‘Bazıları Ortaçağ kilise ruhunu yaşatıyor’

Olaylar
Engin Dinç’in röportajı Türkiye’de son yıllarda gerçekleştirilen en son ve en kapsamlı gençlik araştırması olan ‘Türkiye Gençlik Raporu: Gençliğin Özellikleri, Sorunları, Kimlikleri ve Beklentil...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

Türkiye’de son yıllarda gerçekleştirilen en son ve en kapsamlı gençlik araştırması olan ‘Türkiye Gençlik Raporu: Gençliğin Özellikleri, Sorunları, Kimlikleri ve Beklentileri’ başlıklı çalışmanın sonuçları açıklandıktan farklı tepkiler geldi. Geniş bir kesimin çok ilginç ve mutlaka değerlendirilmesi gerektiği yönündeki yaklaşımına rağmen kimileri de oldukça haksız ve bilimsel olmayan bir takım yaklaşımlarla araştırmanın verilerinin sağlıksız olduğunu ifade etti. Tüm bu eleştirileri ve araştırma sonuçlarını Türkiye’de Gençlik Raporu başlıklı çalışmanın Proje Yöneticiliğini yürütmüş olan Prof. Dr. Celalettin Vatandaş‘la konuştuk. 

Öncelikle SEKAM hakkında ve daha önce yaptığı araştırmalar hakkında bilgi verir misiniz?  

SEKAM ismiyle tanınan araştırma kuruluşu, isminin açılımı SOSYAL, EKONOMİK VE KÜLTÜREL ARAŞTIRMALAR MERKEZİ olan bir araştırma kuruluşudur, Araştırma ve Kültür Vakfı’nın bünyesinde,  bir vakfın sahip olması gereken sosyal sorumluluk ilkesi gereği kurulmuş bir araştırma birimidir. Türkiye’nin özelliklerini, problemlerini doğru belirleme ve toplumun gelişimine, problemlerin çözümüne doğru önerilerle bulunma amacı ile hareket eden SEKAM, şu ana kadar toplumun yapıtaşı olan aile kurumunu konu edinen ve Türkiye’de Ailenin özelliklerini, problemlerini kapsayan önemli ve kapsamlı bir araştırmaya imza attı. Bu araştırmayı takiben aileyi konu edinen ve konuyla ilgili bilim insanlarının, kanaat önderlerinin katılımıyla bir aile sempozyumu düzenledi. Ayrıca Türkiye’de benzeri olmayan bir araştırmanın da yayınlanmasına ve dolayısıyla kamuoyu ile paylaşımına imkân sağladı. Söz konusu araştırma Türkiye’de benzeri olmayan ama Batı toplumlarında oldukça yaygın olan aile hayatının evrelerini belirleme amacı taşıyan “Aile yaşam döngüsü” araştırmasıdır.  Anayasa çalışmalarının gündemde olduğu ve birçok sivil toplum kuruluşunun Yeni Anayasa kapsamında önerilerde bulunduğu, anayasa raporları hazırladığı bir dönemde kendi kadim toplumsal değerlerimizi ve parçası olduğumuz dünyanın mevcut durumunu da dikkate alam bir Anayasa Raporu yine SEKAM’ın araştırmaları arasında yerini aldı. Bu raporun diğerlerine göre en özgün tarafını, insanın yaratılış gerçeğini dikkate alan ve bu açıdan fıtrat ekseninde yer almaya çalışan bir rapor olması oluşturdu. Gençlik araştırması SEKAM’ın son araştırması oldu. Halen Kadın araştırması ise yürütülmekte, inşallah önümüzdeki sene kamuoyu ile paylaşılacak. 

KİLİSE RUHEN YAŞIYOR, BİLİMSEL BULGULARINIZI ÖN KABULLERİYLE ÖRTÜŞMEDİĞİ İÇİN ELEŞTİRİYORLAR

SEKAM’ın Türkiye’de Gençlik Raporu araştırmasında hangi yöntemlerle sonuçlar elde edildi? Bu yöntemlerin güvenilirliğini nasıl test ettiniz? Araştırmanın güvenilir olmadığı yönündeki eleştirilere ne söylersiniz? 

Bir araştırma için, araştırmaya konu olan olgu veya olayı olduğu gibi tespit edebilmesi elbette ki olmazsa olmaz önemde bir kriterdir. Gerçi bu kesinlik hiçbir zaman %100 düzeyinde olmaz, ama buna rağmen olay ve olguyu olduğu gibi tespit şartını ifade etmek gereklidir. Bunun gerçekleşebilmesi ise sosyal bilimlerin geliştirdiği ve en genel anlamıyla sosyal bilimlerde araştırma yöntem ve teknikleri kapsamında anlam kazanan ilke ve ölçülere uymakla mümkündür. Yani soru formunu nasıl hazırlayacaksınız, örnekleminizi nasıl belirleyeceksiniz, uygulamayı kimlerle gerçekleştireceksiniz… tüm bunların bilimsel kriterleri var ve bunlardan taviz verilemez. Taviz verildiği zaman da elde edilen bilgiye güvenilemez. SEKAM’ın gençlik araştırması, rahatlıkla ifade etmeliyim ki bilimsellik neyi gerektiriyorsa ona uyularak gerçekleştirilip sonuçlandırılmış bir araştırmadır. Elbette ki tavsiye niteliğinde bazı eleştiriler olabilir ve olmalıdır da. Örneğin verilerin anket tekniğiyle değil de derinlemesine mülakat tekniğiyle toplanmasının daha iyi olacağı dile getirilmiş olsa ben bunu iyiniyetli bir yaklaşım olarak değerlendiririm. Ama elbette ki o tekniğin de anket tekniğiyle karşılaştırdığınızda dezavantajlı yönleri vardır. 

Gençlik araştırması bağlamında tek-tük de olsa dile getirilen bazı eleştirileri dikkate alarak söz konusu bilimsel ilke ve ölçülerin neler olduğunu açıklayacak olursam; öncelikle şunu tespit etmekte yarar var:  Bilimsel araştırma yöntemiyle ilgili en yüzeysel bilgiye sahip olanlar bile şunu açık ve net bir şekilde bilirler ki araştırılan olguya ait kişisel kanaat ve görüşünüzün ne olduğu hiç önemli değildir; önemli olan olgunun gerçekte ne olduğudur. Araştırmanın yapılma amacı da o gerçeği tespit edebilmektir. Bunu şundan dolayı söylüyorum, araştırmayı bilimsel açıdan zayıf göstermek için deniliyor ki “Ateist Allah’a inanır mı?”.  Literatürdeki anlamıyla bir ateistin Allah’a inanmayacağını elbette ki biliyorum ama araştırma ortaya koydu ki kendisini ateist olarak niteleyenlerin %61’i hiç kuşku duymaksızın Allah’ın varlığına inanıyor. Şimdi burada şunu düşünmek gerekiyor, ben bir sosyal bilimci olarak ateistlerle ilgili ve literatüre de uygun olan ön kabulümden hareketle “Ateistler Allah’a inanmazlar” deyip ateistlerin Allah inancına sahip olup-olmadıklarıyla bir araştırma yapma yapmayacak mıyım? Araştırma yapmayacaksam, kendisini ateist olarak niteleyenlerin literatürdeki anlamıyla ateizme ne kadar uygun olup-olmadığını nasıl bileceğim? Konuyu biraz daha genelleştirelim, eğer literatürdeki anlamdan hareket edip ateistlerin Allah’a inanıp inanmama durumlarını araştırmaya değer bulmayacaksam, o zaman hiçbir şeyi araştırmaya gerek yok. Çünkü her şey hakkında bir ön kabulümüz zaten var. O halde niye araştırma yapalım ki? Ama araştırma yapılınca görünüyor ki ön kabullerimiz gerçeği yansıtmıyor; zaten araştırma da bunun için yapılır, bilim bunun için vardır. Ortaçağ Avrupa’sında “ben doğruyu biliyorum dolayısıyla bir şey araştırmaya gerek yok” deyip bilimin önünde duran kiliseydi. Görüyoruz ki bugün de kilise ruhen yaşıyor ve ismi bilim insanı olan bazı kişiler bile ön kabulleriyle hareket edip, bilimsel bulgularınızı ön kabulleriyle örtüşmediği için eleştiriyorlar. Ne yapalım, ön kabullerimizle örtüşmediği için araştırma sonucuna müdahale mi edelim?

Gençlik araştırmasının ateistlerle ilgili bulgusu, aslında samanlıktaki bir saman çöpüne tekabül edecek kadar ayrıntıda kalan bir tespitti. Ancak ilginçtir araştırmaya ilgi duyanların birçoğu, özellikle de ön kabulleriyle örtüşmediği için bu noktadan hareketle araştırmaya eleştiriler yönelttiler:  “Siz bu araştırmayı yaparken katılımcılara ateizmin ne olduğunu açıkladınız mı?” diye soru kalıbıyla dile getirilmiş eleştiriler yönelttiler. Bu eleştiri son derece mantıklı görünüyor. Ancak bir şeyin mantıklı olması doğru olduğunu göstermez. Şimdi söz konusu soru ile ilgili tespitlerimi kısaca sizlerle paylaşayım. Bu soru, yani  “Siz bu araştırmayı yaparken katılımcılara ateizmin ne olduğunu açıkladınız mı?” sorusu, sorunun sahibinin en düşük düzeyde bile sosyal bilimlerde araştırma yöntem ve tekniği hakkında hiçbir şey bilmediğini, konuya ilişkin tam bir cahil olduğunu gösteriyor. Çünkü hiçbir sosyal bilimci araştırmasının temel kavramlarını katılımcılara açıklamaz. Zira açıklarsa doğru yapmış olmaz. Eğer ben ateizmin ne olduğunu açıklayarak katılımcıya “bu açıklamam bağlamında sen ateist misin?” diye sorsam, bununla o kişinin ateizmden ne anladığını değil benim anladığım ateizmi ne oranda onaylayıp-onaylamadığını araştırmış olurum. Dolayısıyla böyle bir araştırma olguyu tespit bakımında hiçbir şekilde bilimsel olmaz. Ayrıca bu imkânsızdır da, çünkü katılımcılarınıza her kavramı açıklamaya kalkarsanız araştırma yapmaya zamanınınız olmaz. Normal şartlarda katılımcı soruyu okur ve kendi düşüncesine, inancına, tutum ve tavrına göre kendince doğru olan cevabı verir. Zaten amaç da bunu tespit etmektir. Eğer olur ki katılımcı kavramı bilmiyorsa veya cevap vermek istemiyorsa o soruyu geçer. 

Dedim ki, “siz ateizmin ne olduğunu açıkladınız mı?” diye eleştiri yöneltenlerin bu soruları ile en düşük düzeyde bile olsa sosyal bilimlerde araştırma yöntem ve teknikleri hakkında bilgileri olmadığını göstermiş oldular. Üstelik bunu ifade edenlerin arasında isminin önünde “profesör” veya “tanınmış gazeteci” etiketi olanların bulunması ise son derece manidardır; gelin bunu izah edin nasıl izah edecekseniz. Söz konusu soru ve o soru üzerinden yöneltilen eleştiriye cevabımın ne olduğunu genel hatlarıyla da olsa açıkladım. Ancak yine söz konusu soru sahiplerinin en düşük düzeyde bile olsa sosyal bilimlerde araştırma yöntem ve teknikleri hakkında bilgilerinin olmadığıyla ilgili tespitimin daha başka gerekçeleri de var. Bu gerekçelerimden birisi ise şudur:  araştırma sorularımız arasında Kemalizm veya Atatürkçülük de vardı. Eğer Kemalist veya Atatürkçülük ile ilgili bir tespitte bulunan bir araştırma yapıyorsanız ve araştırmanıza eleştiri yöneltenlerin görüşlerinden hareketle öncelikle katılımcılara Kemalizmi veya Atatürkçülüğü açıklamamız gerekiyorsa işte bu durumda çıkmaz bir sokağa girdiniz demektir. Çünkü bu iki kavramın anlamı konusunda bir genel kabul var mı ki açıklayasınız. Diyelim ki kendimce bir şey anlattım, bu ne oranda Kemalizm veya Atatürkçülüktür? Esasen düşünülürse diğer kavramların da bundan istisna olmadığı kolaylıkla anlaşılır. Bu bağlamda ister ülkücülüğü veya dindarlığı, ister milliyetçiliği ve İslamcılığı düşünün sonuç hiç değişmez. Tekrar ve özellikle ifade ediyorum, bir araştırmada önemli olan insanların benim düşündüğüme uygun düşünüp düşünmediklerini tespit etmek değil, o konu veya durum hakkında ne düşündüklerini tespit etmektir. Değer ifade eden budur.  

Bu aşamada işin ilginç tarafı ise şu, burada somut isim vermem lazım; Fatih Altaylı, köşe yazısında SEKAM’ın gençlik araştırmasını konu edinerek “birileri bu SEKAM’cılara ateizmin ne olduğunu öğretsin” diye yazdı. Bunu derken kendince araştırmayı eleştirmiş ve değersizleştirmiş oldu. Burada söylediklerimi ayrıntılı bir şekilde Fatih Altay’lıya yazdım ve “sanırım üniversite yıllarında ya sosyal bilimlerde araştırma yöntem ve teknikleri dersi almadınız ya da yıllar geçtiği için unuttunuz. SEKAM’cıların ateizmi öğrenmeye ihtiyaçları yok ama sizin en basitinden de olsa bir araştırma yöntem ve tekniği kitabı alıp biraz da olsa bakmaya ihtiyacınız var” dedim. Ama ne yazık ki maalesef tık yok. Eleştirimi okur yorumları kısmında da yayınlamadılar, Fatih Altaylı’dan özel bir mail de almadım. O’nun köşe yazısını okuyan ve bilimsel bir araştırmanın yöntem ve tekniğini bilmeyen kitleler yanıltıldıklarının farkına bile varmamış olurlarken, bunlar ise o kitleleri o bilgiç tavırlarıyla yanıltmayı kendilerine iş edinmiş oluyorlar, başka ne düşünebilirim ki. 

Gayet rahat ve ne yaptığını bilmenin güveni içerisinde SEKAM Gençlik Araştırması’nın bilimsel yönü hakkında saatlerce konuşabilirim. Ama burası buna çok müsait değil. Sadece en özet haliyle şunu söylemeliyim. Araştırmanın anketörlerinin ağırlıklı kesimi sosyologlardan oluştu, bunlar öğrencilerim. Anket tekniğini, anketörlüğün gereğini bilen kimseler ve üstelik araştırma öncesi tekrar konu bağlamında seminere tabi tutuldular. Anketler mantıksal elemeden geçirildikten sonra bilgisayara girildi. İşte bu aşamada önemli bir tespitte bulunmak istiyorum: piyasada yapılmış ve yayınlanmış araştırmalara bir bakın, birkaç tanesi hariç hiç birinde “güvenirlik analizi” ile ilgili bir açıklama bulamazsınız. Hâlbuki her araştırmacı şunu bilir veya bilmek zorundadır: anketi soru formunu çok profesyonelce hazırlamış olsanız da, anketörler işlerini çok ciddiye alıp verileri en sağlıklı şekilde toplamış olsalar da katılımcılar soruları ciddiye almamış veya soruları okumadan cevaplamış olabilirler. Bu da sorular arasında çatışma ve çelişkilere yol açar. Böyle bir durum gerçekleşmiş mi gerçekleşmemiş mi bunu anlamak için güvenirlik analizi yapmak gerekiyor. Güvenirlik analizi tamamen bilgisayar ile yapılan, sonuca hiçbir şekilde müdahale edemediğiniz bir analizdir. Eğer araştırmanızın güvenirlik katsayısı 0-40 arası çıkarsa veriler sorunlu demektir. Bu verileri dikkate alamazsınız. Katsayı 40-60 arası ise bu veriler kısmen sorunlu olmakla birlikte kullanılabilir. Katsayı 60-80 arası ise veriler güvenilir demektir. Katsayı 80-100 arası ise veriler çok güvenilir demektir. Bu arada söylemeliyim söz konusu rakamlar bir tür korelasyon katsayısıdır ve 0 ile 1 arasında yer alır. Yani siz benim örneğin 60 dediğimi 0,60 olarak düşünmelisiniz. Ben bir araştırmacı olarak güvenilir katsayısını 40 ve üzeri gördüğüm zaman sevinirim, 60 ve üstü çıkması ise inanılmaz derecede memnun eder. Çünkü güvenirlik katsayısı 40 ve üstü çıkarsa emeğiniz ve masraflarınızın boşa gitmedi demektir. Yoksa bir yığın masraf ve emeğiniz işe yaramaz oldu demektir. Ne yazık ki güvenirlik analizini araştırma verileri toplanıp bilgisayara girinceye kadar bilme şansınız yok. En kaba açıklamasıyla bir araştırmanın güvenirliliğini etkileyen üç aşamadan bahsedebiliriz: 1- Soruların uygun, anlaşılır ve doğru hazırlanması, 2- Anketörlerin işlerini düzgün yapmaları, 3- Katılımcıların işi ciddiye alıp kendi doğrularını işaretlemiş, açıklamış olmaları. Bunlardan ilk ikisini araştırma aşamasında kontrol etmek mümkün ama üçüncüsünde bu imkan son derece kısıtlı. Böyle olunca araştırma verileri toplanıp bilgisayara girinceye kadar heyecandan kıvranırsınız eğer işinizi ciddiye almış ve sosyal gerçekliği doğru tespit etmek gibi bir amaç taşıyorsanız.  Dedim ki kamuoyu ile paylaşılan, yayınlanan araştırmaların çoğunda güvenilirlik analizi ile ilgili bir açıklama yer almıyor, şimdi soralım; Neden? Bunun iki nedeni olabilir: 1-Araştırmacının güvenirlik analizinden haberi yoktur; bu durumda o araştırmaya ne kadar güvenebilirsiniz? 2-Güvenirlik analizi yapılmış ama katsayı çok düşük çıkmıştır. Araştırmacı emeğine ve masrafına kıyamadığı için bu gerçeği gizleyerek o araştırmasını bilimsel tespitmiş gibi kamuoyu ile paylaşır. Kabul etmek gerekir ki bu da hem bilimsel ve hem de ahlaki açıdan son derece problemli bir durumdur. Şimdi gelelim SEKAM’ın Gençlik Araştırması’nın güvenilirlik analizine, analiz sonucunu İstanbul Ticaret Üniversitesinde çoğu akademisyen olan ve konuyu bilenlerin huzurunda paylaştım, şimdi burada da sizin aracılığınızla kamuoyu ile paylaşayım.  Araştırmamız alt sorularla birlikte 308 sorudan oluşuyor. Bu oldukça yüksek bir rakamdır. En yaygın olarak kullanılan SPSS istatistik programı bu kadar soruyu birden analiz edemiyor. Bunu grup analizleri şeklinde yapabiliyoruz. Siyasi-ideolojik ve dini kimliklerle ilgili soruların güvenirlik analizi katsayısı 80, bireysel ve toplumsal değerlerle ilgili soruların analizi sonucunda güvenilirlik katsayısı 84 çıktı. İşte bu oranlar bir araştırmacı için müthiş sevindirici rakamlardır. Bu rakamlar araştırmacının emeğinin karşılığını gördüğü değerler olarak anlam kazanmakta ve tabi ki bu itibarla son derece mutluyum. 

GENÇLER KENDİLERİNİ ‘MELEZ’ BİR DURUMDA KONUMLANDIRIYORLAR

Araştırmada en öne çıkan olgu, gençlerin bir kimlik krizinde olması olarak görülüyor? Örneğin gençlerin yüzde 72’si ‘biraz modern biraz geleneksel’ olduğunu ifade ediyor. Bu durum nasıl açıklanabilir? 

Burada “kriz” kavramını ihtiyatlı kullanmakta fayda var. Çünkü sizin kriz olarak gördüğünüzü bir başkası “olması gereken” durum olarak görebilir. Bu nedenle “kriz” yerine şunu ifade etmek daha doğru olacaktır; gençlerin modern-gelenek düzleminde kendilerini konumlandırışları tamamen “melez” bir duruma işaret etmektedir. Yani biraz modern biraz geleneksel nitelemesiyle “ne o ne de bu olmadıklarını” ifade etmiş olmaktadırlar. Bu aynı zamanda postmodern bir duruma işaret etmektedir: yani “hem o hem de bu olduklarına”. Bu ise sizin durduğunuz yer açısından son derece önemli bir probleme de işaret edebilir, ideal bir yere de. Ben kendi kişisel kanaatimi söyleyecek olursam bu durum ciddi bir probleme işaret etmektedir. Çünkü ben toplumumuzun kadim değerlerine inanan birisiyim. 

DİNİ, İDEOLOJİK VE SİYASAL KİMLİKLER TAMAMEN İSİMSEL

Araştırmanın en ilginç verisi ise ateistlerin yüzde 61’inin Allah’a inanıyor, yaklaşık yüzde 47’sinin de namaz kılıyor olması. Medyada da en çok bu olgu eleştiri konusu yapıldı. Siz bu eleştirilere ne cevap vereceksiniz? 

Ateistlerin, daha doğrusu kendisini ateist olarak niteleyenlerin bu durumu önceki soruda da değindiğim melez veya postmodern durumun bir gereği olarak anlam kazanmaktadır. Tabi şu da düşünülebilir, bu durumla bizdeki ateizmin felsefi bir temelinin bulunmadığı da anlaşılmış olmaktadır. Ancak kendisini Ateist olarak niteleyenlerin bu durumları garip bulunuyor da diğer kimlik mensuplarının inanç, tutum v e tavırları neden garip bulunmuyor? Yani namaz kılmayan Dindarın, milliyetçi ideolojiyle çatışan Ülkücü’nün, sosyal demokrasinin gereklerinden habersiz olan Sosyal Demokratın durumu çok mu normal?  Veya kendisini Kemalist yahut Atatürkçü olarak niteleyen ama yakın dönem tarihimizle, Cumhuriyet dönemi tarihiyle, Mustafa Kemal ile ilgili en temel sorulara bile doğru cevap veremeyenlerin hali çok mu normal?  Yine bir başka tespitle kendisini İslamcı veya Dindar olarak niteleyen ama laikliği önemli bir değer olarak kabullenenlerin durumu Ateist olarak tanımlayanların çelişkilerinden daha mı basit? İşte tüm bunlar söz konusu dini, ideolojik ve siyasi kimliklerin tamamen isimsel olduğu, içeriklerinin bulunmadığı veya değiştirildiği anlamına gelmektedir. 

HER DÖRT GENÇTEN BİRİ NAMUSLA İLGİLİ KADİM DEĞERLERİMİZİ KABUL ETMİYOR

Araştırmada dikkat çeken bir başka olgu da gençlerin yaklaşık yüzde 75’inin ‘kızlı erkekli aynı evde birlikte yaşamaya karşı’ olması. Fakat bu oran, üniversiteli gençlerin kızlı erkekli aynı evde birlikte yaşamaları ile ilgili sorunun verileri ile karşılaştırıldığında oran yüzde 51’e kadar düştü. Bu veriler bize ne anlatıyor? 

Siz rakamları kadim toplumsal değerleri dikkate alarak, o değerlerin kabul ettikleri pencereden bakarak veriyor ve %75 yüksek bir rakam diyorsunuz, gerçeği bir de diğer taraftan görelim; her dört gençten birisi toplumumuzun namus ile ilgili kadim değerlerini kabul etmiyor.  Bu son derece yüksek bir orandır ve toplumsal değerler açısından son derece önemli bir probleme işaret etmektedir. Ancak ilginçtir konu üniversiteli gençler olunca problem daha da büyümekte ve üniversiteli olmak kadim ahlaki değerlerle çatışmayı normalleştirmektedir. Daha doğrusu eğer gençler üniversiteli ise istediklerini yaparlar, normaldir gibi bir anlayış yaygınlaşmaktadır.  Bence bu her bakımdan üzerinde durulması, kanaat önderlerinin dikkate alması gereken ahlaki bir fay hattına işaret etmektedir. 

MEVCUT EĞİTİM SİSTEMİ ÇOCUKLARIMIZI HAYATA HAZIRLAMIYOR

Gençlerin en büyük sorunu nedir sorusuna eğitim ve meslek edinme cevabı verilmesinin nedenleri nelerdir? Son günlerin popüler tartışması belki ama eğitim sistemimiz meslek sahibi gençler yetiştiremiyor mu? Gençler aile ile ilişkileri, evlilik, cinsellik, ahlaki yozlaşma gibi verileri de sorun olarak sıralamış. Bu neyin göstergesi? 

Araştırma ile bireysel ve toplumsal problemlerimizin kapsamı açığa çıkmış oldu. Elbette ki her toplumda her zaman problem olarak algılanan bir şey vardır ve olacaktır da.  Burada önemli olan problemin olup-olmaması değil, neyin problem olarak görüldüğüdür. Kişilerin istedikleri işlerde çalışamıyor olmaları bir problemdir ama geçimlerini sağlamak için iş bulamıyor olmaları daha önemli bir problemdir. Yine aynı şekilde toplumun ahlaki değerlerini sarsan tutum ve tavırlar bir problemdir ama bu problemin yaygınlık durumu daha önemli bir problemdir. Gençlerin cevaplarından hareket edecek olursak Türkiye bir problemler yumağı durumunda ve üstelik bu problemler neredeyse her alanda; yani hem istihdam alanında hem ahlaki alanda, hem toplumsal ilişkilerde hem de aile değerlerinde. Bu durumda kanun yapıcıların, siyasi liderlerin, sivil toplum kuruluşlarının aktif üyelerinin, kanaat önderlerinin toplumsal konuların sadece bir boyutun değil geneline yönelmelerinin ve problemlerin çözünü için sebeplerini doğru tespit gayretinde ciddi ve üst düzeyde teyakkuz halinde olmaları gerektiği anlaşılmış olmaktadır. Bu arada söz konusu problemlere doğrudan veya dolaylı kaynaklık yapması açısından eğitim sistemine de eğilinmesi bir zorunluluktur. Çünkü mevcut eğitim sistemi çocuklarımızı hayat hazırlamıyor, daha doğrusu anlam ve değer ifade eden hiçbir şeye hazırlamıyor. Sadece yarış haline getiriyor. Zaten eğitim sistemimizde bir değerler eğitimi de bulunmuyor. Böylelikle hayatın gerçekleriyle uyumlu,, bütüncül ve tutarlı değerler sistemine sahip bir nesil oluşturulamıyor veya oluşturulmuyor. Okuldaki anlayışla hayattaki veya daha özelde ailedeki anlayış ve değerlerin çatışması ise çocuklarımızı kişilik bölünmesine sürüklüyor. Bir eğitim sistemi düşünün ki geçerli olduğu toplumun değerleriyle çatışıyor, onları aşağılıyor ve bir toplum mühendisliği anlayışıyla ayakları toplumsal gerçeklikte olmayan kuşaklar yetiştiriyor. Bunun sonucu SEKAM’ın araştırma bulgularından başka ne olabilir ki!

MODERNİTE TÜM TOPLUMSAL BAĞLARI YOK EDER

Gençler açısından en önemli sorunlardan biri de sanırım güven sorunu. Babasına bile güvenmeyen bir gençliğin oranı yüzde 36’larda. Gençlik neden böyle güvensiz bir duruma sürüklendi acaba? Bununla birlikte yaklaşık yüzde 76’sı ara sıra depresyon ve umutsuzluk yaşayan bir gençliğe sahibiz. Bu bize gençler için S.O.S. sinyalleri mi veriyor? 

Modern değerlerin ve hayat tarzının önemli özelliklerinden birisi bireyselleşmedir. Yani modernite bireyleri atomize eder ve neredeyse tüm toplumsal bağlarını yok eder veya son derece zayıflatır. İşte bundan dolayıdır ki artık bireyleri kuşatan, onlara hem bir yaşama alanı ve hem de bir sığınak olan aileden, mahalleden, köyden eskisi kadar güçlü bir şekilde bahsedemiyoruz. Hala kısmen var olmakla birlikte eskiden bir kişi 100 kişinin yaşadığı bir köyde veya 100 kişinin yaşadığı bir mahallede o 100 kişi ile birlikte, o 100 kişinin bir mensubu olarak yaşardı. Artık 15 milyonluk şehirde tek başımıza yaşıyoruz; ölecek olsak komşularımız ancak cesedimizin kokusundan öldüğümüzü anlar hale geldiler. Burada “komşularımız” ifadesi de esasen yeniden düşünülmesi gereken bir kavramdır, çünkü komşularımız da yok artık, komşularımızın yerini “alt katta”, “üst katta”, “yan tarafta” oturanlar aldılar. Onların tüm kimlikleri “altta”, “üstte” veya “yanda” otuyor olmalarıdır; başka bir kimlikleri veya nitelikleri yoktur. Böyle olunca, yani modernitenin kaçınılmaz sonucu olan bireyselleşme güçlendikçe, bireyler atomize oldukça bireyin başkalarıyla bağları zayıflamakta, ilişkiler mekanikleşmekte ve var olan ilişkiler de tamamen maddi menfaat temelli hale gelmektedir.  Dolayısıyla güvensizlik kaçınılmaz bir özellik haline gelmektedir. Ünlü sosyolog ve aynı zamanda modern düşüncenin ağababalarından Durkheim buna yüzyıl önce dikkat çekmiş ve modernliğin anomiye, yani kargaşaya, kuralsızlığa yol açtığını/açacağını ifade etmişti. Bunu ise modern hayatın içselleştirilmiş kendi sosyal kontrol araçlarını geliştirememiş olmasıyla izah etmişti. Bugün gençliğimizin yaşadığı, sahip olduğu güvensizlik tamamen bununla ilgili bir durumdur. Bu arada özellikle TOKİ bağlamında konut politikalarının muhakkak gözden geçirilmesi gerektiğini özellikle dile getirmekte yarar var. 

SİYASET GÜVEN VERMEMEYE DEVAM EDİYOR

Türkiye’deki tüm demokratikleşme hamlelerine rağmen bugün hala gençler yüzde 31’le orduya güveniyor. Siyasetçilere güven ise oldukça düşük oranlarda. Bu neden kaynaklanıyor? Medyaya güven oranı ise yüzde 1 civarında. Medyanın Türkiye’de hiç itibarı yok mu? 

Maalesef siyaset geleneksel bir anlayışı destekleyerek güven vermemeye devam ediyor. Çünkü örneğin siyasetçi çoğu zaman toplumun temsilcisi olma özelliğini kazanamıyor. Veya daha doğru bir söylemle toplumun temsilcisi olanlar sırtlarını büyük bir partiye dayamadıkça seçilemiyorlar. Burada seçim yasalarının, siyasi partilerle ilişkili yasaların önemli bir etkisi olduğu açıktır. Orduya güven işte bu boşlukta kendisine yer buluyor. Esasen ordunun yönetime gelmesinin nelere mal olduğunu belirli bir yaşın üzerinde olan herkes biliyor. Bence buna rağmen ordunun en güvenilir kurumlar sıralamasında en üstlerde yer bulmasının en önemli nedeni siyasilerin konum ve itibarlarının olması gereken yerde olmamasıyla doğrudan ilgili. Medyanın güvenilirlik durumuna gelince, yukarıda bir köşe yazarından hareketle bireysel bir örnek verdim, Allah aşkına bu medyaya, her gün TV ekranlarını dolduran ve rüzgâra göre eğilip bükülen adamların çoğunlukta olduğu bu yapıya nasıl güvenebilirsiniz ki. Maalesef özellikle zor zamanlarda medya hiç iyi bir sınav vermedi; 28 Şubat bunun en somut örneklerinden birisidir. Toplumsal hafıza ise bunu unutmuyor. 

TUTUMLU OLMAYI ÖNEMSEYEN BİR GENÇLİK DE SÖZKONUSU 

Türkiye’de 80’lerden sonra genel olarak neo-liberal ekonomi politikaları uygulandı. Buna karşın gençlerin tüketici olarak bilinçli olduğu görülüyor. Araştırmada gençlerin büyük bir çoğunluğunun modayla ilgili olduğu ama bu ilginin tutku düzeyinde olmadığı belirtiliyor. Bu iyi bir gelişme olarak okunabilir mi? Gençlerin eğitim ve aileye, paradan daha çok değer verdiklerini açıklamalarını da bu bağlamda değerlendirebilir miyiz? 

Araştırmanın birçok bulgusundan hareketle gençliğin durumunun çok da iyi olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu aşamada gözden kaçırılmaması gereken bir durum söz konusu; o da “gençlik” derken “insan”dan bahsediyoruz. “İnsan” çok boyutlu, kompleks bir varlıktır. İnsan o kadar kompleks bir varlık ki birey-toplum, geçmiş-gelecek, madde-madde dışı boyutlarında yer almaktadır; bu üçünün kesişimindedir. Bu nedenle İnsanı bir yönüyle değerlendirmeye tabi tutmak hiçbir zaman gerçeği bütün boyutuyla görmeyi sağlayamaz. Bu tespitleri şunun için yapıyorum: 1980’den sonra Türkiye’de uygulanan sosyo-ekonomik politikalar ve 1990 sonrası gittikçe hızlanan, kapsamı büyüyen ve yoğunlaşan küreselleşmeyle yaygınlaşan  seküler, materyalist, bencil, tüketici yeni hayat tarzı ve zihniyet dünyası  dikkate alındığında bir tüketim kuşağından, tüketimi değerleştiren ve tükettikçe kendi var hisseden, AVM’leri çağın en büyük tapınakları gibi algılayan, tüketen ve tüketime bağlı olarak “kullan at” özelliğini kişiliğinin karakteristik özelliği haline getirmiş bir gençlikten bahsetmek gerekiyor. Maalesef bunlar var, ama bunlardan hareketle gençlik tamamen bundan ibaret demek de mümkün değil. Çünkü öbür yanda tüketimi kölelik olarak algılayan, tüketime direnilmesi gerektiğini düşünen, tutumlu olmalı, paylaşmayı, yardımlaşmayı önemseyen bir gençlik de söz konusu. Dolayısıyla bizi derin düşüncelere sevk etmesi gereken özellikler olduğu gibi, sevindirmesi gereken özellikleri tespit etmekte de zorlanmıyoruz. Önemli olan eğitim sistemimizle, aile için tutum ve tavırlarımızla, toplumsal sistemimizle gençliğin hangi yönüne destek verip geliştireceğimize yoğunlaşmamız gerekiyor. 

GENÇLER ZAMANLARINI ÖLDÜRÜYOR 

Sanırım gençler açısından en önemli şeylerden biri de boş zamanın değerlendirilmesi. Gençlerin boş zamanlarını verimli bir şekilde değerlendirdiklerini söylemek mümkün mü? Bu arada boş zamanlarını internette geçirenler nasıl bir profil çiziyor? İnternet gençleri nasıl etkiliyor? 

Boş zaman veya daha doğru bir tanımlamayla serbest zaman kavramı insanın hayatını sürdürebilmesi için zorunlu olan çalışma, uyku, yeme-içme, temizlenme gibi faaliyetlerinden artan zamanı ifade ediyor. Bugün hemen herkesin böylesi bir zamanı var ve günü üçe bölersek birini çalışma, birini uyku, yeme-içme, temizlenme gibi faaliyetler oluştururken üçüncüsünü ise serbest zaman denen kesit oluşturuyor. Geleceğini daha iyi şartlara sahip kılmak için serbest zamanını sadece “öldürmek” için değil, geleceği doğrultusunda en verimli kullanması gereken kesim gençlerdir. Bu anlamda serbest zamanlar, kitap okuyarak bilgilenme, gezerek bilgilenme ve görgülenme, dil öğrenerek bireysel potansiyeli geliştirme, entelektüel faaliyetlerde bulunarak kişisel donanımı zenginleştirme gibi faaliyetlerle doldurulabilir ve doldurulmalıdır da. Ancak ilginçtir gençliğin ağırlıklı olarak TV seyrederek, müzik dinleyerek, chatleşerek, internette gezerek ve uyuyarak serbest zamanlarını “öldürdüğünü” tespit ediyoruz. Elbette ki bunlar da gerekir ve önemlidir. İnsan bir robot gibi her an gelir-gider dengesi içerisinde faaliyetlerinin sosyo-ekonomik muhasebesini yapamaz ve yapmamalıdır da.  Ancak zaman gibi, kaybedildiği zaman telafisi mümkün olmayan ve insana verilmiş en önemli sermayenin sadece ve sadece “öldürülmesi” anlaşılır bir şey de değildir. Bu arada özellikle internetin korkunç denecek düzeyde kişilikleri tahrip ettiği, bireysel ve toplumsal değerleri alt-üst ettiği birçok araştırmanın önemli bulgularından birisi durumunda. Dünya Sağlık Örgütü, internet bağımlılığını tedavi gerektiren bir bağımlılık olarak tanımlamış durumda. Ve maalesef gençlerimiz her geçen gün daha çok internet bağımlısı haline geliyorlar. Böylelikle asosyal, bencilleşmiş, toplumsal sorunlara duyarsız, toplumsal değerlere mesafeli, hayatı planlama yeteneğini büyük oranda kaybetmiş bir kesimle her geçen gün daha fazla karşılaşır hale geliyoruz. 

TÜRKİYE’DE ÖNCELİKLE EĞİTİM SİSTEMİ DEĞİŞMELİ

Gençlerin genel kültür ve yakın tarih açısından bilgisiz oldukları da bir başka gerçek. Bu sizin araştırmanıza da yansıyor. Örneğin gençler arasında Cumhuriyetin ilan tarihini bilmeyenlerin oranı yüzde 47’nin üstünde. Bu bize ne anlatıyor? 

En kısa anlamıyla mevcut eğitim sisteminin ne kadar başarısız olduğunu gösteriyor. Pardon düzeltiyorum, belki de ne kadar “başarılı” olduğunu gösteriyor. Bir eğitim sistemi düşünün ki ortalama 13-14 yıl kendi siyasal tarihinin 1920 ve 1930’lu yıllarını tekrar tekrar öğretiyor. Üstelik öğrettikleri de hep aynı 10-15 başlık altında şekilleniyor ve siz bu sürecin sonunda en basit bir konu olarak örneğin Cumhuriyetin ilan tarihini soruyorsunuz ve muhataplarınızın yarısından fazlasından ya cevap alamıyorsunuz ya da yanlış cevap alıyorsunuz. Üstelik istediğiniz tarih 29 Ekim 1923 biçiminde kesin tarih de değil; tarihin on yıllık dilim halinde ifade edilmesini, yani 1920’li yıllar biçiminde ifade edilmesini istediğiniz halde. Aslında konu sadece bu da değil, yine aynı eğitim sistemi öğrencilerine ortalama 8 yıl İngilizce öğretiyor ve sekiz yıl sonunda İngilizce herhangi üç cümleyi doğru biçimde ifade edebilenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar az. Elbette ki bu çocuklar, bu insanlar aptal değil, ama anlıyoruz ki bu eğitim sistemi insanları bazı konularda müthiş şekilde aptallaştırıyor.  Bugün okullardaki ve dershanelerdeki eğitim ve öğretim faaliyetlerinin, çocukları, bilgilendirme, hayata hazırlama, toplumsallaştırma süreçlerini yerine getirmekten çok uzak bir şekilde sadece test kuşağına dönüştürdüğü, sınav kulvarlarında yarış atı gibi koşuşturan bir nesil inşa ettiği herkes tarafından görülüyor. Üstelik bu eğitim sistemi bir değerler eğitimi de yapmıyor. Dolayısıyla “Türkiye’de öncelikle ne değişmeli” diye sorulursa hiç tereddüt etmeden “eğitim sistemi” derim. Bu eğitim sistemiyle, bu eğitim sisteminin ideolojisiyle iyi- güzel- doğru bir yere gitmemiz mümkün değildir ve yaşanan yüzyıl da bunun tarihsel delilidir. 

on5yirmi5.com