“Çözümün yolu ortak değerlerden geçiyor”

Olaylar
Engin Dinç’in röportajı MAZLUMDER İstanbul Şubesi, 11. Olağan Genel Kurulu’nu geçtiğimiz Mart ayı sonunda gerçekleştirdi. Bu son Genel Kurul bir anlamda uluslararası bir zirveye dönüştü. A...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

MAZLUMDER İstanbul Şubesi, 11. Olağan Genel Kurulu’nu geçtiğimiz Mart ayı sonunda gerçekleştirdi. Bu son Genel Kurul bir anlamda uluslararası bir zirveye dönüştü. Arap Baharı’nın gerçekleştiği birçok İslam ülkesinin temsilcileri burada yaşanan süreci anlatma fırsatı buldu. Aynı zamanda İslam dünyasının büyük bir yarası olarak oluk oluk kan akan Suriye’de Beşşar Esed diktatöryasının ne tür zulümler yaptığı da bu toplantıda dile geldi. Bununla birlikte bugüne kadar insan hak ve özgürlükleri bağlamında çok önemli hizmetler veren MAZLUMDER İstanbul Şubesi’nin yeni yönetimi de belli oldu. M. Cüneyt Sarıyaşar, ikinci kez İstanbul Şube Başkanlığına seçilirken, ikinci bir liste daha verildi. Adem Çevik tarafından verilen liste seçimde bir başarı elde edemezken, bazı eleştiriler de gündeme geldi. Biz de MAZLUMDER İstanbul Şubesi’nin bu 11. Olağan Genel Kurulu’nda neler yaşandığını, nasıl bir gündem oluştuğunu, Türkiye’nin gündemindeki çözüm sürecini ve gündemdeki diğer konuları Cüneyt Sarıyaşar’la konuştuk.

Geçtiğimiz Mart ayının sonunda 11. Olağan Genel Kurulu’nuzu gerçekleştirdiniz. Genel Kurul nasıl geçti? Neler yaşandı ve konuşuldu?
Öncelikle On5yirmi5.com’a, MAZLUMDER kongresine ve derneğimizin geçmişten bu yana gelen çalışmalarına özel dikkati ve ilgisinden dolayı teşekkür ediyorum. MAZLUMDER İstanbul Şubesi, derneğimizin kurucu iradesinin tecelli ettiği şehirde görev yapan bir şubemizdir. Bu noktadan bakılırsa İstanbul şubemiz zaten MAZLUMDER kadar eski bir şubemizdir. 22 yılını doldurdu. 11. Olağan genel kurulumuz 31 Mart Pazar günü gerçekleşti. 11. Olağan Genel Kurulumuzun birkaç yönden tarihe not düşülecek bir kongre olduğunu, biz zaten kongre öncesinde de belirtmiştik. Bunun önemli göstergelerinden biri yurtdışından pek çok misafirimiz olmasıydı. Misafirlerimiz Tunus’tan Bangladeş’e kadar genişi bir coğrafyadan hem insan hakları alanında çalışan, hem de mevcut diktatöryal yönetimlere karşı mücadele veren kanaat önderleri ve liderlerden oluşuyordu. Bu MAZLUMDER’in uluslararası plandaki kabulü, itibarı ile çaba ve gayretlerinin karşılık bulmasının önemli bir sonucudur. MAZLUMDER kurulduğundan beri zaten uluslararası duyarlılığını her zaman üst düzey tutmuş bir kurumdur. Hatırlarsınız; kurulur kurulmaz Irak savaşı, Bosna savaşı, Afganistan, Çeçenistan ve dünyanın pek çok yöresindeki savaşlara, hak ihlallerine, toplu zulümlere sürekli olarak duyarlılık göstermiştir. Bunlarla ilgili pek çok çalışmaya imza atmış bir kurumuz. Bu noktandan baktığımızda 22 yıl sonra 11. Olağan Genel Kurulumuzda da, uluslararası kabul görmüş olmamızın itibarını yaşamış olduk.

Misafirlerimizden ikisinin ön plan çıktığını düşünüyorum. Bunlardan biri Bangladeş’ten gelen misafirlerimiz diğeride Suriye’den gelenler. Bangladeş’te dünyanın farkına varmadığı büyük bir zulüm yaşanıyor. Hemen yanı başındaki Arakan’da olduğu gibi. Biz 2 senedir Arakan’daki zulmü de dünya kamuoyuna taşıyan öncü bir kuruluşuz. Bu noktada uluslararası bir konferans gerçekleştirdik. Orada bir insanlık suçu işleniyor. Bu noktada bu zulümden kaçan insanların aslında belki barınak gibi bulmaları gereken hemen yanı başlarındaki ülke kaçınılmaz olarak Bangladeş. Fakat Bangladeş’te de bu insanlar umduklarını bulamıyorlar çünkü Bangladeş, kendi 28 Şubat sürecini yaşıyor. Dolayısıyla yanı başındaki Müslüman halkın sorunlarıyla ilgilenebilecek durumda değil. Bu noktada siyasi bir iradesi de yok. Belki Arakan’daki saldırgan Budist çeteler ile Myanmar Hükümeti’nin Arakanlı Müslümanlara yönelik olan zalimane tutumunun yaslandığı en önemli konjektürel neden de Bangladeş’in tutumudur.

Bangladeş’te son 2 yıldır, Müslüman kimliğe ve bunun öncüsü olan parti ve cemaatlere çok büyük bir baskı söz konusu. Cemaat-i İslami’nin pek çok önde gelen liderinin idam edilmesiyle ilgili bir süreç yaşanıyor. Bu siyasi infazlara karşı duyarlılık geliştirmeye çalışıyoruz. Süreç sadece oradaki yönetici kadronun idam edilmesiyle alakalı değil, adeta bu insanların sosyal hayattan topyekûn silinmesiyle ilgili bir operasyon söz konusu. Bu noktada Bangladeş’teki zulümleri, orada yaşananları video görüntüleri ile beraber anlatan misafirimiz ise Cemaat-i İslami’nin 91 yaşında yargılanan ve idamı istenen lideri Gulam Azam’ın oğlu Salam Al Azam’dı. Hakikaten çok önemli hususlara dikkat çekti. Babasının sağlık koşullarının çok kötü olduğunu söyledi ama aynı zamanda topyekûn halkın üzerine karabulut gibi çöken o baskıyı anlattı. Bunun yanı sıra Tunus, Libya, Yemen ve Mısır’dan gelen misafirlerimiz kendi ülkelerindeki son gelişmeleri ve halkın iradesinin yönetimlere yansımasının önünde ne gibi problemler olduğunu anlattı. Bu ülkelerin hemen hepsinin geçmişteki diktatörlere karşı başarı kazanması yakın zamanda yaşanılan bir gerçek, ama aynı zamanda deyim yerindeyse 7 düvele karşı varlık savaşına da yeni başlamış durumdalar. Dolaysıyla hem yerleşik devletin mekanizmalarını değiştirmek, hem de uluslararası emperyal güçlerin oradaki çıkarları ile mücadele etmek oldukça zor.

Bu ülkelerin içinde en dikkat çekeni Suriye. Suriye’den iki katılımcı vardı. Özellikle “Tayyar-ı Vatan’is Suri” lideri İmaduddin Raşid’in söyledikleri çok kayda değer, önemli hususlardı. Suriye’deki direnişin nasıl başladığını, tarihsel perspektifiyle birlikte çok net ifadelerle anlattı. Burada öne çıkan en önemli husus aslında Suriye’deki direnişin birkaç gencin ifadelerinden ateşlense de bundan ibaret bir hareket olmadığı yani tesadüf eseri olmadığıdır. Esasında bizde MAZLUMDER olarak bunlara şahit olan bir kurumuz. 15 Mart Suriye’deki hareketlerin başladığı zaman kabul ediliyor. Bundan yaklaşık 1,5 ay evvel, 2011 Ocak ayında Suriye’den bizim misafirlerimiz vardı; Dr. İmamuddin Raşit ve arkadaşları, onlar Suriye’de devrimin başlayacağını bize söylemişlerdi. İstişarelerde bulunmuştuk, o süreçte bize gelmelerin en önemli nedeni o tarihten yaklaşık 1 yıl önce Şubat 2010 de yayınlamış olduğumuz Suriye İnsan Hakları raporumuzdu. Biz bu raporun uluslararası planda yaygın bir şekilde dağıtımını gerçekleştirmiştik. Bu noktada Suriyeli muhaliflerin devrime başlamadan önce pek çok yerde yaptıkları istişarelerin en önemlisi aslında Türkiye’de, belki de MAZLUMDER ile yaptıkları istişareydi. Bu istişarelerle beraber onlar ülkelerine dönüp, bir zalime karşı nasıl direneceklerini tasarladılar. Onun gerektirdiği adımları attılar. Yaklaşık 7-8 ay tamamen barışçıl gösterilerle Suriye direnişini çok güçlü bir şekilde yükselttiler ki bu süreç içerisinde 6-7 bin şehit verildi.  Tabii ondan sonra maalesef direnişin silahlı bir sürece evrilmesi, bir noktada hem rejimin zorlaması hem de bir takım askeri unsurların direnişin tarafına geçmesiyle Halkın özellikle şebbihaların zulmünden korunması amaçlı olarak kaçınılmaz bir hale geldi. Böylece Suriye’de kanlı ama bir o kadar da manipülatif bir döneme girildi. Dolayısıyla Dr. İmaduddin Raşit’in konuşması, Suriye devriminin nasıl başladığıyla ilgili kafalardaki karışıklığı net şekilde gideren bir konuşmaydı. Bunun yanı sıra Suriye’deki hareketin İslami kimliğine de çok net vurgu yapan, tarihsel perspektifi ile bunun alt yapısını çok net ifade eden, tarihi bir konuşmaydı. Bu konuşma henüz kelebek etkisini Türkiye’de oluşturmadı. Aslında Suriye direnişinin bu yönü, Türkiye’de dönüp bakılmayan, konuşulmayan bir yöndür. Biz kongremizde bu noktaya özellikle dikkat çekilmesini çok önemli buluyoruz.

Gulam Azam’ın oğlu Salam Al Azam’ın MAZLUMDER’in Bengladeş için uluslararası bir sempozyum düzenlenmesi yönünde bir talebi vardı. Böyle bir sempozyum düzenlemeyi düşünüyor musunuz?  
Biz bu konuyla ilgili çalışmalarımıza başladık. Sempozyumun zamanı ve bir yandan da katılacak kişiler üzerine çalışmalarımız söz konusu. Çünkü kişilere ulaşmadan zamanı belirlemek zor oluyor. Dolayısıyla dış ilişkiler koordinatörlüğümüz bu konuda çalışmasını yapıyor. Biz iki sene önce Bangladeş’le ilgili bir rapor hazırlamıştık. O raporda bu süreçler epeyce işleniyor. Zannediyorum son süreçleri öne çıkardığımız, çözüm nasıl olabilir sorusuna cevap arayabileceğimiz bir çalışma için de böyle bir gayretimiz olacak.

Kongrenin Suriye bağlamındaki ikinci önemli yönü şudur; bu dönem seçimler iki liste ile gerçekleşti. İkinci listeyi oluşturan Adem Çevik kardeşimiz de bizim üyemizdir. Kendisinin bir iddiası vardı; o da Suriye konusunda MAZLUMDER’in sessiz kaldığıdır. Her ne kadar biz kongre öncesindeki beyanatlarımızla, bu konuda MAZLUMDER’in duruşunu, birikimini, yaptıklarını bir şekilde ifade ettiysek de, kongremizde bir kez daha çok açık ve net olarak MAZLUMDER duruşu ifade edildi. Hem benim konuşmamda, hem de Sayın Genel Başkanımızın konuşmasında MAZLUMDER olarak duruşumuzu açık ve net şekilde belirttik.

Adem Çevik Bey’in eleştirilerinde Suriye konusunda daha çok İran’ın eleştirilmemesi gibi noktaya temas vardı.
MAZLUMDER bütün röportaj ve beyanatlarında ve ilgili basın açıklamalarında net bir şekilde zulme rızanın da, zulme desteğin de zulüm olduğunu açıkça ifade etmiş bir kurumdur. Biz Suriye’de Esad ile işbirliği içerisinde olan,  lojistik, askeri, ekonomik destek veren bütün unsurlara, bu bağlamda bölgede bulunan gerek Lübnan’daki Hizbullah’ın gerekse İran’ın unsurlarının bu konudaki pozisyonuna defalarca işaret ettik. Bunları basın açıklamalarında  “iktidar aymazlığı” ikazı ile ifadelendirdik. Bunların yanlış olduğunu, bu politikaları tasvip etmediğimizi açık ve net şekilde söyledik. Burada bizim farklı olduğumuz tek bir nokta vardır ki o da bölge halkları arasında düşmanlık üreten dile karşı hassasiyetimiz. Biz yeryüzünde küresel egemenlerin oluşturmuş olduğu çatışma ortamlarının insan hakları ihlallerinin temelini oluşturduğunu söylüyoruz. Buradan hareketle küresel istikbarın, yani emperyal güçlerin, yani BM Güvenlik Konseyi’nde bulunan; Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in oluşturduğu “Küresel 5’li çetenin” yeryüzünde gerçekleştirdiği sömürü odaklı bu yayılmacılığına ve bütün bu ihlallere dikkat çekiyor, bu ihlalleri yapanların yerel bazdaki işbirlikçilerini bunların temsilcileri olarak kabul ediyoruz. Ama yerelde Halkların mezhebi ve etnik farklılıklarından gelen çıkarları, iktidarların ihtilafları, farklı politikaları sebebiyle birbirlerine düşmanlaşmamaları gerektiğinin de açıkça altını çiziyoruz. Çünkü bu küresel emperyalizmin son birkaç yüzyıldır sürekli oyunudur ki, yerel bazda pek çok çatışma üretmiştir ve halen de üretmektedir. Ürettikleri bu çatışma ortamı ile çok geniş bir coğrafyayı ve toplumları Küresel kaynakları sömürüyorlar. Bunun çok net uygulamasını Afganistan ve Irak’ta gördük. Somali’de görüyoruz, Mali’de yenisi başlıyor. Afrika, Güney Amerika ve Asya da birçok coğrafyada aynı senaryoyu görüyoruz. Suriye’de biz buna dikkat çektik. Suriye Jeopolitik olarak en kırılgan yerde. Evet bu konjöktürde gelişen İran’ın politikalarını, siyasetini yanlış buluyoruz. Bunu da açıkça ifade ediyoruz ama buradan İran düşmanlığı üretilmesini de doğru bulmuyoruz.  Çünkü küresel emperyalistler aslında karşılıklı bir alışveriş içerisindeler, menfaatlerini kollayan politikalar güdüyorlar.  Bugün Suriye dediğimiz zaman, Suriye’deki emperyal güç kimdir?  Esad’ın arkasında ne vardır, ona bakmalıyız. Esad’ın arkasındaki emperyalist güç Rusya ve pek çok konuda onun müttefiki Çin’dir. Rusya ve Çin, Esad’ın arkasından çekilirse bölgesel güçlerin Esed’in arkasındaki varlığının çok büyük anlamı olmaz. Bu noktada İran’ın son yıllarda kendince ‘direniş hattını koruma’ iddiasını içeren ifadesiyle örttüğü ama aslında kendini soktuğu güç dengesi stratejisinde, Rusya ve Çin konusunda bir zaaf içinde olduğunu biliyoruz. Nükleer politikaları nedeniyle özellikle Rusya ve Çin’in emperyal idealleri, İran’ı bir makasın içine almış vaziyettedir. Batı’nın da ABD önderliğinde İran’ın karşısında olduğunu düşündüğümüz zaman, İran’ın buradaki pozisyonun haklı olmamakla beraber anlaşılabilir olduğunu ve dünya denkleminde bir yere oturduğunu gözlemlemekteyiz. Bunu doğru bulmuyoruz. Bunu bir mazeret olarak da kabul etmiyoruz.  Nasıl ki Genel Başkanımız, Kongremizde açık ve net şekilde, “Filistin ile ilgili İsrail saldırganlığı karşısında durmanın bedeli Suriye’de halkına zulmetmek değildir” dedi, aynı tavrımız İran içinde söz konusu. İran’a defalarca, pek çok düzeyde bu uyarımızı yaptık. Diyoruz ki, “Direniş hattı diye ifade ettiğiniz İran, Suriye, Libya hattında yerel diktatörlerle yaptığınız o ittifaklar; ne İslami, ne insanidir. O ittifakları halklar ile yaparsanız işte gerçekten direniş hattı o zaman oluşmuş olur.” Bu noktada İran’ı, ciddi bir ‘iktidar aymazlığı’, uluslararası bir çelişki/çıkar düzeni içerisinde bulduğumuzu açık ve net şekilde söylüyoruz. Ama bu tavrımızdan bir mezhep çatışması dili ve İran’a karşı düşman bir dil oluşturmuyoruz. Bunun altını kalın bir şekilde çiziyoruz. Bu noktada biz kamuoyunda var olan farklı duruşları değerlendirmek yerine salt kendi duruşumuzu dillendirmeyi daha doğru bir pozisyon olarak görüyoruz. Sırf kendi durduğumuz yeri işaretliyoruz. Herkes MAZLUMDER’in bulunduğu yeri değerlendirme imkanına sahiptir. Suriye konusunda bu kongrede açık ve net şekilde belli oldu ki, aslında MAZLUMDER çok net şekilde ifade etmiştir, her zulme karşı mazlumun yanında taraftır ve tabiidir ki Suriye’de halkın yanındadır. Zulmün bataklığını oluşturan Emperyalist oyunların da açık işaretçisi olarak karşısındadır. Biz bu noktada ülkemiz için önemli, negatif adımlar olarak tanımladığımız Malatya Kürecik’teki radar üssü ile  Güneydoğu’daki patriotlara karşı pozisyonumuzu net şekilde dile getirdik. NATO’nun veya herhangi bir emperyal batılı gücün Suriye’ye müdahalesine taraftar değiliz. Bunu baştan beri söylemekteyiz. Kaldı ki bu pozisyonumuz sadece MAZLUMDER’e ait bir pozisyon değildir. Bu pozisyon açık ve net şekilde Suriye’de Zalim Esad’a karşı içeride direnen insanların, Halkının onur ve izzeti için canını feda eden gençlerin de pozisyonudur. O gençler açık ve net şekilde “Bize sadece Allah yeter” nidalarıyla Esed’in ve şebbihalarının karşısında direnişlerine devam ediyorlar. Yeryüzündeki emperyal güçlerin, batısıyla, doğusuyla, kuzeyiyle, güneyiyle gölge etmemeleri bu izzetli halk için yeter.

Türkiye, barış ya da çözüm süreciyle, 30 yıldır süren bir nevi “kardeş kavgası”ndan yeni bir döneme geçmek üzere. Sizin bu sürece bakış açınız nedir?
30 yıldır Türkiye’de olan şey “kardeş kavgası” değildi. Türkiye’de var olan şey diktatöryal bir cumhuriyetin, 100 yıllık bağlamda halkının bütününe yapmış olduğu zulme, geniş bir kitleye sahip olan Kürt insanlarının, kendi kimliklerinin de örselenmesi karşısında son 30 yılda silahlı muhalefet ile çok güçlü bir direnç göstermesiyle alakalıdır. Bu noktada ağırlığı Kürtlerden olmak üzere yaklaşık 50 bin kadar insanımız yaşamını yitirmiştir. Bu sürecin ülkede artık kardeş kavgasını da körükleyen bir pozisyona doğru evrildiği bir süreci yaşamaktayken, özellikle son 10 yılda Halkın Türkiye’de iktidarda gittikçe daha fazla söz sahibi olma çabasının sonuçlarından olarak AK Parti iktidarını çözüme yönelik zorlamalarıyla sonuç vermekte olduğunu gözlemlediğimiz bir süreçtir. Ne kadar sonuç verdiğini bu sürecin sonunda göreceğiz. Ama önemli bir iradenin ortay çıktığına hep beraber şahit oluyoruz. Biliyorsunuz 22 yıldır Kürt sorununda çok aktif vaziyette, kamuoyu önünde çalışan bir kurumdur MAZLUMDER. Bu noktada bu sürecin özellikle son 5 yıllık dilimini ele alırsak Adapazarı’ndaki düğün merasiminin basılmasından, Ayvalık’taki esnafa yönelik saldırıdan, Osmaniye’deki saldırı ve benzeri pek çok provokasyonlara rağmen halkın duyarlılığını muhafaza etmesini önemsedik ama daima kardeş kavgasının fitilini ateşleyecek bir gerilimi muhafaza etme tehlikesini de sürekli işaret ettik. Dolayısıyla toplumdaki benzeri duyarlılıklar, barışın ne kadar elzem olduğu bilincini yaygınlaştırdı. Bu konuda iktidarın pek çok aymazlıklarına rağmen olumlu adımlar da attığını görüyoruz. Kimi zaman tökezleyip, kimi zaman fincancı dükkanındaki fil gibi her şeyi kırıp dökse de, -Uludere’de olduğu gibi-, sonuçta açılım ile başladığı süreci adım adım yürütme konusundaki iradesi önemli bir sürecin başına getirdi bizi. Kardeş kavgasının önüne geçecek bir süreç Türkiye’de başladı. Sayın Başbakan’ın da son zamanlarda konuşmalarında dillendirdiği gibi “Biz ihtilaflarımızın ne olduğunu hep beraber biliyoruz, bizi çatışmaya sürükleyen zulmü ve zalimleri de çok iyi tanıyoruz.” Ama çözümün yolu bin yıllık birlikteliğimizden ve derin ortaklığımız olan değerlerimizden geçiyor. Hep beraber ne kadar hızlı idrak eder ve bunun üzerinde birliktelik sağlarsak o kadar hızlı barışı sağlamış olacağız. Sayın Başbakanın konuşmalarında bunu işareti bizim barıştaki umutlarımızı artırıyor. 30 yıllık silahlı muhalefetin önderliğini üstlenen örgüt liderinin de bu yaklaşımı içeren son beyanı, kamuoyunda çok hızlı çarpan etkisini oluşturdu. Aslında bu bin yıllık birikimimiz bu problemde tedavi edici zenginliğimiz, enerjimiz olduğunu, kaynağımız olduğunu göstermiş oluyor. Toplumumuzun da kahir ekseriyetinin zaten kabullendiği, bildiği, sürekli işaret ettiği bir husustu. Bu bizim gerçeğimizdir esasında. Gerçeğimize, hakikatimize kavuşmak suretiyle bu sorunlarımızı aşabiliriz. Bu noktada toplumsal iradenin, siyasal iradenin baskın şekilde ortaya çıktığını gözlemlememiz önemli. Atılan adımlar olumlu adımlar da olacaktır, kimi zaman hatalı da. Kimi zaman bilakis karanlık odaklar tarafından tezgahlanmış provakatif adımlarda söz konusu olacaktır. Toplumda bugün baskın bir şekilde ortaya çıkan sorun çözücü iradenin bütün bunlara karşı sağduyulu sağlam bir direnç gösterdiğini gözlemliyoruz. Umarım bu direnç devam eder.

Bu süreçte Uludere raporu yayınlandı.  Bu raporu tatmin edici buldunuz mu?
Uludere hadisesinin iki yönü var. Bu hadisenin bir siyasi yönü var. Uludere hadisesinin siyasi yönde çözümü, bugün yaşanan sürecin olumlu sonuçlanmasıdır. Çünkü orada 34 canımız kayboldu. Zulmen öldürüldü. Eğer zulmen öldürülenlere, manen şehit ibaresini kullanacaksak 34 can orada şehit oldu. Bu insanların ailelerinin de dillendirdiği gibi, bu toplumun esas yarası sürekli kan kaybının önlenmesidir. Barış bu sürecin siyasi karşılığıdır. Bu hadise, ‘Uludere/Roboski kırılması’  toplumsal bilinci insani yönde uyandırmış,  “Unutursak Kalbimiz Kurur” ifadesinde buluşan insanlık vicdanı, toplumsal karşılığı çok geniş bir çarpan etkisini doğurmuştur. Bu gelişmeler ve vicdanların direnci gerek örgütü, gerek devleti ve de hükümeti barış sürecinde olumlu bir noktaya getirmiştir. Bunun yanı sıra kaçınılmaz olan adalet talebinin yerine getirilmesidir. Buradaki sorumluların adalet önüne çıkması, adil bir şekilde yargılanmaları ve hak ettikleri cezaları almasıyla karşılık bulmasıdır. Türkiye’de erkler ayrılığı prensibi geçerlidir. Yargının, siyasetin kendi adına atmış olduğu adımları görerek yargının da kendi adına adalet için adımlar atması, süreci hızla adil bir yargılamaya döndürmesi gereklidir. Yargının bu konuda ki aymazlığını, salt hükümetin siyasal direnci ile izah etmek yargının Türkiye’deki bağımsızlığını sorgulatacak bir yöndür ki, biz yargının bu denli hükümet bağımlısı olduğunu düşünmüyoruz. Yargı esasında biran evvel Uludere’yle ilgili soruşturmasını bir yargılama sürecine geçirmelidir.

Uludere ilgili Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nun yapmış olduğu incelemeye baktığımızda siyasi süreçlerle çok ciddi ilintili bir atmosferin olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu noktada belki siyaset Uludere ile ilgili kendine düşen sorumluluk payı açısından, atmış olduğu barışçıl siyasi adımları Uludere’yle bağdaştırarak, yeterli görme gibi bir pozisyon alabilir. Böyle bir pozisyonun Uludere komisyonuna yansıdığını gözlemlemekteyiz. Bunu da doğru bulmamaktayız. Katledilen insanların haklarıyla ilgili adalet, yargının kesinlikle siyasi hiçbir odaktan etkilenmeden adil bir şekilde yargılama yapmasıyla karşılanır. Suç işleyenlerin veya parantez içinde “hata yapanların” ortaya koydukları kusurlu veya yanlış fiillerinden dolayı hesap vermemeleri ülkenin hukuk ülkesi olmasıyla ilgili büyük bir sorun akla getirir. Hukuk ile ilgili sapmaların toplumsal barışa olumlu bir etkisi olmaz. Eğer siz toplumsal barışı hukuku ihlal ederek gerçekleştireceğinizi düşünüyorsanız, işte geleceğin altına dinamit koymak budur. Biz diyoruz ki, Uludere’de olanlar, Uludere sorumluları adil bir yargılama ile ortaya çıkmalı, onlar da hak ettikleri cezayı almalılar.

Uludere İnsan Hakları Komisyonu’nun Uludere raporu iki noktada önemli tespitlerde bulunmakta, daha doğrusu belirsizliğe işaret etmektedir. Bunlardan bir tanesi emri veren birimin, diğeriyse sınır dışından gelen kişilerin kimliklerinin belirsizliği. Bu ifadeler kamuoyu vicdanını tatmin etmeyecektir. Çünkü sınır dışı bir operasyonun belirsizlikle yapılması, Türkiye’nin topyekûn devlet ciddiyetiyle sorgulanacak bir şeydir. İkincisiyse bütün bu merakın içiresinde sorumluların bulunamamış olması, toplumda devlet ciddiyetini de sorgulatır. Aslında kral çıplak, herkes kendi sorununu burada çok net bir şekilde beyan etmeli, siyasi ve idari sorumluluklarını hukukun gerektirdiği tüm süreçlerde yerine getirmelidir. Bu noktada kan sahipleri yani öldürülen insanların yakınları, toplumla uzlaşmak üzere bir takım haklarını feda edeceklerse, bunlar ancak açık beyanı ile toplum önünde şeffaf bir şekilde gerçekleştirilmeli. Uludere önümüzde oluşacak barış sürecinin belki de en önemli barış halkalarından bir tanesi olarak tarihe geçmelidir. Bu noktada çok olumlu, tarihe geçecek adımlar atmak da mümkündür. Bu insani, İslami ve ahlaki adımların bütün sorumlular tarafından atılmasına yönelik çağrımız sürekli geçerlidir.

“Akil adamlar” konusunda da fikirlerinizi almak isterim.
Tabi bir toplumsal barıştan bahsediyoruz.  Bu toplum içinde devletin yüzyıllık yanlışlarının getirdiği çok büyük travmalar söz konusu. Yine bahsettiğimiz gibi toplumsal ayrışma çok ciddi bir hal kazanmaya başladı. Bütün bu yaşananların barışla tedavi sürecine doğru evrilmesi, çalışmalarda çok dikkatli olmayı zorunlu kılmaktadır. Toplumda, Kürt siyasi hareketini; ayrılıkçı, terörist bir formatta görüp, bundan dolayı düşman konumuna koyan sosyolojik kesimi de dikkate almalıyız. Kürt siyasal hareketiyle yakın duran pek çok sosyolojik kesimi de dikkate almalıyız. Kürt siyasetinin içeresinden veya Kürt sosyolojisinden ki bu toprakların kadim halkı olarak yüzyıldır bu ülkede hükmeden iradenin unsurlarını binlerce yıllık yurtlarında adeta bir müstevli pozisyonunda duran insanlar olarak görmelerini de dikkate almalıyız.

Toplumda pek çok uç noktada sosyolojinin var olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla toplumsal barışın topyekûn gerçekleşebilmesi için bütün bu unsurların barışa ikna edilebilmesi önemlidir. Bu süreç sadece hükümetin ve devlet erkinin örgütle anlaşması, silahlı unsurlarının nasıl pozisyon alacakları, silahsızlandırılacakları ve ondan sonraki adım olarak bu unsurların Türkiye’deki sosyal hayata katılıp; sosyal, siyasal haklarını vatandaş eşitliği içerisinde kullanacaklarını çözmekten ibaret değildir. Olaya buradan bakarsanız, toplumun bundan dolayı yaralanan ve yaşananlar karşısında konuşlanan geniş sosyolojisini ve yaygın toplumsal travmayı dikkate almamış olursunuz. Onun için bu noktada yapılacak çalışmaları önemli ve hassas görüyoruz.

Bu noktada akil insanlarla yapılan çalışmalar, bir süreden beri toplumda alt yapısı hazırlanan bir çalışmadır.  Bu noktada siyasi partilerin ve STK’ların kendi alanlarında oluşturdukları pek çok iyileştirici ve katkı sağlayıcı çalışma değerlidir. 

Hükümetin ortaya koymuş olduğu akil insanlarla ilgili çalışmasının, aslında gözlemlediğimiz kadarıyla gerek Kürt siyasi hareketi BDP’nin gerekse örgüt lideri ve unsurlarının yapmış olduğu açıklamalar ile çok örtüşmediği gibi bir algı var. Çünkü Kürt siyasi hareketi ve örgütün tanımladığı akil insanlar, bu silahlı unsurların çekilmesi sürecinde, devlet ve hükümet ile gerek örgüt lideri gerek gerekse silahlı birlikler arasında bir mekanizma oluşturmaya yönelik tanımlandı.  Aslında Sayın Başbakan çok net bir şekilde bu mekanizmayı, istihbarat güçleri ve hükümetin iradesiyle yürüttüğünü zaten beyan etti.

Akil insanlar esasında, kendi tanımında da olduğu gibi sürece yönelik algıyı yönetmekle alakalı olan bir mekanizmadır. Akil insanların nasıl belirlendiği bilgisine sahip değiliz. İlk adımda akil insanların isimlerinin ve görevlerinin ortaya çıkmasına baktığımızda, memuriyet vasfı oluşturan bir çerçevede ortaya konduğunu görüyoruz. İkinci adım ki bu olumlu bir adımdır, Sayın Başbakan’ın akil insanlarla yaptığı toplantı ve bize yansıyanlardır. Buradan anladığımız kolaylaştırıcı olmak ile tanımlanan ve memuriyet şeklinde yapılan görevlendirmeler grupların iradesiyle aslında kendi içinde değişebilir. Tarz ve yöntem olarak da akil insanlar iradelerini kullanarak kendi formatlarını oluşturabilir. Tabii bu akil insanlara baktığımızda oluşan tabloya yöneltilen eleştirileri önemli görüyoruz. Kısmen de olsa hükümete yakın, diyalog içerisinde olan yazar, çizerler, sanatçı, bilim adamlarından oluşuyor eleştirisi…  Bu insanların  ciddi ağırlıkta bulunduğunu gözlemliyoruz. Eleştiriyi hak eden bu benzeri bir yönü var. Bu noktanın hem CHP, hem BDP, hem de MHP kanadından da en azından diyalog kurulabilir kişi bazında, akil pozisyonda duranlarla bir birliktelik oluşturulabilirdi diyoruz. Bu yönde ufak bir ipucunu, akil insanlardan bir kaçının konuşmasında gördüm. Aslında toplum da akil insanlar bunlardan ibaret diye bir tanımlama yapamayız. Her grubun kendi bölgesindeki akil insanları belirleyip, bulup onlarla da bu konularda yardımlaşacağının belirtilmesiyle, aslında bu grupların bu konunun lokomotifliğini üstlenecekleri şeklinde bir algı da söz konusu… Yakın zamanda gelişmiş bir hadise, çok sıcak. Belirsizliklerin olumlu yöne evrilmesi suretiyle belirginleşmesi, sürece olumlu bir katkı sağlayabilir. Bu noktada ümit sahibiyiz. Ama biz devleti çok iyi tanıyoruz, devletin daima tam bunun tersi yönde, bu kurumu memurlaştırma reflekslerinin de güçlü olduğunu biliyoruz. Hükümetin bunun girdabına kapılma olasılığını göz ardı etmiyoruz. Bu noktada daima dikkat çekici, uyarıcı olacağız. Bakınız Güneydoğu Anadolu bölgesinde Sayın Genel Başkanımızda bu ekibin içindedir. Akil insanlar ekibinin içerisindeki Siber Erslan önceki dönem yönetimimizdendir. Yine Yılmaz Ensaroğlu da daha önceki genel başkanımızdır. Hatırlayamadığım ama MAZLUMDER tecrübesi, birikimi ve duyarlılıklarına sahip pek çok kardeşimiz de o ekibin içerisindeler. Hem çalışmanın içerisinden hem de dışından bakma imkânına sahip olan bir sivil toplum örgütüyüz. Dolayısıyla dikkat çekmeye, uyarmaya ve süreci takip etmeye devam edeceğiz.

Muhalefetin tavrı, özellikle de CHP ve MHP’nin tavrı bu konuda süreci nasıl etkileyecek?
Şimdi CHP’nin tavrı bu konuda çok önemli. Çünkü toplumsal muhalefetin ana gövdesini CHP oluşturmaktadır. CHP devletteki karşılığı, toplumsal karşılığının çok çok üstünde olan bir partidir. Yani devletin kurucu iradesini gasp eden çetenin siyasi aktörü CHP’dir.1924 anayasasını oluşturan 2. Meclis ve sonrası sürecin Türkiye’ye tasallut olmuş siyasi iradesi CHP’de tecelli etmiştir. CHP bu yönüyle bakıldığı zaman bu toplumsal uzlaşının kötü adamıdır. Yani zalimin ta kendisinin siyasi iradesinin uzantısıdır. En zor olan CHP olacaktır. MHP bu kadar zor değildir. Hem kitlesel karşılığının küçüklüğü, hem de aslında kraldan çok kralcı söylemler üzerinden giden bir kesiti temsil etmesi açısından MHP kolay bir muhalefettir. Her zaman olduğu yerde duracaktır. Aslında MHP’nin bu süreci çatışmacı bir sürece evriltmemesi üzere durduğu nokta yapıcı olarak yeter bir noktadır. Ama CHP, 100 yıldır bu zulmü icra eden devlet iradesinin siyasi uzantısıdır. Dolayısıyla CHP’nin direnci devletin direncidir. Yeni CHP’nin devletin direncinin barışa evrilmesinde oluşturduğu dil, CHP içerisinde bütünleşmiş bir dil de değildir. Bu noktadan bakıldığında CHP’de bugünkü barış iradesine yönelik görece dahi olsa olumlu bir yaklaşımı CHP’nin liderliğinin yürütmeye çalıştığını görüyoruz. CHP liderliğinin bu konuda sürece zarar vermeyecek bir çizgide durması ve kendi iç mücadelesinde esas o devletin derin erkinin unsurlarını provakatif bir pozisyona girmekten alıkoyması yeterli katkısıdır. Ben CHP’nin yeterli katkıyı bu pozisyonla sağlayacağını umuyorum. CHP’nin dilini daha bir barıştan yana iyileştirmesi toplumsal açıdan gereklidir.

YARIN: AVRUPA’DA SİYASİ ERK MÜSLÜMANLARA KARŞI DÜŞMANLIK TOHUMU EKİYOR

on5yirmi5.com