Bizim, ‘bizden bir şey de olur’ diyen aydınlara ihtiyacımız var

Olaylar
Kültür sanat haberleri sitesi Mürekkep Haber, Prof. Dr. Vahit Türk ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Oğuz Çetinoğlu imzası taşıyan söyleşinin tamamı şöyle; Oğuz Çetinoğlu:Genel kabul görmüş kanaate göre...
EMOJİLE

Kültür sanat haberleri sitesi Mürekkep Haber, Prof. Dr. Vahit Türk ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Oğuz Çetinoğlu imzası taşıyan söyleşinin tamamı şöyle;

Oğuz Çetinoğlu:Genel kabul görmüş kanaate göre ‘millet’ hâline gelmiş insan topluluklarının millî değerlerinin zaafa uğramama ve bağımsızlıklarını kaybetmemesi, kültürlerini korumakla mümkün olabilmektedir. Dil, din ile birlikte; millî olan kültürün mühim bir unsurudur.

Dilimiz, 4 büyük tehlike ile karşı karşıyadır: 1-Yabancı dille öğretim, 2-Yabancı kelime istilası, 3-Hatâlı kelime türetilmesi, bir başka ifâde ile Türk dilbilgisi kaidelerine riâyet edilmemesi, 4-İntermet dili.                                        

Sizinle birinci sıradaki tehlike hakkında konuşmak isterim. Sorulara geçmeden önce mevzu ile alakalı umumî bir değerlendirme lütfeder misiniz? 

Prof. Dr. Vahit Türk: Türkler; yaşadıkları tarihî ve coğrafî şartlardan dolayı çok erken devirlerden itibaren pek çok kavimle ya aynı devlet çatısı altında iç içe veya sınırdaş devletlerin tebaası olarak uzun bir tarihi paylaşmışlardır. Bu birlikte yaşanan uzun tarihin sonucunda sınırları bugün bile tam olarak çizilemeyen bir karşılıklı etkileşme söz konusu olmuştur.

Sık sık yer değiştirip başka coğrafyaları yurt tutmayı veya belirli bir coğrafyaya bağlı olmamayı neredeyse alışkanlık durumuna getiren Türk halkları, çoğunlukla göç ettiği topraklardaki yerli halklar içerisinde eriyip yok olma sonucuyla karşılaşmıştır.

Çetinoğlu:Hangi sebeplerle?

Prof. Türk: Çeşitli sebepler sayılabilir. Bizce asıl sebep, halkın inanıp güvendiği ve toplumu etkileme ve yönlendirme gücüne sahip olan aydın kitlenin büyük çoğunluğunun, ya kendilerine aşırı bir güven duyması, yani ‘Bize bir şey olmaz‘ duygusu veya uzun uzun tahlil edilme gereğine inandığımız bir aşağılık duygusuna, yani ‘Bizden bir şey olmaz‘ duygusuna sahip olmalarıdır. ‘Bize bir şey olmaz‘ da, ‘Bizden bir şey olmaz‘ da, tarihte sıkça örneği görüleceği üzere, bizi hemen her zaman aynı sona götürmüştür. Çok az olan bir üçüncü gurup ise; ‘Bize bir şey de olur, bizden bir şey de olur‘ diyen ve gerçek anlamda Türk milletini tahlil edebilmiş bir aydın kitledir. Özellikle sıkıntılı zamanlarda bu üçüncü gurubun devrede olduğu görülür.

Çetinoğlu: Türk aydınlarını bahsettiğiniz düşüncelere yönlendiren etkenler nelerdir?

Prof. Türk: Türk aydınındaki bu iki yönlü duygunun ne zaman hangi tarafa yöneldiği ile ilgili olarak da şu tespiti yapmak belki yol gösterici olabilecektir: Türk; bütün bilinen tarih boyunca devletiyle var olabilen, devletsiz olarak uzun süre yaşama güç ve iradesine sahip olamayan bir millettir.

Çetinoğlu:Bu cümleyi biraz açar mısınız?

Prof. Türk: Bu cümlenin ne anlama geldiğine dair tarihimizden ve Türk coğrafyasının hemen her yerinden pek çok örnek gösterebiliriz. Ancak bu durumun en açık ve bizi çok yakından ilgilendiren örneği Balkanlar’dır. Balkan Savaşları’na yani 100 yıl öncesine kadar, kuzeyden gelen Türkleri saymasak bile, en az 500 yıllık Türk yurdu olan Balkan coğrafyasında devleti ortadan kalkıp da bu kadar süre komşu olarak yaşadığı güçler hâkim duruma geçince Türk ahali, yabancı idaresinde yaşamak istememiş, kendisine ait gördüğü bayrağın altına sığınmış ve yurdunu terk etmiştir. Gerçi yaşama şartlarının bırakılmadığı da ayrı bir gerçektir. Bugün Balkanlar’da Türk nüfus yok hükmündedir ve 100 yıl gibi millet hayatı için çok kısa sayılabilecek bir sürede bu bölgede normal sayılamayacak bir nüfus farklılaşması yaşanmıştır.

Çetinoğlu:Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki durum nedir?

Prof. Türk: Selçuklu ve Osmanlı’nın güçlü olduğu dönemlerde görüldüğü üzere Türk aydını, devletinin gücü oranında kendini güçlü hissetmekte ve kendinden emin bir tavır sergilemektedir. Devletin gücünün aydınların zihnindeki bir karşılığı da millî değerleri koruma ve geliştirme görevinin siyasî otoriteye, yani devlete ait olarak düşünülmesi biçiminde olmuştur. Bu düşünceye sahip olan aydının birey olarak korumacılık duygusuna gerek kalmamakta ve konuyla ilgili bir sorumluluk da duyulmamaktadır.

Çetinoğlu:Bu düşünceyi de ‘zararlı‘ buluyorsunuz…

Prof. Türk: Bu emniyet duygusu, devletin zayıflama ve çöküş dönemlerinde süratli bir biçimde aşağılık duygusuna evrilebilmektedir. Çünkü devletin sahiplenmesi ve üstesinden gelmesi gereken bir problemle yüz yüzedir ve kendisinin birey olarak yapabileceği çok şey olmadığını düşünmekte, uğraşmaya gerek görmemekte, çoğu zaman mevcut durumu kabullenip şartlara teslim olmakta ve sonunda maddî vatanı olan toprağını veya manevî vatanı olan dilini değersiz görüp terk etmektedir. Bu teslim olma hali bir müddet sonra alışkanlık haline gelmekte ve kendi başına ‘var olmak’ iyice zorlaşmakta, birilerine dayanma veya bağlanma gereği duyulmaktadır. Bağlanma, daha uygun bir tabirle tabi olma, doğal olarak güçlü olana veya şartlara göre güçlü görülene yönelmekte, yani bir nevi güce tapınma durumu oluşmaktadır. İzlenebilen Türk tarihinde kendi gücüyle, hiç kimseye dayanma gereği duymadan varlık iddiasında bulunan ve ortaya koyduklarıyla çağları aşıp bugüne ulaşan, bütün Türkler için kutup yıldızı niteliğinde ve milletin varlığını devam ettirmesinde büyük işlevleri olan büyük aydınlar olduğu gibi, şartlara göre davranmayı alışkanlık haline getirmiş pek çok insan örneği göstermek de mümkündür.

Türk aydınlarının veya daha genel bir ifadeyle Türklerin yabancı dillerle ilişkisini de bu anlatılanlar çerçevesinde değerlendirmenin uygun olacağı düşüncesindeyim.

Çetinoğlu:Bu ilişki incelendiğinde karşımıza çıkan manzara nedir?

Prof. Türk: Çok kaba hatlarıyla karşımıza çıkan manzara şöyledir: Birinci Köktürk çağından kalan tek yazıtımız Soğdakçadır. Türklüğün yüz aklarından biri diyebileceğimiz İkinci Köktürk çağına ait yazıtlardaki Bilge Kağan’ın ağzından yazılan şu cümleler, konumuzla ilgili fikir vermeleri bakımından önemlidir: ‘Türk begler Türk atın ıtı. Tabgaçkı begler Tabgaç atın tutupan Tabgaç kaganka körmiş‘ (Türk beyleri Türkçe olan adlarını bıraktılar. Çin’deki Türk beyleri Çin adları alarak Çin kağanına bağlandılar).

Uygurlar çağında karşılaştığımız alfabe bolluğu ise meselenin bir başka boyutunu karşımıza getirir. Bu da aydın tavrını tespit bakımından önemlidir. Bilindiği üzere Uygurlar çağındaki alfabe değişikliklerinin temel sebebi; din değişiklikleridir. Din değişikliğinin alfabe değişikliğini de beraber getirmesi, Türk aydınının inanma biçimini ve inandığına tam teslim olma halini gösterir.

Yusuf Has Hacip’in Türkçe ile ilgili tutumunu eserinin özellikle başlangıç bölümü açıkça gösterir. Yazar, bu bölümde hemen bütünüyle Türkçe kelimelerle İslam diniyle ilgili bir metin kurmuş ve tabiri caizse adeta bir kurucu gibi davranarak ‘din dili’nin temelini atmaya çalışmış, ancak izinden gidilmediği için Kutadgu Bilig, pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda da tek örnek olarak karşımızda durmaktadır.

Çetinoğlu:Kutadgu Bilig’in diğer Türk topluluklarına yansıması nasıl oldu?

Prof. Türk: 11. yüzyıl Türk tarihi açısından özellik arz eden bir zamandır. Doğuda Karahanlı, güneye doğru Gazneli, batıda ise Selçuklu olmak üzere üç büyük Türk devleti aynı asırda yaşamaktadır. Bu coğrafyalarda kültür tarihimiz açısından şu tespitleri yapabiliriz: Kutadgu Bilig bütün Türklerin sahiplendiği ve övündüğü bir eserdir ve Karahanlı coğrafyasında yazılmıştır. Gazneli sarayında sultanın teşvikiyle Farsların ve Farsçanın övünç kaynağı Şehname yazılmıştır, Selçuklu coğrafyasında ise medreselerde eğitim Arapça yapılmaktadır. Ancak Farsların övünç kaynağı nasıl ki bir Türk kağanının teşvikiyle Türk başşehrinde yazılmışsa bütün Türklerin övüncü olan Divanü Lügati’t-Türk de Bağdat’ta, Abbasilerin başkentinde yazılmıştır. Ancak bu eserin yazılması ile ilgili olarak herhangi bir kişinin teşvik veya yardımına dair bilgimiz yoktur. Eser, Kaşgarlı’nın kendi şuuruyla vücut bulmuştur. Coğrafyada böyle bir karışık durum söz konusu olmamakla birlikte Araplar ve Farslar uzun yüzyıllar Türk korumasında yaşadıkları halde bu milletlere mensup aydınlar çok nadir Türkçe eser yazmışlardır ki bunlar da günlük yarar amacı güden bir kısım gramer kitapları ve sözlüklerdir. Şahsî veya sosyal zevk için yazılmış edebî eserler bildiğimiz kadarıyla söz konusu değildir. Ancak hâkim millet olmalarına rağmen Türk aydınları bu dillerle binlerce eser yazmışlardır. Bu durum da Türk aydınının konuyla ilgili düşünce tarzını göstermek bakımından önemlidir.

Çetinoğlu: Bu durumdan rahatsız olan aydınlar da çıkmış…

Prof. Türk: Arapça ve Farsça ile Türk aydınının ilişkisi, aynı din ve medeniyet dairesine dâhil olmaktan kaynaklanmış, ancak aydınların bu dillere aşırı düşkünlükleri kötü sonuçlar doğurmuş, Nevâyî ve benzeri bazı aydınlar bu durumdan rahatsızlıklarını dile getirip aydınları uyarma gereği duymuşlardır.

Çetinoğlu:Anadolu’da Türkçenin ön plana çıkarıldığını görüyoruz…

Prof. Türk: Anadolu’da oluşan ve Oğuz Türkçesine dayalı yazı dili, esas olarak Türkçeden başka dil bilmeyen Anadolu beylerinin teşvik ve destekleri sonucunda gelişmiş ve 13. yüzyıldan bugüne kesintisiz devam eden bir yazı dili olmuştur.

Çetinoğlu:Yabancı dille öğretim meselesine gelebilir miyiz?  Yabancı dille öğretim yapan okullar ilk defa ne zaman açıldı?

Prof. Türk: Osmanlı’nın çöküş döneminde devlet eliyle kurulan birkaç yükseköğretim kurumunda Arapça ve Farsçanın dışında yabancı dillerle (özellikle Fransızca ile) öğretim yapılmaya başlanmış ve bu durum; kutsalın yani Kur’an-ı Kerim’in dilinin hayatın bir alanından uzaklaştırılması, yeni yönelinen medeniyet dairesinin temsilcisi kabul edilen bir dile, eğitimimdeki hakim dil olan Arapça karşısında imtiyaz tanınması anlamına gelmektedir. Bu durumu, kabullenmek çok acı ve zor olsa da, mağlup olmuş bir medeniyetin mensuplarının galip medeniyete yönelmeleri olarak değerlendirmek de mümkündür.

Osmanlının son döneminde asıl büyük tehlike, yabancı dillerle eğitim ve öğretim yapan yabancıların kurduğu okullardan kaynaklanmıştır.

Çetinoğlu:Nasıl bir tehlike?

Prof. Türk: Müslüman olmayan azınlıkların yoğun ilgi gösterdiği bu okullar yalnızca öğretim yapmamış, tam anlamıyla eğitim de yapmışlar ve azınlıklardaki millî bilinci geliştirip birtakım hedeflere, daha doğrusu bağımsızlık hedefine yönlendirmişler ve bu okullar Osmanlı’nın parçalanıp dağılmasında büyük rol oynamışlardır. Lozan’daki tartışma konularından birini teşkil eden bu okulların birkaçı hariç, büyük çoğunluğu, devletin yeni yöneticileri tarafından kapatılmıştır.

Cumhuriyet’in temel dayanaklarından birini oluşturan Türkleşmenin ana kaynağı dil olarak görülmüş ve kurucu kadro; bir yandan Türkçenin eğitim ve öğretim dili olarak tam hâkim olmasını sağlamaya çalışırken, diğer yandan da Osmanlının son dönemlerinde başlayan ve epeyce mesafe alınan yazı dilinin sadeleştirilmesi için tedbirler almışlar ve bunu da büyük oranda başarmışlardır.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşmasının ülkedeki bazı azınlık okullarıyla ilgili şu bölümü dikkat çekicidir:

‘… Nitekim bundan üç hafta önce, İstanbul Vilâyeti makamları, Müttefik eğitim kurumlarına (okullarına) gönderdikleri bir genelgede, Türk dili, Türk tarihi ve Türkiye coğrafyası okutmak üzere, üç Türk öğretmen kullanmalarını buyurmuşlardır. Bu buyuru, özellikle can sıkıcı bir niteliktedir; -çünkü bu kurumlar; öğrencilerine Türk dilini öğretmekten bir an geri kalmamışlardır- bu da kaldı ki, doğaldır; fakat onları, kamu makamlarınca atanmış öğretmenler kullanmaya zorlamakla; bu öğretmenlere verilecek ücreti saptamakla; bu kurumlar öğretimlerini Türkçe yapmak mecburiyetinde bırakmakla, okulların işleyişine çok ciddi engeller çıkartılmış olduğu da gerçektir.’

İngiliz temsilci M. Ryan’ın bu konuşmasına İsmet Paşa; ‘Yabancı kurumların varlığını kabul etmekle, Türkiye’nin Müttefik Devletlere çok büyük bir ödünde (tavizde) bulunulmakta olduğunu belirtti. Türkiye, milletlerarası bir sözleşmeye bu konuda bir hüküm konulmasını karşılığı ne olursa olsun- kabul edemez.’ diye tepki göstermiştir.(*)

Burada tartışılan mesele her ne kadar ülke içerisindeki yabancı okullarıyla ilgiliyse de iki tarafın da konuyla ilgili tutumunu göstermesi bakımından son derece önemlidir.

Çetinoğlu:Başlangıçtaki bu hassasiyettin devam etmediği biliniyor. Sebebi sizce ne olabilir?Prof. Türk: Kuruluş ve yapılanma döneminde Devlet, dil konusunda oldukça hassas davranmış, ancak aydınların ve devlet yöneticilerinin millî heyecanı, zaman içerisinde bütün amaçlara ulaşılmışçasına başka alanlara evirilmeye başlamış ve yeni devletin birtakım iddialarla kurduğu bazı okullardan başlayarak öğretim dili değişikliğine gidilmiştir. Özellikle bu okullardan başlanılması adeta birtakım güçlerin kurucu iradeyle hesaplaşması gibidir.

Öğretim dilinin yabancılaştırılması orta ve yükseköğretim kurumlarında gittikçe yaygınlaştırılmıştır. 1950’li yıllarda orta öğretimde başlayan yabancı dille öğretim, 1960’lı yıllarda yükseköğretime de sıçramıştır.

Çetinoğlu: Nasıl bir zihniyet söz konusu olabilir?

Prof. Türk: Hâkim basın yayın organları ile ülkenin kültür hayatını yönlendirenlerin büyük çoğunluğu sürekli olarak yabancı dille öğretimin kaliteli öğretim olduğu propagandasını yaptı. Milyonlarca öğrenci içerisinden seçilen en zeki öğrencilerin gittiği yabancı dille öğrenim yapan bu okulların başarısının temelinde, yabancı dille öğretim mi, yoksa bu seçkin öğrencilerin zekâsının mı etkili olduğu, ayrıca bu öğrencilerin ana dilleriyle öğrenim görmeleri durumunda daha başarılı olup olamayacakları hiç tartışma konusu yapılmadı.  Hâlbuki bir veya daha fazla yabancı dili çok rahat öğrenebilecek seviyede olan ve de hem ülkenin, hem de kendilerinin ihtiyaçları için öğrenmeleri gereken bu öğrencilere alan derslerini yabancı dille okutmak gibi bir garabet devlet tarafından dayatıldı ve esasen kanunlar ve Anayasa karşısında suç işlendi.

Çetinoğlu:Nasıl bir fayda umulmuş olabilir?

Prof. Türk: Bu uygulamada eğer kasıt yoksa amaç ile araç birbirine karışmıştır. Yabancı dil bilme, insanların dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkan birikimlere, şahıs veya toplum için yararlanmak üzere ulaşma aracıdır. Ancak Türkiye deki eğitimin asıl amacı, yabancı dili öğrenmek haline getirilmiş ve belirtildiği üzere araç, amacın yerine çıkartılmış ve asıl amaç dikkate alınmaz olduktan başka seçkin zeki öğrencilerin zekâları köreltilmiştir.

Çetinoğlu:Bu fâhiş yanlışlık nasıl açıklanabilir?

Prof. Türk: Yüksek Öğretim Kurumu’nun yabancı dil konusundaki tutumunu anlatacak bir tabir, henüz Türkçenin söz dağarcığında yoktur. Aslında yabancı dil denildiğinde çoğulluk söz konusu edilmektedir, ancak Türkiye’de yaşayan hemen herkes, bilhassa aydınlar ve YÖK yabancı dil denildiğinde İngilizceyi anlamakta ve diğer dillere hiç ihtiyaç olmadığı veya olmayacağı gibi bir anlayış yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

Türkiye’nin, gerek devlet olsun gerekse vakıf olsun, yükseköğretim kurumlarının hemen hepsi İngilizce eğitim yapmayı büyük bir amaç olarak önlerine koymuş ve ilk fırsatta da bu amaçlarını gerçekleştirmişler, bunu yapamayanlar ise büyük bir eziklik duygusu içerisinde ikinci sınıflığı kabullenmişler, adeta Allah’ın bunu kendilerine de nasip etmesi için dua eder duruma gelmişlerdir. Yabancı dille daha doğrusu İngilizce ile eğitime karşı çıkanlar ise, başta çağdaşlık ve ilericilik olmak üzere bütün zamane kutsallarının(!) karşıtı olarak görülmekte ve gösterilmektedirler.

Bilindiği üzere bazı vakıf üniversiteleri ideolojik veya muhafazakâr gruplara aittir. Hemen hiçbir konuda bir araya gelemeyen bu grupların buluşma noktasının İngilizce ile eğitim yapmak olması,  dikkat çekici ve üzerinde düşünülmesi gereken bir başka husustur. Bu üniversitelerin reklamlarının en başta gelen unsurunun Türkçe dışında hangi dille eğitim yaptıkları olması ve bunun da rağbet görmesi, konuya toplumun bakışını göstermek bakımından ayrıca dikkate değer bir durumdur.

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim. Meselenin vahâmetini bütün açıklığıyla ortaya koymuş oldunuz. Sonrası sorumlulara ait…

(*)Lozan Barış Konferansı Tutanaklar-Belgeler: Çeviren Seha Meray, İstanbul 2001, Yapı Kredi Yayınları 3. Baskı, C: 6, s: 46, 47.

Prof. Dr. VÂHİT TÜRK:

12.06.1960 tarihinde Sivas ili Gürün ilçesi Sarıca köyünde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1978 yılında Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine girdi. Aynı fakülteden 1983 yılında Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı ‘Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup‘ adlı tezini vererek mezun oldu. 1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı ‘Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık – Transkripsiyon‘ adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı ‘Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin‘ adlı teziyle doktorasını tamamladı. Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi (Bu üniversitede yedi yıl Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun asistanlığını yaptı), Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Gaziantep Üniversitesi, Sakarya üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri de yapmıştır. Prof. Dr. Vahit TÜRK 2012 yılından beri İstanbul Kültür Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaya devam etmektedir. Prof. Dr. Vahit Türk alanıyla ilgili çeşitli dergilerde makaleler yayınlamanın ve pek çok toplantıda bildiriler sunmanın yanında ülke meseleleriyle ilgili konularda güncel yazılar da yazmıştır, ayrıca Bahrü’l-Hakayık, Türklük Bilgisine Giriş (aktarma), Nazmü’l-Cevahir, Eski Anadolu Türkçesi Dersleri (ortak yayın), Türkçe Yazılar, Esrar-ı Hikmet, Hayretü’l-Ebrar (ortak yayın), Vakfiye, Mahbubu’l-Kulub adlı kitapları da hazırlayıp yayınlamıştır. Yazarın Besim Atalay adlı biyografi çalışmasıyla, 1929-33 yılları arasında Kazakistan’da yaşanan ve 3 milyon civarında insanın ölümüne sebep olan açlık felaketini konu alan Kızıl Kıtlık adlı çalışması baskıdadır.