkın içinden çıkmış, milletin oylarıyla seçilmişleri hep küçümsemişlerdir. “Bunlar bu ülkeyi batırıyorlar, ama biz iktidar olsak…” türünden konuşmaları çok duymuşumdur. Gazetelerinin baş köşesinden Başbakan eleştirip sonra da korkarak binlerce özür dileyenleri nasıl görmüşsek! Mustafa Kemal’in meclise girmek isteyen önce üniformasını çıkaracak sözünü önceki gün Tayyip Bey baro başkanı için açık seçik bir biçimde söyledi, “çıkar cübbeni, git milletin huzuruna, oy iste, seçil sonra gel siyaset yap!”

AYM ya da Danıştay törenlerinde Cumhurbaşkanı, Başbakan karşısına geçip parmak sallayıp aklınızca ders vermeye kalkarsanız Başbakan da size haddinizi bildirir!  Feyzioğlu anayasa profesörüdür. Güçler ayırmını en iyi bilmesi gereken kişilerden biridir. Darbenin bir ürünü de olsa bu anayasanın neresinde baro başkanlarının, Cumhurbaşkanı ve Başbakanlara ülke yönetimi konusunda buyruklar yağdırabileceği yazıyor? Hangi anayasa bir baro başkanına yürütmeyi uluorta, bir Danıştay töreninde eleştirme hakkı veriyor, yakın bir gelecekte yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde nasıl davranılması gerektiği konusunda ahkam kesmesini onaylıyor?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: Freedom House ve 17 Aralık ortaklığı

Türkiye’ye yönelik son saldırı Freedom House üzerinden yapıldı. Bir ‘düşünce kuruluşu’ olarak pazarlanan, aslında Amerikan istihbaratının yan kuruluşlarından biri olan, derin Amerika’nın beşinci kol faaliyetlerini yürüten kuruluşlardan biri olan örgütün raporu, hazırlanış aşamasından rapor sonrası açıklamalara kadar tamamen Türkiye karşıtlığı üzerine kurgulanmış.

Türkiye’yi basın özgürlüğü sıralamasında 134. sıraya yerleştiren, ‘Türkiye’de açılım değil alçalma görüyoruz’ diyebilen bir yapının raporu üzerinden neden Türkiye’ye ayar vermeye çalıştılar.

Rapor; 2003’ten beri darbe senaryolarının içinde olan, Gezi organizasyonunda yer alan, 17 Aralık darbe girişimini bir fırsat bulup onlarla ittifaka giren çevrelerle söz konusu örgütün organize işinden başka bir şey değil.

FREEDOM HOUSE CIA KURULUŞUDUR

Öncelikle bu yapının ne amaçla kurulduğuna, bugüne kadar ne tür faaliyetler yaptığına, dünyanın başka bölgelerinde hangi eylem ve işlerle meşgul olduğuna kimse bakma gereği duymadı. Bu gerçek ortadayken, kimse, bu örgütü ve raporunu Türkiye’de pazarlayanların nasıl bir istihbarat operasyonun aparatları olduğunu sorgulamadı.

Demokratik değerler üzerinden ülkelere istikrarsızlık ve rejim değişikliği projeleri ihraç eden, rejim değişikliği yapamayacakları ülkelerde iç politik istikrarsızlık ve yeniden dizayn çalışmaları yürüten, bir çok ülkeye yönelik işgal ve iç savaş projelerinin öncü gücü olarak çalışan kuruluşlardan biridir Freedom House.

1990’dan bu yana yaşadığımız bölgeye yönelik her askeri/ güvenlik projesinin her aşamasında var. İslami yükselişin dizginlenmesine yönelik küresel ve bölgesel projelerin hepsinde görev üstlenmiş. Terörle mücadele adı altında Müslüman ülkelere yöneltilen ve yıllardır devam eden kanlı operasyonlara ortam hazırlayan yapılardan biri.

Doğu Avrupa’yı çözdüler, ABD çıkarlarına uygun hale getirdiler, lime lime ettiler. Benzer bir senaryoyu yıllardır Ortadoğu’da uyguluyorlar. ABD’nin jeopolitik çıkarlarına paralel biçimde her ülke ile gündemleri var, o ülkelerde ortak çalıştıkları vakıflar ve bireyler var.

Kısaca Freedom House bir CIA kuruluşudur. Bugün Türkiye’de bu örgüte rapor hazırlayanlar da, bu örgütle paralel biçimde organizasyonlara girişenler de bu yönden sorgulanmalı. Çünkü raporları doğrudan istihbarat odaklıdır, ABD istihbaratının hesaplarıyla paraleldir.

Böyle olunca da, Türkiye raporunu bir başka gözle okuma zorunluluğu ortaya çıkar. Yıllardır benzer örgütler ve raporlar üzerinden Türkiye’ye ayar verildi. Aynı yöntemi devam ettiriyorlar. İçeriden bazıları da hala bu ayar vermelerle Türkiye’nin pozisyonunu değiştireceklerini sanıyorlar. Bu yüzden de canla başla onlara sarılmışlar.

‘ÖRGÜT LİDERİ RECEP TAYYİP ERDOĞAN’

Bunun son örneği 17 Aralık darbe girişimidir. Ukrayna’yı batıran bu kuruluşlardır. Gezi olayları başarısız olunca hep birlikte 17 Aralık cephesinde saf tuttular. 17 Aralık’çılar da onları ortak bildi. Kısaca bir karanlık ortaklık oluştu. Yani 17 Aralık da devam ediyor, ortaklık da.

Türkiye’nin Başbakanı için hazırladıkları dosyaya ‘Örgüt lideri Recep Tayyip Erdoğan’ yazdıran da işte bu kirli ortaklıktır. Bu ifadeyi yazabilenler ile Freedom House raporunu hazırlayanlar aynı iradenin yönetimindedir. Aynı örgütlü yapının parçalarıdır, 17 Aralık darbe girişiminin figüranlarıdır.

ABD’nin hegemonya harekatını ‘Dördüncü Dünya Savaşı’ olarak niteleyen CIA eski Direktörü James Woosley’nin de başkanlığını yaptığı propaganda ve operasyon merkezi Freedom House, 2005 yılında dünyanın özgürlük haritasını çiziyor, renkli devrimler yaşanacak bölgelerin listesini yayınlıyordu. Aynen de öyle oldu ve bur çok ülke bu rapor doğrultusunda istikrarsızlıklara sürüklendi.

Yine 29 Mart 2005’te Financial Times gazetesinin yayınladığı ve ABD’nin istikrarsız olarak gördüğü askeri müdahale edebileceği 25 ülkelik liste hazırladığına ilişkin haberi ile Freedom House Kadife Devrimler listesi arasında tam bir paralellik vardı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvi: Darbecilerin akıl hocalığını yaptılar

Kendisine bir baş arayan darbenin liderini getirmek üzere İzmir’e giden uçak Cemal Gürsel’i getirdi. İstanbul’a giden ise evlerinden topladığı Anayasa profesörlerini Ankara’ya getirdi.

Evlerinden toplanan Anayasa profesörleri çoktan bavullarını hazırlamış bekliyorlardı.

Gerisini 27 Mayıs’ın kudretli generallerinden Cemal Madanoğlu anlatıyor?

‘Profesörleri Genelkurmay’da bir salona oturtmuşlar. Böyle sinema seyredecek gibi yan yana dizilmişler. Karşılarında bir masa var. Ben masaya geldim. Dedim ‘Sayın hocalar, profesörler biz bir iştir yaptık. Siz dedim profesörler heyeti, Yargıtay, Danıştay, Askeri Şura hepinizi millet meclisine toplayalım. Kurucu Meclissiniz diyelim. İçeriye sokalım. Müddet yarın 12’ye kadar. Saat 12’ye kadar hükümetinizi ilan edin Kurucu Meclis olarak ben askeri çekeyim.’

Darbeciler, anlı şanlı Anayasa profesörlerine, ‘Saat 12’ye kadar hükümetinizi kurun ben askeri kışlasına çekiyorum’ demişti.

Sessizliği Sıddık Sami Onar bozdu.

‘Efendim. Biz kendi aramızda görüştük. Düşündük, taşındık. Bu iş sizin dediğiniz gibi değil’ dedi.

Darbenin dumanı tüterken Anayasa profesörleri ne olacağını düşünmüştü.

Madanoğlu, ‘Nasıl’ diye sordu.

Anayasa profesörleri darbecilere akıl verdi:

‘Siz Teşri selahiyetlerle mücehhez bir ihtilal komitesi kuracaksınız. Devlet reisi de sizden, hükümet reisi de sizden’

Madanoğlu bunu hiç düşünmemişti.

Hocalar, kışlamıza çekileceğiz diyen darbecilere, ‘Durun kışlanıza çekilmeyin. Hükümet kurun, devlet başkanı olun, ülkeyi yönetin’ diyorlardı.

Anayasa profesörleri, kışlasına çekilmeye hazırlanan askere, ‘Durun gitmeyin’ demişti. Asker durdu.

Başka bir şey daha söylediler.

İleride yargılanmamaları için darbecilere, 27 Mayıs’ın bir darbe olmadığını, meşruiyetini kaybetmiş bir iktidara karşı yapılmış bir devrim olduğunu savunan bir fetva verdiler.

Sonra askerlere dönüp, ‘Bu Demokratları yargılayın ki, sizin meşruiyetiniz sorun olmasın. Yarın siz yargılanmayın’ diye akıl verdiler.

O akılla askerler Yassıada Mahkemelerini kurdular.

Ama bir sorun vardı.

Cemal Gürsel, Bayar, Menderes ve önde gelen Demokrat isimler dışındakileri salıvermişti.

‘Sıddık Sami Onar, ‘Bu Demokrat mebusların hepsi idam kaçağı. Eh bunları Gürsel paşa salıvermiş. Nasıl olur’ dedi.

Böylece ihtilalin ilk günü toplanıp daha sonra evlerine gönderilen DP milletvekilleri geri toplandı.

Hocaların telkinleri ile kurulan Yassıada Mahkemesi kuruldu.

‘Sizi buraya tıkan kudret bunu istiyor’ diyen Salim Başol’un yönettiği Yassıada Mahkemesi’nden Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamı çıktı.

Darbenin ilk günü Anayasa profesörlerini toplayıp, ülkeyi siz yönetin ben askeri kışlasına çekiyorum diyen darbeciler, hocaların verdiği akılla kalmış ve Menderes’i asmışlardı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Markar Eseyan: Erdoğan’ın kontrol edilemezliği…

Önce Anayasa Mahkemesi, sonra Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde yaşananlar, öncesinde 17-25 Aralık, daha öncesinde dershaneler meselesi, Gezi krizi ve 2013 yılı boyunca da merkezinde Çözüm Süreci bulunan tüm o ‘olağanüstülükler’…

Bana 2007 cumhurbaşkanlığı sürecinde yaşadıklarımızı hatırlatıyor.

Çözüm Süreci’nin kamuoyuna duyurulmasının üzerinden bir hafta geçmeden Paris’te ‘Öcalan’a yakın’ üç PKK’lı kadının infaz edilmesi, Reyhanlı, Cilvegözü’ndeki saldırılar, Çözüm Süreci’ni MİT’le yürüten Adalet Bakanlığı binası ve Başbakan’ın çalışma katı hedeflenerek yapılan DHKP-C’nin RPG saldırıları, 2006-2007’deki Rahip Santoro, Danıştay, Hrant Dink ve Malatya katliamlarını akla getiriyor.

Herhalde, benzer iki dönemde de tüm bu şüpheli olayların birer rastlantı olduğunu kimse iddia edemez.

Ancak, her ne kadar 2006-2007 ile 2012-2014 süreçleri birbirine benziyor gibi görünse de, aralarında temel bir fark var. İlk dönem, artık öyle görünüyor ki, gücü kamuoyuna abartılarak gösterilen vesayete karşı ‘çakma’ bir demokrasi mücadelesi iken, bu sefer egemenlik üzerinden hakiki bir ‘kapışma’ yaşanıyor.

Peki arada ne değişti, ne oldu da, ilk dönemde dışarıda ve içeride yüksek destek alan Erdoğan, 2012-2014 döneminde vahşi bir sürek avının hedefi oldu?

Kimse kusura bakmasın; Gezi krizinden beri izliyorum da, AK Parti’nin -istisnalar hariç- ciddi bir kesimi bile, bunun üzerinde kafa yormuş, yorduysa ‘büyük resmi’ görmüş, gördüyse bile Erdoğan’ın yaptıklarının önemini kavramış değil gibi. Taban çok daha bilinçli bu konuda. Erdoğan’a bağlılığı ‘lider kültü’ ile açıklayan ‘soylularımız’ maalesef bu bilinci görmekten uzaklar.

Türkiye’de asıl egemenlik savaşı Çözüm Süreci ile başladı. Çünkü bu ülkede kimsenin PKK sorununu çözmesine izin verilmez. Bu ülkede kimsenin Çin’den teknolojisi ile birlikte füze almasına, kendi silah teknolojisini üretmesine, her alanda ‘millileşmeye’, dünyanın hegemonlarının kurduğu real politik dışına çıkmasına izin verilmez.

Üzgünüm, Türkiye’nin hiç sömürge olmadığı doğru değildir. Türkiye aslında Batı’nın mandasını kabul etmiş, içte ve dışta vesayetle yönetilmiş bir ülkedir. Bu ülkede darbeler ‘laiklik’ endişesi ile değil, mandanın tehlikeye girdiği zamanlarda yapılmış, vesayet ‘update’ edilmiştir. Parlamenter rejimimiz halkı oyalama amaçlı bir senaryodur. Demokrasi değildir.

Türkiye Çözüm Süreci, özgün ekonomi yönetimi ile içte ve dışta egemenliğine sahip çıktığı anda Erdoğan’ın bileti kesilmiştir. ‘Erdoğan’ın kontrol edilemezliği’nden kasıt budur. Türkiye ne zaman ki manda olduğunu anlamış, buna karşı siyaset üretmiştir, işte o zaman müdahale süreci başlamış, olağanüstülükler baş göstermiştir. Bunun merkezinde Çözüm Süreci, mesela şimdi de 1915 ile ilgili taziye vardır. Sizin Kürt ve Ermeni meselesini çözmenizi isterler, hatta üzerinizde baskı da kurarlar, çünkü bu mandayı tahkim eder. Ama çözmeye kalktığınızda da buna engel olurlar. Çünkü bu heyulalardan kurtulmak demek, mandanın sona ermesi demektir.

İşte, evvelki gün Danıştay örneğinde olduğu gibi, Erdoğan buna karşı çıkmıştır.

Erdoğan bir günde ‘diktatör’ oluverdi. Bunun bir anlamı var. Erdoğan her zaman aynı üsluba sahipti. Kopma ne zaman yaşandı bilemiyorum. Muhtemelen Erdoğan’ın liderliğine göz yumulmuş, zamanı gelince ya devşirileceği, ya da bir komplo ile ondan kolaylıkla kurtulunabileceği hesaplanmış olmalı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yasin Aktay: Kim korkarmış eleştiriden, muhalefetten?

Tutuklu gazeteciler meselesi, neresinden bakılırsa şuyuu vukuundan beter bir hadise haline gelmiş durumda. Çok kısa ve kolay bir araştırma ile yanlışlanabilecek iddialar kolaylıkla kesin bilgi muamelesi görerek tedavüle sokulabiliyor. Bunda, batılı çevrelerde oryantalist bir yaklaşımın Türkiye ve AK Parti hakkındaki bu işporta düzeyindeki bilgilere nasıl şehvetli alıcılar haline getirdiğini söylemiştik. Kuşkusuz bu şehveti hisseden yerli oryantalistlerin onu daha da azdıracak ve o şehvete hitap edecek servisi tam bir fırsatçı anlayışla vermeleri çok daha belirleyici. Neticede ortaya neresinden tutup düzelteceğimizi bilemediğimiz bir şayia çıkıyor.

Bu şayiaların üretmeye veya beslemeye çalıştıkları asıl iddia AK Parti’nin ve başbakanın diktatörlere özgü bir eleştiriden korkma hastalığına yakalanmış olduğudur. Öyle ki, iktidar eleştiriden korktuğu için, eleştiren her gazeteciyi hemen tutuklatır, değilse işten attırır, çok eleştiri var diye twitter ve youtube gibi sosyal merya araçlarını kapatır.

Son yazımızda basit bir yoklama ile Freedom House’ın da son raporunda mal bulmuş şehvetli gibi üzerine atıldığı tutuklu gazeteciler listesinin aslını ortaya koyduk. Listesi verilen isimlerin 15’inin çoktan tahliye edilmiş olduğu bir yana geriye kalanlardan hiç birinin tutukluluk gerekçesi yazdığı bir yazı veya bir fikir değil. Esasen onları tutuklamış, yargılamış veya hüküm giydirmiş olan AK Parti değil, o yere göğe bugünlerde sığdıramadıkları yargıdan başkası da değil. O bile olsa, isnad listesi olarak cinayetten tecavüze, hırsızlıktan gaspa, zbombalama ve silahlı eylemlerin her türlüsünün olduğu kabarık bir suç listesi var. Bu suç listesinde bir tek gazetecilik veya fikir yok, buna rağmen bu listeyi yapanlar nasıl beceriyorlarsa bütün bu suçları irtikab edenlerden bir ‘tutuklu gazeteciler’ listesi oluşturabiliyorlar.

Diğer yandan, AK Parti’nin 13 yıllık tarihine bakıldğında kendisine en son yapışacak suçlamanın ‘eleştiriden korkmak’ olduğunu söylemek durumundayız.

Bir defa eleştiri yapıcı ise AK Parti bunlardan en verimli şekilde faydalanmasını bilmiştir.

Diğer türlü, yıkıcı niyetli eleştirilerin bile AK Partinin bugüne kadarki başarısında son derece işlevsel bir rol oynamış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha açıkçası AK Parti kurulduğu günden bu yana hiç bir zaman ana akım medyanın desteğini görmüş değil, dolayısıyla başarısını hiç bir zaman bir medya desteğine borçlu olmamıştır. Aksine, baştan beri ana akım medya muhalefetini her türlüsünden sergilemekten geri durmamıştır.

Esasen bu medya ve eleştirilerin gözünden bakıldığında Türkiye ve AK Parti gerçeği hep yanlış okunmuştur. Geriye dönük son on seçimin her birinin arefesinde bu medyanın tahmin ve hesaplarına bir göz atın isterseniz. Bu kadar çok vakada bu kadar sıkça çuvallamış bir medyanın hala ana akım olabilmesi alrı bir muamma dabi, kuşkusuz bunun da kendine özgü ekonomi-politik dinamikleri var. Sadece twittera bakılsaydı son seçimlerde AK Partinin muhtemelen yüzde otuzların altına düştüğü yönünde çıkarımlar bile yapılabildi.

Bir bakıma, AK Parti’nin bu medyaya bir borcu varsa onların bu akıl almaz saldırıları ve eleştirilerinin yaptığı bir katkının hakkını teslim ediyoruz. Türkiye ve halk gerçeğinden o kadar uzaklar ki, bunların saldırıları, halkı Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’ye daha fazla yaklaştırıyor.

Binaenaleyh, hiç bir ilkesel neden olmasa bile (ki, elbette ki var), salt bu açıdan bile AK Parti’nin eleştirileri kendi iktidarının devamının güvencesi gibi görmesi mümkün.

Akıl var izan var. Erdoğan, muhalefeti susturmayı neden düşünsün? Onlar saldırdıkça hem kendisi hem de partisi daha fazla kazanıyor. Bu artık çok açık bir gerçek haline gelmiş durumda. Türkiye gerçekli�%