Başörtüsü sorununun % 5’lik kısmı halledildi

Olaylar
Engin Dinç’in röportajı Bugün 10 Aralık İnsan Hakları Günü. Türkiye’de insan hakları konusunda ne derece ilerleme olduğunu, örneğin Uludere olayı, başörtüsü sorunu, askerlerin intiharları,...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

Bugün 10 Aralık İnsan Hakları Günü. Türkiye’de insan hakları konusunda ne derece ilerleme olduğunu, örneğin Uludere olayı, başörtüsü sorunu, askerlerin intiharları, darbe komisyonları gibi gündemdeki konularla ilgili  gelişmeleri MAZLUMDER İstanbul İl Başkanı Mehmet Cüneyt Sarıyaşar’la konuştuk.

EMNİYET GÜÇLERİ VATANDAŞA KARŞI SALDIRGAN BİR POZİSYONDA

Türkiye’de son yıllarda insan hakları konusunda bir gelişmeden söz edilebilir mi? Hali hazırda en çok hangi konularda insan hakları ihlalleriyle karşılaşılıyor?
Tabi Türkiye’de son 10 yıl içerisinde insan hakları konusunda birtakım iyileştirmeler oldu. Gerek yapılan kanuni düzenlemeler, gerekse pratik hayat açısından, özellikle karakollardaki görünür işkence noktasından baktığımızda ve kısmi de olsa gittikçe gelişeceğini umduğumuz kolluk kuvvetlerinin vatandaşa yönelik davranışları konusunda bir ilerlemenin, iyileşmenin olduğunu söylemek mümkün. Bu görünür olarak, günlük pratiğe yansıyan bir durum. Fakat Türkiye’de insan hakları alanında istenilen noktaya gelindiğini ya da mesafe alındığını söylemek mümkün değil. Çünkü görünür işkence kalkmış olsa da, işkencenin değişik türlerle bir şekilde devam ettiğini, bu arada yargılama ve yargısız infaz hadiselerinde, günlük süreçlerde vatandaşın sık karşılaştığı sıkıntılar olduğunu gözlemlemekteyiz. Günlük siyasi olaylar dışındaki vakalar nezninde baktığımızda bir kısım emniyet güçlerinin çok hızlı bir şekilde karar vererek, vatandaşa yönelik saldırgan bir vaziyet aldıklarını gözlemlemekteyiz. Bu noktada, bir basit trafik ihlali sonrasında da polisin kurşunuyla ölen ve yaralanan insanlar var. Bu konuda da bazı başat davalar vardır, en meşhuru da Baran Dursun davasıdır. Bu gibi konularda bir kısım ihlalleri yaşamaktayız.

Bunun dışında özellikle düşünce, ifade özgürlüğü açısından kısıtlamaların da söz konusu olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu noktada toplantı, gösteri yürüyüşlerine yönelik çok büyük sınırlamalar getirilmekte. Devlet vatandaşın doğal hakkı olması gereken toplantı ve gösteri yürüyüşlerini sınırlayarak, belirli mekanlara hapsetmek, aslında bu gösterileri önemli ölçüde hafifletmek ve amacından saptırmak noktasında yol gösteriyor. Örneğin 1 Mayıs eylemleri, Taksim Meydanı’na çıkış için yapılanlar ve toplumumuzu geren unsurlar emniyet güçlerinin bu sınırlayıcı tavrından kaynaklanmaktadır. Yine bunun gibi pek çok toplantı ve gösteri yürüyüşlerine yönelik yönetimin kısıtlamalar oluşturması kabul edilemez ve doğru bulmadığımız bir süreçtir.

Bunun yanı sıra bu toplantı ve gösterilere müdahale süreçlerine baktığımız zaman, aslında vatandaşın bir şekilde kendisini özgürce ifade etme alanı olması gereken toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde kolluk kuvvetleri tarafından suç unsuru tespit edilirse, suç unsuruna dayalı olarak daha sonra bununla ilgili gerekli işlemi yapması mümkünken, bilakis bu toplantı ve gösterileri engelleme yönünde faaliyet göstermekteler. Bu engelleme girişimleri, aslında toplantı ve girişimlerin engellenmesiyle ortaya konulan provakasyonun bizzat kendisini oluşturmaktadır. Çünkü polisin müdahale etmediği barışçıl şekilde devam eden eylemlerin polisin müdahalesiyle oldukça sıkıntılı zaman zaman yaşam hakkı ihlaline kadar varan, ama çok ciddi manada orantısız güçle o gösteriyi yapan halka ve çevredeki insanlara zarar veren nitelikte neticelendiğini gözlemlemekteyiz. Bu da yaşadığımız sık ihlallerdendi.

Onun dışında yargılama ile ilgili süreçlerde bir kısım iyileştirmeler yapılmakla beraber hala tutukluluğun bir ceza gibi sürdürülmesi, uzun süreli yargılama süreçleri, adaletin geç tecellisi, özellikle soruşturma ve kovuşturma safhalarının çok uzatılması ve siyasi erkin, devlet iradesinin siyasi olarak gözlemlediği ve kendisini güvende hissetmediği birtakım davalar noktasında engelleme girişimlerinin ve yavaşlatma girişimlerinin hak ve adaleti engellediğini, bunun da çok ciddi hak ihlalleri doğurduğunu gözlemlemekteyiz. En başat konulardan bir tanesi, Uludere hadisesinde Kaymakam’ın tartaklanması olayında çok hızlı işleyen adalet, 34 kişinin canını alan bu hadisede hala bir gıdım ilerleyebilmiş değildir. Biliyorsunuz devletin kendi içindeki organlarından, birbirine bilgi akışı dahi 1 yıllık bir süreye rağmen doğru dürüst sağlanamamakta. Meclis İnsan Hakları Komisyonu da bu konuda hala askeri bürokrasi ile kendileri arasındaki iletişimin eksikliğinden bahsetmektedir.

ULUDERE HALKI ÜZERİNDE BASKI DEVAM EDİYOR

Uludere konusunda somut bir gelişim yok sanırım…
Maalesef Uludere konusunda somut bir gelişme yok. Dolayısıyla vekaleten o bölgede görevli bulunan bir albayın yer değişikliği dışında hiçbir fiili hareketlilik söz konusu olmadı. Üstelik de biliyorsunuz, yönetim erki tarafından, Başbakan’dan başlamak üzere, halkın üzerinde ciddi bir baskı kurulmakta ve bu baskıyla birlikte Uludere’den bahseden insanlar, bir silahlı örgütün peşinde koşan insanlar gibi değerlendirilmekte, onlarla aynı kefeye konularak bu şekilde ifade edilmektedir. Bunlar kesinlikle kabul edilemeyecek değerlendirmelerdir.

Son olarak Uludere’de yaşanan bir hadiseyi size söyleyeyim. Uludere’de fotoğraf çalışması için bir grup oluşturuldu. Uludereli gençlere fotoğraf makineleri verdiler ve bu gençler Uludere’deki günlük yaşamın nasıl olduğunu resmedecekler ve bu resimlerden bir sergi yapılacak. Bununla ilgili bir atölye çalışması için ufak bir dükkan tutuldu. Ama Uludere’de emniyet güçleri, jandarma karakol komutanı bu dükkan sahibini arayarak, burayı kiraya vermesinin kendisi için kötü olacağını söyleyebiliyor. Bu çok taze, 1 günlük veya 2 günlük bir haber. Yani bu baskı hala o toplum üzerinde devam ettirilmektedir. Yani karakolda görünür işkencenin kalktığını ifade edebiliriz. Ama örneğin, Uludere olayında olduğu gibi bir baskı, adeta insanlara sürekli elektrik verecek gibi stres altında tutmanın sistematik olarak gerçekleştiğini gözlemlemekteyiz. Bunu da tabi mevcut insan hakları açısından oldukça tedirgin edici olarak bulmaktayız.

Yine özellikle son bir yıldır yoğunlaşan tarzda basın ve medyada birtakım insanlar, siyasi iradenin kendilerini direkt muhatap alması; siyasi iradeye dönük eleştirileri karşısında onların iş görürlüğü noktasında değerlendirmeleri bulunan Başbakan’ın ifadeleri sonrasında pek çok yazar, basın mensubu görevlerinden alındılar. Basın patronları tarafından bir şekilde görevlerinden uzaklaştırıldılar. İşte en çarpıcı örneklerden bir tanesi de Yeni Şafak yazarı Ali Akel olarak gerçekleşti. Bu süreci biz, basın üzerinde kurulmuş iktidarın erkin bir şekilde baskı aracı olarak gözlemlemekteyiz. Bunu doğru bulmamaktayız. Geçmişte yapılan bazı baskıların, bu sefer geçmişte bu baskılara maruz kalan insanlar tarafından gerçekleştirilmesini de hem ironik bulmakta, hem de ciddi bir hata olarak görmekteyiz.

BAŞÖRTÜSÜ SORUNUNUN YÜZDE 5’LİK KISMI HALLEDİLDİ

Sizin de hassas olduğunuz başörtüsü konusunda durum nedir? Başörtüsü sorununda ihlaller yaşanıyor mu?
Başörtüsü sorununa 100 birim dersek, bunun belki 5 birimlik kısmı halledildi. Geriye kalan 95 birimlik kısmı sorun olarak devam etmektedir. Başörtüsü sorununun halledildiği söylenen kısmı, sadece üniversitelerde insanların başörtüsüyle devam edebilmesiyle alakalıdır. Üniversitede insan başörtüsüyle okuyacak da, üniversiteyi bitirip mesleğini edindikten sonra ne yapacak? Nerede görev alacak? Hukukçuysa nerede görev alacak? Mühendisse nerede görev alacak? Devlet dairesinde çalışabilecek mi? Bakanlıkta müsteşar olabilecek mi? Profesör olabilecek mi? Akademisyen olabilecek mi? Bunların hepsi mümkün değil şu anda.

Ve başörtüsüyle ilgili son 4+4+4 uygulaması… MEB’in bu çerçevede Kur’an dersleri ve Hz. Peygamber’in dersleri gibi dersler çerçevesinde düzenleme yapıldı. Bu düzenlemeyle ilgili bu dersler sırasında öğrencilerin başörtüsü takabilecekleri ifade edildi. Bu noktadaki yönetmeliğin başka bir maddesinde de normal bir öğrencinin kılık kıyafeti tarif edilirken, ‘başlar açık olarak’  ifadesi de kayda geçildi. Şimdi ben soruyorum; başörtüsünü insanların bir doktorun ameliyata girdiğinde giydiği yeşil önlük gibi mi değerlendiriyorlar? Bir işi yaparken başına takıp, sonra da çıkarabileceği bir şey olarak mı biliyorlar? Yani Kur’an okunurken, Peygamber’in hayatı anlatılırken başını örtüp sonraki hayatında başı açık gezebileceklerini mi sanıyorlar? Başörtüsünün nasıl bir dini fiil olduğunu bilmiyorlar mı bu insanlar? Bilmiyorlar gibi bir kural çıkarttılar. Sonuç nedir? Sonuç şu; siz eğer hemşirelik okuluna çocuğunuzu gönderecekseniz, başı açık göndereceksiniz. Biyoloji tahsili yapacaksınız başı açık olacak. Bu demektir ki, başörtüsüne yönelik bir serbestiyet getirilmedi, bilakis bu getirilen yönetmelik başörtüsü ile ilgili yasağı kural haline getirdi. Bu nokta da adeta bir akıl tutulması yaşandığını gözlemlemekteyiz ve buna yönelik ülke çapında itirazımızı ve ikazlarımızı geçen hafta MAZLUMDER olarak gerçekleştirdik. Bu çok ciddi bir akıl tutulmasıydı, bununla ilgili hükümete ve Milli Eğitim Bakanlığı’na ciddi ikazımız ve itirazımız var. Başörtüsü yasağı ve ikna odaları maalesef devam ediyor.  Nasıl devam ediyor? Biliyorsunuz başörtüsü İslam’da buluğ çağıyla beraber insanların uymak durumunda oldukları dini bir emir. Şimdi buluğ çağına gelmiş kız çocuğunuz var. O da başörtüsünü tercih ediyor. Siz de öyle bir eğitim verdiyseniz, ebeveyn olarak çocuğunuzun üzerinde tek hak sahibi insan olarak, başörtülü eğitim görmesini istiyorsanız ve o da başörtülü eğitim görmek istiyorsa, bu çerçevede 6., 7., 8. sınıfa başörtülü gitmek istiyorsa ne olacak? Şöyle olacak, başörtülü okuyamayacak.

Peki bu şekilde direten aileler ve öğrenciler neyle karşılaşıyorlar? İşte onlar ikna odalarıyla karşılaşıyorlar. Dün dini hayattan soyutlamakla ilgili kendini ideolojik gören insanlar Nur Serter gibi ikna odalarını kurarken, bugün “Ya bırakın bu işleri. Biz gelecekte halledeceğiz” diyen, içimizden yetişip gelen insanlar bu velileri ve öğrencileri ikna odalarına çekiyorlar ve “şimdi ortalığı karıştırmayın” diye onları ikna etmeye çalışıyorlar. Hangi ikna odaları kayboldu? Bu da bize ikna odalarının devam ettiğini gösteren bir durumdur. Başörtüsüyle ilgili hak ihlalleri devam etmektedir. Şunun da altını çizmek istiyorum; başörtüsüyle ilgili Türkiye’de gerçekleştirilen bu ihlaller, bir kızın ya da kadının başındaki başörtüye yönelik bir şey değildir. Bu aslında Müslüman kimliğin görünürlüğüne olan bir saldırı ve engellemedir. Müslüman kimliğin görünürlüğü engellenmektedir. Bu noktada adeta kültürel seviyenin üzerine çıkan, kültürel bir olgunun dışına çıkan dini olguyu toplumdan silmek isteyen bir irade vardır. Bu seküler iradenin baskısı söz konusudur. Başörtüsüyle ilgili sorun bunun yansımalarından bir tanesidir sadece.

TSK’NIN SİVİL DENETİME AÇILMASI ELZEMDİR

Asker intiharları malumunuz çok gündeme geldi. TSK’da er ve subaylarla ilgili disiplin şartları çok mu sorunlu? Asker intiharlarının bunlarla ilgisi var mı?
Kesinlikle. Biliyorsunuz bizim asker haklarıyla ilgili bir çalışma grubumuz var. Malumunuz bu konuda hem vicdani ret çerçevesinde, hem de intiharlar çerçevesinde yoğun çalışmaları olan bir derneğiz. Asker haklarıyla ilgili komite başkanımız Sayın Avukat Mahir Orak daha yeni bir basın açıklaması yaptı. Asker hakları çerçevesinde özellikle askeriyede intihar ettiği söylenen kişiler üzerinde yaptığımız araştırmanın sonuçlarını da belirtti. Aşağı yukarı 3 yıllık bir sürece baktığımızda, askeriyenin terör faaliyetleri neticesinde yaşamış olduğu kayıplar 300 civarındayken, intiharlar 200’ün üzerinde. Yani adeta düşük yoğunluklu savaşın kaybına yakın bir kayıp askerdeki intiharlar. Bu intiharlar birebir incelendiği zaman çok ciddi bir bölümünün aslında cinayet olduğunu tespit etmiştik ve bununla ilgili davaları takip etmekteyiz. Yine Koordinatörümüz Sayın Emekli Binbaşı Gürcan Onat’ın da ifade ettiği gibi, askerin içerisindeki sivil müessesese askerde gerçekleşen bu tür ihlallerin üstünü örtmekte, bir mekanizma olarak çalışma durumundadır. Neden? Çünkü kendi emir komutası altındaki o birliğin komutanları gerçekleşen bu tür ihlallerin bir şekilde üstünü örtmekte ve bir şekilde bunu basit sorunlar haline indirgemektedirler. Bununla ilgili çok çarpıcı örnekler var elimizde. Birebir komutanı tarafından vurulan, bir operasyon dönüşünde tartıştığı birisi tarafından vurulabilen askerler intihar etti çerçevesinde değerlendiriliyorlar. Ve ailelerine böyle teslim ediliyorlar. Sonra gerek otopsi raporları, gerek aileleriyle yakın zamanda olan diyalogları bir araya getirdiğimizde pek çok bulgu esasında bir intihar söz konusu olmadığını, aksine bir cinayet söz konusu olduğunu gösteriyor. Ve bununla ilgili çok kuvvetli delillerle davalar açıldı.

Şimdi bu da gösteriyor ki, askeriyenin yani vatanı emanet ettiğiniz bir mekanizmanın içinde çok travmatik bir hadisenin, insanları intiharlara sürüklediğini öbür yandan da askerin içerisindeki pek çok cinayetin de intihar çerçevesine sokularak örtbas edildiğini de gözlemlemekteyiz. Bire bir somut delillerle ulaşmaktayız. Biliyorsunuz TSK ciddi manada disipliniyle övünen bir kurumdur. Aslında disipliniyle övünen bir kurumun çok büyük problemleri olduğunu, kendini ifade ederken kullanmış olduğu sıfatı taşımadığını gözlemlemekteyiz.

Biz biliyoruz ki, askeriyeye yüklenmiş en önemli vasıflardan bir tanesi Peygamber ocağı olması idi. Biliyorsunuz Peygamber ocağında insanların gusül abdesti almaları yasak, namaz kılmaları zinhar yasak idi. Yani böyle bir Peygamber ocağı yutturmacasıyla on yıllardır bu ülkede meşrulaştırılan askeriyenin aslında şeffaflaştığı zaman ya da bir şekilde artık bilgilerin son iletişim araçları vasıtasıyla daha hızlı bir şekilde topluma ulaşabileceği şekle gelmesiyle biz şunu görüyoruz ki, askeriye esasında ciddi manada sorgulanması gereken, her yönüyle sorgulanması gereken dipsiz kuyu bir gibi, karanlık bir kuyu gibi önümüzde durmaktadır. Askeriyenin sivil denetime açılması, sivil halkın ulaşabileceği şekilde kontrol ve denetlemesinin yapılması elzemdir diye düşünüyoruz.

Askeriyedeki hak ihlallerinin çok farklı bir boyutu da var esasında. O da askeriyenin mali kaynakları bir şekilde gasp etmesi ve kendisine böyle bir sistem kurulması. Bunun adına biliyorsunuz Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) deniliyor. Bu da başka bir boyutu. OYAK,  askeriyenin mali kaynaklar çerçevesinde oluşturmuş olduğu sermaye gücü. Bu sermaye gücüyle 28 Şubat’ta çok büyük işler gerçekleştirdiler. Ama ondan önce iki temel şeyi belirtmek istiyorum. Biliyorsunuz 1950’lerden gelen yedek subaylık uygulamaları vardı. OYAK ile ilgili bütün yedek subaylardan son 50-60 yıldır kesinti yapıldığı halde yedek subaylar OYAK’tan bir gıdım faydalanmamaktadırlar. Burada yedek subaylar üzerinden çok yoğun bir hak gaspı vardır. Ama OYAK’ın girdiği, yaptığı işlere bakarsanız, OYAK Holding’in yaptığı çalışmalara bakarsanız, çok ciddi bir para kaynağı oluşturulduğu ve bunun sömürüldüğü açık bir gerçekliktir. Türkiye’deki en önemli sermaye odaklarından biri olup, aynı zamanda 28 Şubat sürecinde yapılan bir pratiğe dikkatinizi çekmek isterim. 28 Şubat sürecinde Rahmetli Başbakan Sayın Necmettin Erbakan, düşürüldüğü ve Mesut Yılmaz hükümetinin görevlendirildiği haftayı hatırlayalım. O hafta daha henüz güvenoyu almadan, ekonomiden sorumlu bakan olarak atanan Güneş Taner 3 tane iş gerçekleştirdi. Bir tanesini Erbakan Hoca’nın havuz sistemini hemen lağvetti. İkincisi bütün askeriyenin tamamını hayat sigortasıyla sigortalamak üzere bir karar çıkarttı. Üçüncüsü, büyük bir hazine satışı yaptı. İşin ilginci bu son iki maddeyle ilgili ne oldu biliyor musunuz? Askeriyenin bütün personeli sigortalandı, bilin bakalım sigortayı hangi şirket kazandı? Aksa OYAK. İhaleyi kim aldı? Koç Finans, Koç Bank. Bir şey söylememize gerek yok. OYAK’ın işlevi ve 28 Şubat sürecindeki rolü ile alakalı bu kadarı dahi yeter. Askeriyenin ekonomik boyutuyla, disiplin boyutuyla ve her yönüyle muhakkak sivil denetime açılması, şeffaf denetime açılması gerekmektedir. Bunu elzem görüyoruz. Daha akılcı eğitim politikalarının, daha hesap verebilir yöntemlerin askeriye içinde gerçekleştirilmesi, ciddi bir revizyona tabi tutulması gerekmektedir diye düşünüyoruz.

“28 ŞUBAT YARGI KARARLARI İPTAL EDİLSİN” KAMPANYASI DÜZENLEDİK

Darbe komisyonları kuruldu, 28 Şubat’la ilgili davalar devam ediyor.  Ama özellikle 28 Şubat’ta ve 12 Eylül’de mağdur olan, Salih Mirzabeyoğlu gibi pek çok isim var. Bunun dışında basına çok da yansımamış isimler var. Darbe sürecinde mağdur olmuş isimlerin haklarının iadesi konusunda veya o süreçte birtakım haksız hukuksal uygulamalarla hapsolmuş insanların haklarının geri kazanılması konusunda bir çalışmanız var mı?
Bizim bu konuda bir çalışmamız var. Bakınız, biz biliyorsunuz bir kere bu darbecilere yönelik bir çalışma yaptık. Bu çalışmalar hamdolsun bir şekilde neticelendi. Var olduğumuz günden itibaren darbelere ve darbecilere karşı duruşumuz, zaten sizlerin ve kamuoyunun malumu. Biz 28 Şubat sürecindeki darbecilerin ve ondan önceki darbecilerin ve darbeye teşebbüs edenlerin yargılanmasıyla ilgili davayı güderken -aşağı yukarı 1 yılın üzerinde bir süredir sürdürdüğümüz- başka bir kampanya başlattık. 28 Şubat sürecindeki bütün yargılamaların iptal edilmesi ve yeniden yapılmasıyla alakalı bir kampanyayı, “28 Şubat yargı kararları iptal edilsin” kampanyası düzenledik. Bu kampanya hala web sitelerimizdeki banner’larımızla ve şubelerimizin pek çok yerel etkinlikleri ile devam etmektedir. “28 Şubat yargı kararları iptal edilsin” kararıyla ilgili bir dilekçemizi de TBMM Başkanlığı’na hitaben kişiye ait dilekçeler tarzında düzenledik. Herkes bu dilekçeyi imzalıyor ve TBMM’ye biz toplu olarak gönderiyoruz. Dileyenler bizim internet sitemize girmek suretiyle TBMM’ye hitap eden dilekçeyi imzalarlar ve Meclis’e gönderebilirler.

Şimdi bakınız, bu çalışma ne için yapıldı? 12 Eylül ve 28 Şubat darbe süreçlerinden sonra yapılan yargılamaların tamamı darbe anayasası ve kanunları çerçevesinde yapılmış ve adil yargılamanın önü kesilmiştir. Yani bir hakim olsanız, yapacağınız yargılamanın adaletli olmadığını bile bile karar vereceğiniz bir süreci yaşadık. Sadece kasıtlı olarak yapılan, askeriyeden brifing alınarak ideolojik bir perspektiften yapılan yargılardan da bahsetmiyorum. Yani herhangi bir hakim, önüne gelen kanunla iş gördüğü için o kanunun adaletsizliğinden kaynaklanan pek çok adaletsiz karara da imza atmış durumdadır. Dolayısıyla biz avukatlarımızla beraber topyekûn, bütün bunların giderilebileceği tek bir usulün gerçekçi olduğunu tespit ettik. Ve bununla ilgili bir kampanya başlattık. Büyük Millet Meclisi oturacak bu süreçte gerçekleşen yargıların adil yargılama olmadığı gerçekliğini, tabi pek çok somut delillerimiz var elimizde, o somut delillerle gözlemleyecekler ve bunun üzerine bir kanun çıkaracaklar.  Diyecekler ki, şu tarihler arasında yapılan yargısal kararlar iptal edilmiştir. Bu kanun çıkartılırsa o zaman 28 Şubat sürecinde kendisinin adil yargılanmadığına dair, kendisiyle ilgili adaletin tecelli etmediğine dair kanaati bulunan her mağdur, bir kısım kamuya malul olan işler de ise devlet res’en davayı açacaktır ve o dava yeniden görülecektir. Böylece bu yargılamaların adil bir şekilde oluşmasının zemini hazırlanacaktır. Tabi Salih Mirzabeyoğlu, takipçilerinin çok sıkı takip ettiği ve kamuoyunda çokça ifade edilen bir isim. Salih Bey, tabi ki bu konunun çok önemli mağdurlarından bir tanesi. Ama bunun yanı sıra ismi zikredilmeyen pek çok mağdur söz konusu.

Biz sadece İslamcı camiaya baktığımız zaman biliyoruz ki, İslami hareket davasından Umut davasına, Umut davasından Jak Kamhi davasına, Jak Kamhi davasından El Kaide adı altında yapılmış operasyonlara kadar pek çok operasyonda esasında bir genellemeyle, bir paketin içinde sunulmuş insanların, tamamen adil yargılama şartları gerçekleşmeden adaletsiz bir şekilde tutuklulukları ve mahkumiyetleri devam etmektedir. Daha sıcak hadiselerden bir tanesi Sivas davası ile ilgili olan hadisedir. Sivas davasında adil yargılamanın olmadığı, yargının emir komutayla görüşünün değiştirilip, can yakıcı bir şekilde 30 küsur idamla neticelendiği bir davadan söz ediyoruz. Bu süreçte tutuklanıp yargılanan veya bir şekilde tutuklanmasa da yargının peşinde olduğu, sanık durumunda olan insanların tamamı esasında, birincil normal başlayan yargılama süreçlerinde eldeki delillerle o günkü kanunlar çerçevesinde sadece toplantı, gösterilere muhalefetten suçlu bulunabilir. Peki ne yapmıştır yüksek yargı?  “Olmaz siz bunları devlete karşı kalkışma çerçevesinde değerlendireceksiniz” deyip, o konjonktürün ve siyasetin baskısı ile yeni bir karar aldırmış ama bu arada aslında öldürülen 33 kişinin katillerinin üzeri gizlenmiştir. Yani Sivas davasında gerçek katillerin üzerini örtmek için aslında o gün orada sadece kesinlikle tasvip etmediğimiz bir fiili seyretmek için dahi olsa bulunan insanlar suçlanmıştır. Fakat o katliamı gerçekleştiren insanlar değillerdir. Çünkü Sivas katliamını gerçekleştiren bir aklın, birebir o insanları yönlendiren organizasyonun bulunduğu davayı az çok takip eden herkes tarafından bilinmektedir. Bu çerçevede adil yargılamanın olmadığı en başat davalardan bir tanesi de Sivas davasıdır. Biz bu konuda özellikle son iki yıldır da şunu ifade ediyoruz: Sivas davasının iki tane mağduru vardır. Katledilenler mağdurdur, bir de onların katilleri diye tutuklanıp, yargılanıp esasında onların katilleri olmayan, gerçek katillerin gizlenmesi için yargının oluşturduğu bu süreçte mağdur olan insanlar… Bu noktada da biz bunların topyekun tamamının asli çözüm yolunun 28 Şubat yargı kararlarının iptal edilmesi olacağını düşünüyoruz. Bu konudaki teklifimizi kamuoyuna açtık, kampanyamıza bütün toplumun katılımını talep ediyoruz. Bu konudaki dilekçelerimiz 100 bine ulaştıkça Meclis’e götürüyoruz. 100 bin’lik bir paketi Meclis’e gönderdik.

Son olarak eklemek istedikleriniz neler?…
İnsan hakları konusu başlandığı zaman bitirilebilecek bir konu değil maalesef. İnsan hakları konusunda MAZLUMDER’in özellikle iki temel konuyu önemsediğini belirtmek isterim. Biz vahiyden hareketle insan hakları konusunda okuma yapan bir kurumuz. Onun için insan haklarını kula kulluğa karşı bir duruş olarak bilmekteyiz, böyle inanmaktayız. Bu çerçevede de insan hakları alanının önemli olduğunu, hak arama bilincinin önemli olduğunu düşünen, bu noktada toplumsal duyarlılıkla ilgili çalışmaları olan bir kurumuz. Bu vesileyle kamuoyunu insan hakları ve hak arama bilincine duyarlı olmaya davet ederiz. Siz de kurum olarak buna vesile olduğunuz için çalışmalarınızda başarılar diler, bu hassasiyetinize teşekkür ederim.

on5yirmi5.com