AKP’nin tarihsel misyonu

Olaylar
Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Markar Eseyan, Akif Emre, Rasim Özdenören, Gökhan Özcan; Star gazetesinde Taha Özhan, Ardan Zentürk, Ahmet Taşgetiren, Orhan Miroğlu; Sabah Gazetesinden; Mahmut Öv...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Markar Eseyan, Akif Emre, Rasim Özdenören, Gökhan Özcan; Star gazetesinde Taha Özhan, Ardan Zentürk, Ahmet Taşgetiren, Orhan Miroğlu; Sabah Gazetesinden; Mahmut Övür, Mehmet Barlas, Haşmet Babaoğlu, Okan Müderrisoğlu; Türkiye gazetesinden Fuat Uğur bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması gereken yazılar…

Ali Bayramoğlu: Cemaatin kısa siyasi tarihi (2)

Cemaatin devletteki dokusuna yapılan operasyonlar bir kaç gün sonra yapılacak seçimler kadar önem taşıyor ve tartışılıyor.

Ve daha uzun süre tartışılacak.

Bu açıdan ortada pek çok soru var. AK Parti cemaat ilişkisi nasıl bir tabiata sahip? Bu ikili arasındaki işbirliği nasıl bir şeydir? Cemaate atfedilen hukuksuzluklardan AK Parti haberdar mıydı? Veya bunların siyasi sorumluluğu ona mı aittir? Bir dini yapı ahlaki, sosyal, kültürel faaliyetlerden nasıl oldu da, siyasi faaliyetle alanına geçti, nasıl oldu da dayanışma düzeninden aktif bir iktidar odağı üredi? Bunun aşamaları ve koşulları nelerdi?

Bundan 20 yıl önce İslami görünürlüğe yönelen ‘ağır baskı dönemi’, 28 Şubat süreci, aynı zamanda bir ‘açılma dönemi’nin de ilk işaretlerini vermişti. 28 Şubat bir kaç yıl içinde iflas ederken, ülkede yeni bir siyasi hassasiyet kapısı açılacaktı. Temel hak ve özgürlüklerle ilgili mücadele ve taleplerde dine ait olan hak ve beklentiler ön sıraya geçiyor, hatta (kamusal alan tanımı gibi) nitelikleri, (AK Parti gibi) aktörleriyle moral bir üstünlük sağlayıp, önemli ölçüde taşıyıcı olmaya başlıyordu.

(1) 2000’li yıllarda ve bu koşullarda Türkiye inişli çıkışlı bir süreçte ‘din-toplum-devlet ilişkileri’nin normalleşmesini yaşadı. Dini örgütlenmelerin üzerindeki ağır baskı tedrici olarak kalkarken, dindar memura, dindar siyasi aktöre yönelik sistemli takibatlar da sona erdi. Devlet alanında bir cemaatin, tarikatın ya da dini bir grup üyesi olmak sorun oluşturmaktan çıktı. Gülen cemaatinin önünü açan önemli unsurlardan birisinin bu çerçevedeki demokratikleşme süreci olduğuna, sivil, bireysel ve sosyolojik alanda elde edilen özgürlüklerin siyasi suistimalle kullanılması olduğuna bugün hiç bir şüphe yok.

(2) Öte yandan 1980’lerde yeni dinamiklerle kendisini yeniden tanımlayan İslami hareket, Türkiye’de de kendi iç öyküsünü dönüştürüyor, geleneksel varoluş biçimleri tarikat ve benzeri yapılar, kamusal alan ve kimlik hareketleri kaşısında geriliyordu. Nitekim 2000’lere gelindiğinde geneleksel yapılar çok zayıflamıştı. Bu alandaki en örgütlü, en güçlü yapı, intibak gücüyle, modern unsurlara kurduğu ilişki üzerinden ve devletten kültüre uzanan bir hatta tüm mensuplarını kuşatan, hem yatay networkleri hem dikey bir hiyerarşiyi aynı anda içeren Gülen cemaati olarak kalmıştı.

(3) 2000’li yıllarda yeni açılan sayfada ülke demokratikleşme ve normalleşme sürecinin büyük çatışmalar ve gerilimlerle yaşandığına tanık oldu. Özellikle 2003’ten 2004’ye kadar giden dönem hala eski rejimin hakim olduğu, değişim sürecini kilitlemeye yöneldiği, tehdit ve darbe girişimlerini içeren bir dönemdi. Bu dönemde devletin kritik haber alma noktarında yer tutan, cemaatini korumak ya da o cemaatin faydası istikametinde hareket eden mensuplardan gelen bilgilerle ‘darbe tehdidi’nin en çok farkına varan Gülen olmuştu. Böyle bir tehditin en büyük hedefin kendileri olduğunu değerlendiriyorlardı. Sivilleşme ve açılma döneminde devlet içinde siyasi aktif yayılma seferberliğine böyle giriştiler. Ve eski rejim unsurları karşısında kendini koruma yerine o unsurlarla açık mücadele niyetine yöneldiler. 1999’la başlayan, 2003 ve 2004’le devam eden tehdit algısı ve devlet içi aktif örgütlenme hali, 2007’deki 27 Nisan muhtırası, onu takip eden andıçlar silsilesiyle doruk noktasına varacaktı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Markar Eseyan: Günahı olmayan ilk taşı atsın…

Eski Türkiye’nin ‘kurucu ötekileri’ Ermenilerdir. Türkiyeli Ermeniler bu ağır yükü her zaman sırtlarında hissettiler. İttihatçılar ve Kemalistler, gerçekte var olmayan, organik Türklüğü de dışlayan ırkçı bir vatandaşlık kafesini Ermeni düşmanlığı üzerinde bina ettiler. Devlet tabii ki tüm halktan nefret ediyordu ama, 1915 travması merkeze Ermenilerin alınmasını gerektirdi. Öyle ki, 1915’i reddetmek ‘Türk’ olmanın, Ermeni’yi aşağılamak ise kendine değer aktarmanın formülüne dönüştü. Ermeni değersizleştirildiği oranda ‘Türklük’ değer kazanıyor, ideoloji kökleşiyordu.

Koca bir devlet teknolojisi Ermeni düşmanlığı üretmek üzere programlandı ve bu ayrımcı devletin varlığına bağlandı. Kitleler ırkçı bir tarih anlatısı ile doktrine edildi. Bir yandan şeytanlaştırma devam etti, öte yandan da kılıç artığı Ermenilerin maddi varlıkları imece ile yağmalandı. 1923’ten sonra dahi rahat bırakılsalar bugün ülkede birkaç milyon Ermeninin yaşaması gerekirken, sadece Ermeni oldukları için çağdaş-laik Kemalistlerce eziyet gördüler, göçe zorlandılar, 50 bin gibi bir sayıya gerilediler. Vakıf mallarına devlet sürekli el koydu, dillerini ve dinlerini yaşamalarının önüne geçildi.

Türkiye’nin kuruluş hikâyesi işte böyle travmatik… Ötekileştirmenin temel bir ideoloji olduğu, endoktrinasyon sayesinde kitlelerin ‘Ermeni’de cismanileşen bir öteki nefreti ile malul edildiği, bunun kollektif bir bilinçdışı oluşturduğunu da kabul etmeliyiz.

Ama sorun sadece bu değil. Türklerle en az bin yıl, Kürtlerle çok daha uzun süre birlikte yaşayan bir halk kısa sürede buharlaştırılmıştı ama, onların bıraktığı koca boşluk toplumsal hafızada yerini koruyordu. Ermeni karşıtlığı, Ermeni olgusunu hafızadan kazımaya çalışıyordu ancak böylelikle onun varlığını da sürekli canlı tutmuş oluyordu. Bu bir nevroz yarattı; insanlar Ermeni kavramına hem öfke hem de suçluluk duygusu ile bağlandılar. Hayaletler bir türlü yok olmadı, ölüler, anılar hep geri geldi. Ermenilik hep netameli ve yan yana durulması zor bir konu oldu.

Başbakan Erdoğan geçen gün bir ortak yayında geçmişte insanların Kürt, Alevi vs. olduğunu söyleyemediğini, herkesin artık kimliğini açıkça ifade edebildiğini anlatmaya çalışırken, kendisine yönelik söylenen ‘döl’ sözünden kaçınmak için ‘Çıktı bir tanesi affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu’ dedi. Burada ‘çirkin şeylerle’ sıfatının ‘döl’ sözüne bağlandığı ortada. Ama söylem sorunsuz değil.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Akif Emre: Hissiyat-fikriyat kıskacında Türkiye

Bu yıl yüzüncü sene-i devriyesi yaşanan ‘Harb-i Umumi’, yani Birinci Cihan Harbi sıcak bir yaz günü başlamıştı: 28 Temmuz 1914. Daha büyük yıkımlara, insan kaybına mâl olan İkinci Dünya Savaşı’ndan çok Birinci Dünya Savaşı bizi, bizim coğrafyamızı, İslam alemini birince elden etkileyecekti. Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük mağduru olmamıza ve bu savaşın siyasi, ekonomik, kültürel etkilerini hala yaşıyor, hissediyor olmamıza rağmen nedense üzerinde pek durulmaz. Böylesine büyük altüst oluşun adeta unutulmak istenmesi, hep Avrupalılar üzerinden okunması bile bizdeki zihinsel travma etkisine bir örnek olabilir.

Birinci Dünya Savaşı’nın stratejik analizini yapmak değil amacımız. Ancak bugün yaşadığımız pek çok siyasi, kültürel ve de zihinsel travmanın bir miladı olarak Cihan Harbi iyi anlaşılmadan bugünün okunması eksik kalacaktır. Türkiye’nin, Ortadoğu’nun, genel anlamda İslam aleminin çırpınışlarının, yaşanan kaos ve arayışların kökeninde bu savaşın izleri var.

Kısaca, ne olmuştu Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde? Osmanlı İmparatorluğu siyasi olarak tarihe karışmış, İslam alemi açısından Hilafet merkezi çökmüş, Ortadoğu’yu ulus devletlere parçalayacak bölüşümün, sömürgeci projenin önü açılmıştı. ‘Almanya yenildiği için biz de yenildik’ efsanesiyle vakit kaybederek, neden Osmanlı’nın bu savaşta çöktüğü sorusuna cevap aramayı erteleyerek bugünlere geldik.

Bu savaşa girmeden önce genç, idealist, heyecanlı, romantik bir kadro adeta Devlet-i Aliye’yi teslim almış, altı yüzyıllık geçmişin/birikimin üstünde zar atıyordu. Osmanlı’yı savaşa sürükleyen, savaşı sevk ve idare eden kadro ve temsil ettiği zihniyet bir ‘neden’ değil ‘sonuç’tu. Osmanlı’nın Avrupalılarla yarış edebilmesi, daha doğrusu devleti kurtarabilmesi için kendi değerlerini terk edip Batılılaşmaya ikna ve icbar edilmeye başlamasından yaklaşık yüz yıl sonra çöküşe götüren savaşa girmek zorunda bırakıldık. Bu yüz yıllık süreç, yani Tanzimat’la ve İngilizlerle Ticaret Anlaşması’yla başlayan süreç, İslam tarihinin en kritik dönemlerinden biridir. Ve ilk kez yabancı reçeteye sarılarak, kendi değerlerinden kuşkuya düşerek bir çıkış arayışının tarihidir. Başlangıçta tamamen pragmatist ve sınırlı alanda başlayan Batılılaşma, zamanla bir zihniyet meselesi haline gelecektir.

Yüz yıldan kısa bir zaman diliminde şeklen korunan toplumsal hafızaya, inanç dünyasına sirayet etmese de teknik, uygarlık, modern zihniyet çerçevesinde Osmanlı karar vericilerini etkileyecek, belirleyici olacaktır. Ulemanın sürece cevap vermede yetersizliği ya da olup biteni yeterince iyi okuyamamasından dolayı bürokratik elit ve aydınların hakim olduğu Batılılaşma çabalarıyla devlet kurtarılmaya çalışıldı.

Sonuçta Sultan Abdülhamid döneminin bitmesiyle başlayan Cihan Harbi ile fiiliyata ve resmiyete dökülen ‘son’ geldi. Sadece bir devlet dağılmadı; Avrupa tarihinin de en belirleyici siyasal yapısı tarih dışına itilirken İslam ümmeti tarihinde hiç karşılaşmadığı bir siyasi ve teolojik kaosla yüz yüze geldi.

Savaştan tam yüz yıl sonra Türkiye benzer bir iddiayı dillendirir oldu. En azından içe kıvrık söylem yerine daha iddialı siyasal sloganlar tedavüle sürüldü. Ortadoğu daha fazla sürdürülmesi mümkün olmayan yapay sınır ve siyasal yapılarla değişime zorlanıyor. Yeni bir kaos dönemi, yeni bir düzen arayışını getirmekten çok daha büyük belirsizliklere, çatışmaya, İslam ümmetinin umudunu yitirecek oluşumlara kapı aralayacak gibi duruyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Rasim Özdenören: Bu seçim de kritik önemde

Ülkemizde, siyasal düzlemdeki her seçim kendi koşulları çerçevesinde daima kritik önem taşıyan özellikler göstermiştir.

Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi de kritik önem taşıyan özellikler içeriyor. Şöyle ki:

Bu seçimde yarışı statükoya bekçilik yapmak isteyen bir figür (Ekmeleddin İhsanoğlu) ile statükoyu aşmak isteyen bir devrimci (Recep Tayyip Erdoğan) götürüyor. (Üçüncü aday –Selahattin Demirtaş- buradaki konum açısından, ilgi alanımın dışında kalıyor). Millet kimi tercih edecek: statüko taraftarını mı, devrimciyi mi?

Ben, kural olarak olaya kişi bazında bakmam. Kimin eli kimin cebinde durumu beni zorunlu olmadıkça ilgilendirmez. Ben, olaya ilke bazında bakarım. Olaya ilke bazında bakmaya, anlamaya, çözümlemeye özen göstermek isterim.

Soru şu: seçmen, acaba hangi kritere göre oyunu kullanacak?

‘Ben olan bitene karışmam, seyrederim’ diyeni mi tercih edecek; yoksa hayallerini anlatan, neyle mücadele edeceğini, neyi inşa edeceğini açık seçik bir dille ifade eden birini mi?

Biri, statükoya abanacağını, onu koruyacağını anlatmaya çalışıyor. Üstelik bunu bile vazıh bir dille ifade etmeyi başaramıyor. Diğer aday ise, ülkeyi kurulu düzenin handikaplarından kurtarmaya çalışacağını ilan ediyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Gökhan Özcan: Bir vazonun kıyameti

Vazo düşüp kırıldığında, etrafa dağılan parçaların hiçbiri kendi başına bir anlam taşımaz artık.

Son çektirdiğimiz fotoğrafların tamamında aşırı toplumsal kontrast var. Bu sebeple ki biçimlerde, hatlarda, renklerde, tonlarda ayrıntılar giderek kayboluyor.

Sebepsizce söylediğinden emin olan birine, tereddütlerin barındırdığı zengin ihtimalleri anlatamazsınız.

Sözlerimiz, hararetli muharebelere girişmeden önce keşke kalkıp güzel bir abdest alsalar.

Yüzde yüz haklı olduğuna inanan insanlar, yüzde yüz haksız olduklarına inandıkları ile nerede buluşup konuşacaklar?

Garip bir zaman… Sözler insafsızca talan edilirken anlamlara hiç kimse dokunmuyor.

Bazen kelimelerinizle aranıza o kadar çok insan giriyor ki, siz bile hatırlamakta zorlanıyorsunuz onları tam olarak ne için bir araya getirdiğinizi.

Bir oyuncak müzesine gidin en kısa zamanda; ‘insan’da nelerin kaybolup gittiğini çok net göreceksiniz…

Bütün bu lüzumsuzluklar ne kadar meşgul ediyor beni, ellerimi cebime saklamayı çok özledim!

Bir mübarek bulut ki, her şeyi bir yana bırakıp, sadece O’na gölge olmaya koşardı.

Kırk sene boyunca çiçeklere kulak verdi. Kırk sene sonunda kanaat getirdi ki; çiçekler aslında çok güzel konuşuyor, kulakları hiç güzel duyamıyor.

Belki biri kapıyı içeriden çalmayı akıl etseydi, dünya dışarıdan merakla ‘Kim o?’ derdi.

Niyazla açılan her avuç, ağzına kadar gökyüzüyle dolar.

Muhtemel ki bütün pencereler şairane bir yanılgı içinde kendileriyle bulutları çerçevelemeye çalıştığımızı zannediyor.

Hep böyle oluyor; unutmayı bir türlü beceremediğim bir şey, hatırlamak için kıvrandığım bir başka şeyin önüne geçiyor.

‘Doğal felaketler arttı’ cümlesi, doğanın bütün dengelerini bozanların suçu kendi üstlerinden atmak için uydurdukları abuk sabuk bir tekerleme…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Taha Özhan: Tüneldeki İsrail

2005’de İsrail’in Gazze’den çekilmesinden bir yıl önce, Ariel Şaron’un akıl hocası Dov Weissglass, Haaretz’deki bir mülakatta şöyle diyordu: ‘(Gazze’den) Geri çekilme planının önemi barış sürecini donduracak olmasıdır. Süreci dondurduğunuzda, Filistin devletinin kuruluşunu, sınırları, mültecileri ve Kudüs’ün tartışılmasını da engellemiş olursunuz. Fiili olarak, Filistin devleti denilen ‘paket’, belirsiz bir zamana kadar gündemimizden çıkarılmış oldu. Bütün bunlar, Amerikan başkanının takdiri ve Kongre’nin iki kanadının da onayıyla oldu.Gazze’den geri çekilme aslında bir formaldehitti. Gerekli olan miktarda formaldehiti arz ederek, Filistinlilerle siyasi bir sürecin yürümesini engellemiştir.’ (Mouin Rabbani, LRB, 31.07.14)

İsrail, 2004’de dillendirilen bu plandan neredeyse hiç sapmadı. Havadan mahallesine önce bildirilerin, ardından da bombaların yağdığını gören Filistinliler, her geçen gün, uzunluğu 41 km, genişliği en fazla 12 kilometreyi bulan şeridin merkezine doğru sıkışmaya devam ediyorlar. Kilometrekareye beş binin üzerinde insanla, dünyanın en yoğun nüfusunun yaşadığı Gazze şeridinde, şehir merkezine doğru sıkışmanın, Nazi toplama kampındaki manzaralardan hiçbir farkı bulunmuyor. Gazze şeridinin etrafına, takriben %40’tan fazla bir kısmını yeni işgalle bir tampon bölge daha ekleyen İsrail, Filistinlileri şehir merkezine mahkum etmiş durumda. Başka bir deyişle, kilometrekareye nüfus yoğunluğu 7-8 bine ulaşan Gazze bombalanmaktadır. Bunun iş çıkış saatinde büyük bir şehrin merkezine bomba yağdırmaktan bir farkı bulunmuyor.

Filistin’in maruz kaldığı Siyonist uygulamaların neredeyse tamamında ya doğrudan ya da sembolizm anlamında Nazi uygulamalarıyla ünsiyet kurmak mümkün. Tünel de bunlardan birisi. Auschwitz’de 1943’de ölen 11 yaşındaki Marion Samuel isimli bir çocuğun hikayesinden yola çıkarak yazılan “Tünelde” isimli biyografi, müellifine ödüller de getirmişti. Kitabın ismi, Samuel’in Nazilerden kaçan Yahudiler için söylediği ‘tünele giriyorlar, kayboluyorlar’ cümlesinden. 70 küsur yıl sonra, tüneller yine İsrail’in gündeminde. Yahudi bir askerin, Gazze’den işgal altındaki topraklara doğru açılan tünelin içerisinde verdiği poz, İsrail ve Amerikan medyasında son iki haftanın en popüler resmi. Fotoğrafların altında ‘Terör Tüneli’ yazıyor. 

Aslında Yahudi askerin tüneldeki manzarası İsrail’i oldukça güzel resmediyor. Önce Filistinlilerin etrafını, dolayısıyla kendi etrafını da, duvarlarla çeviren İsrail, şimdi de tünellere sıkışmış durumda. Nazilerin elinde yaşadıkları onca acıdan zuhur eden aklın ve ahlakın kalitesi, bugün Gazze’de gördüklerimizden ibaret. İnsanoğlunun öldürmeye dair ulaşabileceği en sofistike ve zalim Alman mühendisliğine maruz kalmış bir kavmin, bütün öğrenme eğrisi işgal ahlakından ibaret. İsrail içine düştüğü tünelden çıkabilir mi? Oldukça zor görünüyor.Zira ‘Eretz İsrail’ üzerine bina edilen Siyonist proje, zannedilenin aksine bir gelecek bir projesi değil. Aksine ‘geçmişi inşa’ etmekten öte bir ufuk yok. Hal bu olunca İsrail’in içinde bulunduğu tünelden çıkması da, tünelin ucunda ışık görünmesi de imkansız. Samuel’in dediği gibi ‘tünelde kaybolmaya’ devam ediyorlar. Tek fark, bu sefer, tünelleri İsrail inşa ettiriyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ardan Zentürk: İspanyollar kadar olamadınız!

Onu, yakın dönem sinemasının iz bırakmış filmlerinden hayli önce, 1990 yapımı, “The Ages of Lulu” filmindeki küçük ama çok zorlu rolünde fark etmiştim. Javier Bardem, demek, bir gay kulüp çevresinde şekillenen gelişmelerde kendini gösteren o berbat karakteri canlandırmaya soyunduğunda 21 yaşındaymış!.. İngiliz sansür kurulunun bile 2 dakika 55 saniyesini sansürlediği filmde canlandırdığı o karakter, bıçağın ucunda bir portreydi, başaramasaydı, kaybolup gitmişti… 

Ama başardı…

İngilizce’yi, kendisiyle çalışmak isteyen ünlü yönetmenlerin zorlamasıyla öğrenen bu “tipik” İspanyol, başarı çizgisini Oscar heykeline kadar yükseltti…

İspanyol sinemasının kuruluş yıllarının iki önemli ismi, Rafael Bardem ile eşi Matilde Munoz Sampedro’nun torunuydu ve annesi, döneminin önemli sinema sanatçısı Pilar Bardem evladını tek başına yetiştiren güçlü bir kadındı. Yaşam öyküsünde en çok dikkatimi çeken, diktatörFranco döneminde anti-faşist filmler yapan ve bedelini de faşizmin cezaevlerinde ödeyen amcası Juan Antonio Bardem’dir. Anladığım, sinemacı genetiğini aile büyüklerinden, faşizme karşı soylu duruşunu amcasından aldığıdır…

Rol aldığı filmlerin, çizdiği karakterlerin, aldığı ödüllerin hepsini buraya yazsam bana ayrılan sütun yetmez ama, Cohen Kardeşler’in en iyi filmi olarak adlandırılan No Country For Old Men’deki mafya tetikçisi Anton rolü zirvelerinden biridir…

Barcelona filminde birlikte rol aldığı İspanyol sinemasının genç yıldızı (ünlü yönetmen Pedro Almodovar’ın vazgeçemediği yüzdür) Penelope Cruz ile örnek evliliği dikkat çeken bir karakter…

Kuşkusuz, Javier Bardem, Penelope Cruz ve Pedro Almodovar, İspanyol sinemasının önde gelen diğer isimleriyle birlikte, İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlayan o bildiriyi imzaladıklarında kaybedecekleri çok şey olduğunu biliyorlardı… O bildirinin imzacıları açısından, Yahudi sermayesinin en muhafazakar isimlerinin hakim olduğu Hollywood’un kapıları bugünden kapanmış demektir!..

Ama, onlar korkmadılar… Bir, kendilerine ve sanat güçlerine güvendiler, iki, ülkelerinin arkalarında duracağından emindiler. Nitekim, Hollywood’un tepelerinden yapılan açıklamalar “bir daha sizleri buralarda görmeyelim” tonunda şekillenirken, İspanyol halkı, bildiriyi gururla karşıladı..

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Mangalı yanan adam!

Bu yazı Naim Karaman Hoca için. Dar-ı bekaya irtihal eyledi Hoca. Allah Teala rahmeti ile muamele buyursun. Mekanı cennet olsun. Diğer dostlarla birlikte Cennette cem oluruz inşaallah. 

“Mangalı yanan adam” sözü ona ait. Yüreği yanan adam, dava ateşi sönmemiş adam, diri adam demek bu.

Hocanın kendisi de öyleydi elhak.

Onunla 1992 yılı Ekim ayında Altınoluk dergisi için sohbet yapmışız. Neler neler konuşmuşuz; bulun okuyun derim size o mülakatı. Altınoluk’un web sitesinde var.

Naim Karaman Hoca değişik bir Hoca idi. Hayatın içinde bir Hoca. İmam Hatibi bitirmiş, Hukuka gitmiş, avukat olmuş ama mihrabı ve kürsüyü seçmiş bir insan.

Öğrenci iken okuldan kaçıp çingenelerle misket oynayan, ama o dönemdeki İmam Hatip Hocalarının içine yerleştirdiği yürek yangınıyla kürsülerde yepyeni bir bilinç inşasına soyunan bir insan. Ona gençlik meselesi sormuşuz o gün. Bakın ne cevap  vermiş:

“Ben yıllardır gençlik meselesini İslâm cemaatının bir parçasıdır diye düşünmüşümdür. Yani vaazlarımızda, bir paragraf açacak olursak ‘Çocuklarımız adam olmadıysa biz adam olmadığımızdandır’ diye söylerim. Tabiatıyla gençlik de bir zümredir, yönelişleri vardır, ihtiyaçları vardır, birçok duyguları kendi çağına göredir. Onların problemlerinin olması doğaldır. Ve onlara, halka göre daha değişik bir şekilde yaklaşmamız iktiza eder. Bu yapılıyor da. Ama daha ziyade konu iletişim vasıtalarıyla ilgili. Yani oturduğunuz yerden gençlere varamazsınız. Dergi kafi değil, gazete ister, gazete kafi değil, TV ister, TV kafi değil, belki video kaset üreten birimlerimizin bulunması icap eder. Mahallelerdeki camilerin, gençlerin isteklerine cevap verecek ünitelere sahip olması gerekir.

“Aleyhissalatü vesselam efendimizin mescidindeki hadiseleri biliyorsunuz. Mesciddeki hadiseleri, oyunları, güreşleri, o kalkan ve kılıçları… Efendimizin onları seyredişini. Şimdi kendi camilerimizde toplamak istediğimiz insanların, gençlerin, kadınların, çocukların, ihtiyarların ihtiyaçlarına cevap verecek üniteleri düşünmemiz lazım. Türkiye’de ibadethanelerin yapımında çok büyük masrafların yapıldığını, fakat fonksiyonel ünitelerin camilere kazandırılmadığını görüyoruz. Camiye iki minare yapıyoruz. Bir minare bugün yaklaşık 80 milyon lira. Yanına bir 80 milyon daha gömmek yerine camiye bir medrese, bir misafirhane, bir aşhane, hangisi lüzumluysa onu yapmak gibi gençlerin imdadına koşmalıyız. Bizim gençlik meselelerine biraz gözlerimiz tıkalı. Çoğu zaman azarlayan bir tavrımız oluyor. Sanki düşmana yamanmış bir ordu gibi bakılıyor. Halk içinde böyle olduğu gibi, eğitimcilerde de gerekli tolerans yok. Kanaatimce biz kendi hatamız yüzünden kaybediyoruz. Türkiye’de gündemde olan her meselenin gündemde olması gerektiği gibi bu meselenin de bizim gündemimizde olması gerekir.”

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Orhan Miroğlu: 

Kim seçilirse seçilsin, yeni cumhurbaşkanının  ulusal güvenlik politikası söz konusu olduğunda, görüşlerinin ne olduğunu bilmek, son derece önemliydi..

Hamasi söylemler gırla gitti, ama ulusal güvenlik politikalarının geleceğiyle ilgili akılda kalan bir şey yok.

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası Türkiye, hiçbir şekilde 10 Ağustos öncesi Türkiye olmayacaktır.

Türkiye geçmişindeki suçlarla ve inkar politikalarıyla hesaplaşırken, askeri vesayetle, Kürt sorunu ve azınlıklarla yeni bir tarihsel karşılaşma yaşadı.

Askeri vesayetle mücadele, bizi Kürt sorununun derinliklerine, Kürt sorununun epey geç keşfettiğimiz derinlikleri  ise bizi, 1915’in trajedisine ve yüzyıllık bir yüzleşmeye götürdü.

Askeri vesayet ve onunla alakalı hukuki, siyasi süreçler ve davalar, giderek, 12 yılda gerçekleşen reformları ve değişimleri bir arada düşündüğümüzde, bugün Ergenekon ve Balyoz davalarında helalleşmeyi savunmanın doğru bir tavır olacağı kanısındayım.

Ordunun oldukça sarsılan itibarının, yeniden tesis edilmesi Türkiye’nin en acil meselelerinden biridir.

Ordusuz millet, ordusuz devlet ve ordusuz güvenlik olmaz.

Ne olduğu belirsiz bir terörist grubun-IŞİD’in- Bağdat’a ne zaman saldıracağının beklentisiyle korkulu günler yaşayan Arapların, binlercesi katledilen ve yerlerinden olan Türkmenler’in, Gazze’de çoluk çocuk katledilen Filistinlilerin ve yüz bin kişilik peşmerge kuvvetine rağmen, Sincar’ı IŞİD’e bırakmak zorunda kalan Kürtler’in yaşadığı trajedinin temelinde ‘ordusuz millet’, ‘ordusuz devlet’ ve ‘ordusuz güvenlik’ gerçeğinin yattığını görmek zorundayız.

Uluslar arası güçlerin beslediği ve sahneye sürdüğü terörist grupların her biri, bir kıyamet alameti gibi ortada cirit atmakta, girdikleri bölgelerde katliamlar gerçekleştirmekte ve sınırları altüst ederek, kitlesel göçlerin yaşanmasına sebep olmaktadır. 

Cumhurbaşkanlığı gibi, Türkiye’de, geleneksel olarak askerlerin belirlediği bir makama kimin oturacağına,  halkın oyuyla karar verilecek olması bir devrimdir.

Ama bu devrim, işte yukarda anlatmaya çalıştığımız ve güvenlik duygusunun neredeyse sıfırlandığı, insanların kime ve nasıl güveneceğini bilmediği, güvenlikle ilgili kaygıların haklı olarak arttığı, elinde silah olanın kendini mutlak iktidar ilan ettiği bir dönemde yaşanıyor.

Türkiye kendini arka bahçesinde yaşanan bu kıyametlerden nasıl koruyacak, ordusuyla kavgalı bir toplumun güvenlik kaygıları nasıl sona erecek?

Sivil-asker ilişkilerinde ve ulusal güvenlik politikaları söz konusu olduğunda,  Başbakan Erdoğan’ın ve AK Parti’nin dün nerde durduğunu, gelecekte nerede duracağını az çok biliyoruz.

Ülke toprakları içinde otuz yıl yaşanan silahlı bir çatışmayı sona erdirme politikası ve programı olan yegane parti AK Parti ve onun adayı Başbakan Erdoğan’dır. Bu politikanın yani çözüm sürecinin şimdi ne kadar isabetli olduğu, her geçen gün biraz daha doğrulanmaktadır.

Sayın İhsanoğlu’nun söylemleri maalesef 30’lu yılların Türkiyesine ait söylemlerin ötesine geçemedi.

Türk milleti, Türk gururu  deyip durdu. Cep telefonlarına gönderdiği bayram mesajında bile Türk milletinin bayramını kutlaması, geride kalan herkesi ‘İslam alemi’  kavramı içinde değerlendirmesi beni hiç şaşırtmadı.

Çünkü İhsanoğlu’nun millet anlayışı, Türklükle sınırlı ulusalcı bir anlayış, otuzlu yıllara saplanıp kalmış bir anlayış olmanın ötesine geçemiyor.

Böyle bir anlayışın, kapsayıcı ve herkesin ‘bana ait’ diyebileceği bir ulusal güvenlik politikası inşa etmesi elbette söz konusu olamaz.

Öte yanda, seçim süreci, ulusal güvenlik politikaları konusunda, Kürt adaydan gelebilecek, ezber bozan açıklamalara sahne olabilirdi.

Sayın Selahattin Demirtaş’ın ‘tek ordu’ ve ulusal güvenlik’ bahsinde söyleyeceği her şey, Türkiye’de çözüm sürecine katkı sağlayabilir ve Türkiyelileşme meselesinde HDP’ye ciddi ölçülerde mesafe aldırabilirdi.

Oysa Kürt siyasetinde, kalekol, baraj inşaatlarına bu defa ‘Kürt güvenliği’ için karşı çıkmak gibi bir anlayış, hala da gündemin baş sırasında yer alıyor. Yer almakla kalmıyor, baraj yapımı dahi, Kürtler’i n güvenliğini tehdit eden projeler olarak görülüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Arkasına dolan

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olup olmayacağını artık hiçkimse tartışmıyor. Kılıçdaroğlu’nun “yüzde 60’la alırız”, ya da “belki birinci turda kazanırız” gibi sözlerini kendi basın amigoları bile ciddiye almıyorlar. Fıkra gibi bir adam oldu bu Çakma Gandhi ama gülen yok.

Tövbe, bir Gülen var tabii ama son günlerde suratı asık.

Hele hele İhsanoğlu’na “Emsalettin” diyebilen bir yavru muhalefet liderine o cephede kızan bile yok. CHP’de kanlı bir kurultay hazırlığı yapılıyor da, öbür tarafta emir demiri kestiği için herhangi bir “parti içi hareket” bekleyen de yok.

Öte yandan, yeni cumhurbaşkanının ülkeyi nasıl yöneteceği de belli.

“AKP’nin başına kimin geçeceği” de kimsenin umurunda değil, Abdullah Gül de olur, Bülent Arınç da olur, Binali Yıldırım da olur, Abüzittin Bey de olur, farketmez. Muhalefetin umduğu çatışmalar da çıkmaz.

Yeni cumhurbaşkanının paralel suç örgütünü “bire kadar kıracağından” da kimsenin şüphesi yok.

Merak konusu olan tek bir mesele var: Yeni bir anayasa yapılabilecek mi?

Zor. Çok zor.

Başında “fiilen” Erdoğan olmayan bir AKP, 2015 seçimlerinde, dört yıl önce aldığı oyun üstüne çıkabilir mi? Anayasayı değiştirmek için gerekli 367 koltuğu bulabilir mi?

Tut ki yeni cumhurbaşkanı ayağının tozuyla meclisi feshetti ve hemen bu kış, diyelim aralık ayında erken seçime, ya da muhalif basının sevdiği deyimle “baskın seçime” gitti, bu oy artar mı?

Çünkü oylar artık “kemikleşmiş” gibi görünüyor.

Öyle ya da böyle seçimleri mutlaka kazanan ama yüzde 50’yi de aşamayan bir AKP, öyle ya da böyle seçimleri mutlaka kaybeden ama bir türlü ölmeyen, yüzde 20-30 aralığında zombi gibi gidip gelen bir CHP, “çeşit olarak” da hep yüzde 15 dolaylarında dolaşan bir MHP…

Bu arada yüzde 5 kadar Apocu oyu, yüzde 5 kadar da çeşitli küçük partilere dağılıp çarçur olan “marjinaller”…

AKP bu çemberi kırabilir mi? Zor.

İktidar hep çantada keklik ama anayasa değiştirecek kadar yüksek oy?

Misli görülmemiş yepyeni bir kalkınma hamlesiyle “AKP’nin kendini de aşması”, kişi başına resmi olarak on bir bin dolar (gerçekte on beş bin dolar) dolaylarında “donmuş” görünen milli geliri yirmi binin üstüne doğru zıplatması şart.

Yani, azgelişmişlik çemberini kırıp “orta gelişmiş” bir ülke düzeyine çıkmayı başarmış Türkiye’nin, şu beş- on yıllık sürede onu da aşıp “ileri ülke” düzeyine çıkması gerekiyor. O Türkiye, yeni bir anayasa yapacak siyasi gücü de kendiliğinden yaratır. O anayasa, siz istemeseniz de değişir.

“Konjonktür” buna müsait mi? Çok değil.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Edepsizliğin de kendine göre nedenleri vardır

Edep, terbiye, nezaket ve görgü kurallarını yok sayarak ahlak sınırlarını zorlayan sözleri seslendirenler, bunu ya yetersizliklerinden ya da cahilliklerinden ötürü yaparlar.

Yetersizlikten kaynaklanan bu tür davranışa bir örneği CHP Genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun, Başbakan ve Cumhurbaşkanı adayı Tayyip Erdoğan için “Milletin adayı’ değil, olsa olsa ‘milletin anasını belleyenlerin adayı’ demek lazım” şeklinde konuşmasından verebiliriz.

Kılıçdaroğlu küçük bir çocuk olsaydı ona bir büyüğü “Bir daha böyle konuşursan ağzına biber sürerim” derdi herhalde… 

CHP’nin büyükleri ise partilerinin ne hale geldiğini gördükleri için herhalde şaşkındırlar.

Ama kamu yaşamında bürokrat olarak da, siyasetçi konumunda da her aşamada başarısız olan bir kişinin, yeteneksizliğinin “Analarını belleyenler” benzeri ayıplı söylemlerle diline vurması herhalde tıp açısından doğal bir sonuçtur.

Bir de cahillik var 

Cahillikten kaynaklanan bu tür söylemlere örnek de Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’te yayınlanan ve Başbakan Erdoğan’ı hedef alan şu satırları değil midir?

“- Eğer bir varoş çocuğuysanız… Hoşgörüsüz bir çevrede büyümüşseniz… Demokrasi denilen kültürden nasibinizi almamışsanız…”

Herkesin bildiği gibi “Varoş” kelimesi gelişen kentlerin merkezleri dışında oluşan yeni çevre semtlerini nitelemek için kullanılır. Türkiye’de varoş denilince yeni kentlilerin ve yoksulların yoğunlukta olduğu “Gecekondu semtleri” akla gelir… Amerika’da ya da İngiltere’de ise varoş kavramı, genellikle varlıklı kesimlerin kentlerden doğal alanlara kaçtıkları banliyöleri akla getirir.

Tayyip Erdoğan’ın yetiştiği Kasımpaşa İstanbul’un bir varoşu değildir. Türkü, Rumu, Ermenisi, Yahudisi ile İstanbul sentezinin yansımalar gösterdiği yerleşik ve eski bir semttir…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: İnsanı zorla popülist yaparsınız!

Ulusalcı, evrenselci, solsuz solcu, halksız halkçı, Cihangir entelektüeli, elit semtler beyazı, vd. 

Bütün bu tayfayla…

Tam karşı yakada gibi gözüken ve kendini “seçilmiş” bir camia olduğuna inandıran “muhafazakârlar” ile ortak kılan nedir, biliyorsunuz değil mi?

Neredeyse her gün bu “derin bağ”ın şiddetine maruz kalıyoruz.

Çünkü hepsi de halkı aptal sanıyor.

Hepsi de halktan nefret ediyor.

Hepsi de kendinde kerameti kendinden menkul bir seçkinlik buluyor.

Bu noktada birbirlerinin tıpatıp aynısılar. 

***

Bunlardaki öyle bir “âlemi kör, herkesi sersem sanma” hali ki…

Dün söylediklerini, bugün reddetmekten; işlerine geldiğinde kendilerini bile inkâr etmekten sakınmıyorlar.

Aynaya bir baksalar, yerlerde süründüklerini görecekler!

Öyle ya…

Sen çatı adayının adını tespih tanesi gibi dizecek ve olaya ruhani bir hava katacaksın, sonra buna işaret edenlere ertesi gün “yalancı şeytan” muamelesi çekeceksin…

Sen ömrün boyunca sofistike bir Marksist gibi görünerek çevre yapacaksın, sonra işine geldiğinde çatı adayını “Türkiye’nin henüz hazır olmadığı kalitede bir Cumhurbaşkanı portresi” diye selamlayacaksın…

Sen ırkçı zemine dayalı resmi ideolojiye sabah akşam iman edecek fakat her sosyal medyaya çıktığında halkı ayrımcılık ve kutuplaşmayla suçlayacaksın. Halk da bunları yutacak ha!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu :’Kemal Bey riskin gereğini yapmalı’

Cumhurbaşkanlığı seçiminde son 4 güne girdik. Türkiye, ilk kez halkın cumhurbaşkanını seçeceği tarihi bir seçimin eşiğinde…

Siyasi hava da kamuoyu araştırmaları da Başbakan Erdoğan’ın bu seçimi rahat geçeceğini gösteriyor. Bu yüzden toplum, bugünlerde cumhurbaşkanından çok seçim sonrası siyasetin nasıl şekilleneceğini merak ediyor.

Doğrusu merak edilmeyecek gibi de değil. Çünkü araştırmaların ortaya koyduğu tablo siyasette taşları yerinden oynatacak cinsten.

Bu tablodan en çok etkilenen de hiç kuşkusuz CHP olacak. CHP hem ana muhalefet partisi olması nedeniyle hem de kendi geleneğinden gelmeyen bir adayla seçime girmesiyle ciddi risk üstlendi.

Olumlu veya olumsuz bu riskin de bir bedeli olacak.

Dışarıdan böyle görünen durumu, CHP’nin yeniden açılmasında kurucu başkan olan eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a sordum. Söze “Konuşmak için doğru bir zaman değil” diye başladı ama düşündüklerini de söylemeden edemedi. Ben de tarihe not düşmek için yazmadan edemedim.

Süreci yakından izleyen Baykal şöyle diyordu: 

“Eğer kamuoyu araştırmalarının ortaya koyduğu rakamlar gerçekleşirse bu üzücü bir durum. Kemal Bey riski üzerine aldığını söylemişti.

Bu tabloyu göre o riskin gereği de yapılmalı. Ama yapar mı yapmaz mı bilemem.”

Oy alamadığı, seçim kaybettiği için siyasetten çekilmek gibi bir geleneğin olmadığını en azından son 12 yılda gördük.

Bu dönemde tam 8 seçim kaybeden bir muhalefet var. Öyle bir noktaya gelindi ki, sadece siyasi kadrolar değil oy verenler de şaşkın durumda. Baykal, şöyle devam ediyor: “Partinin düşürüldüğü bu duruma çok üzülüyorum. Ben bu partinin kurucu başkanıyım. Tabii bu noktada ‘olmuyor çekilin’ demeyi de uygun bulmuyorum. Ama bu böyle gitmez, gitmemeli de…”

Tecrübeli siyasetçi Baykal’ı dinlerken siyasi yaklaşımındaki değişimi hissediyorum. Belki kamuoyuna tam yansımıyor ama daha yumuşak, daha pozitif ve geçmişe objektif bakan bir “siyasetçi” izlenimi veriyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Okan Müderrisoğlu: 

YAŞ… Teamül… Tercih… Kader…

Yüksek Askeri Şûra’nın (YAŞ) bu yılki toplantısı pek çok açıdan üzerinde durmaya değer sonuçlar içeriyor. Şûra’nın, önceki yıllara göre sakin geçmesi kimseyi yanıltmasın. Burada ön hazırlıkların iyi yapılması ve karar süreçlerinin Şûra’dan önce tamamlanması etkili oldu. Bundan sonra 2 önemli gelişmeye tanık olacağız.

İlk adım, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Yüksek Disiplin Kurulu mekanizmasının nasıl işleyeceğiyle ilgili olacak. Disiplin Kurulu’na belgeli dosyalar sunulması, somut bağlantıların heyetlere taşınması, aksini ispat noktasında askeri personele savunma hakkı tanınması ve nihayet konunun yargıya yansıması kritik gelişmelere kapı aralayacak.

İkinci adıma ise Ağustos 2015’te tanık olacağız. Sivil-asker ilişkilerinin demokratik bir ülkede olması gereken sınırlarda seyri, yeni Genelkurmay Başkanı’nın kim olacağı ve izleyen dönemde TSK’daki yeni çizginin hangi komutanla devam edeceği bakımından önemli. Unutmamak gerekir ki, Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davaları, TSK’nın omurgasında kırılmalara yol açtı. Ağır hukuk ihlallerinden mağdur olanların, açıkça darbeye teşebbüs edenlerle aynı potada eritilmesi kamu vicdanını da yaraladı. Buna karşın TSK’da vesayetçi zihniyetle yüzleşmeye ve yeniden yapılanmaya da fırsat yarattı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın güçlü seçmen desteği, karizması ve Şûralardaki kararlı duruşu da TSK’nın demokratik devletle uyumlu hale gelmesinde rol oynadı. 

***

 

Ancak… 2015-2023 döneminin özellikleri bambaşka. Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi ile anayasadaki güçler dengesi fiilen değişecek. Geçiş dönemine 2 öncelik eşlik edecek.

1- Çözüm Süreci’nin neticeye ermesi, bilhassa örgütün silahtan arındırılması. 2- Paralel Devlet Yapılanması’nın çözülmesi ve tasfiyesi. Bu ciddiyetteki gündem, Cumhurbaşkanı-Başbakan-Genelkurmay Başkanı arasında mutlak güven ve işbirliğini gerektirmekte. Eldeki veriler, yeni Genelkurmay Başkanı portresine ilişkin ipuçları da sunuyor. 

 Tercihen Ordu Komutanlığı deneyimi bulunacak. 

 Diyarbakır ve çevresini iyi bilecek. 

 Sivil siyasetle meselesi olmayacak. 

 TSK’ya sızan unsurlarla hukuk temelinde mücadele edecek. 

 NATO- ABD- İsrail ilişkilerinde siyasi iradeye göre pozisyon alacak. 

 Zaman ve bilgi baskısı altında hızlı, etkin karar verebilecek. 

 Asimetrik tehdit ortamında liderlik yapabilecek.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Etyen Mahçupyan: AKP’nin tarihsel misyonu

Cumhuriyet tarihinin en başarılı siyasi hareketinin AKP olduğu su götürmez bir gerçek. Çeperden gelerek merkeze talip olurken merkezin askeri ve yargısal engellemelerine maruz kalan, İslami duyarlılığı nedeniyle Batı’nın ikircikli yaklaştığı, Ortadoğu’daki gelişmeler sonucu giderek yalnızlaşan, ancak bütün bu olumsuz koşullara karşın sosyoekonomik alanda ve özgürlüklerde sıçrama yaratan, Kürt meselesinde çözümü arayıp yakalayan bir iktidar çizgisi bu… Dolayısıyla giderek genişleyen bir sosyokültürel orta sınıf tarafından destekleniyor ve her seçimde daha yüksek bir oy potansiyeline sahip oluyor. Rakiplerinin toplumu okuma yetersizliği ve statükocu nitelikleri AKP’lileri rahatlatıyor ve başarılı olduklarını bir ‘doğal kabul’ haline getiriyor. Ne var ki eğer bu parti sadece bir ‘geçiş siyaseti’ olmak istemiyorsa kendisine daha kritik gözle bakmak zorunda. Çünkü geleceği inşa etmek, yanlışlığı apaçık olan bir geçmişi bitirmekten daha ‘ince’ bir siyaseti gerektiriyor. 

Amaç yeniyi inşa etmek ise, başarı sadece seçim kazanmak, hizmet üretmek ve söz konusu hizmet zemini üzerinde bir toplumsal destek tabanı oluşturmaktan ibaret olarak tanımlanamaz. Eskinin cemaatçi birey ve toplum anlayışından sıyrılmak, çoğulculuğu kuşatan ve değişim dinamiğine sahip çıkan bir toplumsallaşma üretmek gerek. Bunun ne denli radikal bir dönüşüm olduğunu ancak hayal edebiliriz, çünkü geçmişimizde böyle bir tecrübe yok. Doğrunun kimsenin tekelinde olmadığı, ortak doğruyu üretmeye mahkûm olduğumuz ve bunun üreteceği farklılaşma ve melezleşmelere razı geldiğimiz, hatta bundan memnuniyet duyduğumuz bir sosyalleşme… AKP bunu becerebilirse bu toprakların tarihine bir ‘devrimci’ hareket olarak geçecek. Eski sisteme dönüşün nihai olarak imkân dışı kılınması da ancak böyle olacak. 

Bu ‘misyon’ kendinize benzemeyenleri ve benzememe hakkını bir kimliğe dönüştürenleri de doğru yönetmeyi gerektiriyor. Bugüne dek AKP hükümetleri orta sınıf üzerinden sınıfsal ve kimliksel ayrışmaları yumuşattı. Ancak dönüşüm sürecinin kabuller, yargılar ve algılar üzerindeki ihtilalci yapısının sonuçlarını es geçti. Böylece siyaset bir psikolojik ayrışma ve kırılmanın üzerine oturdu. Doğrusu AKP bu durumdan epeyce yararlandı… Seçimleri kazandı. Ayrıca bu kırılma İslami duyarlılığı taşıyanlar nezdinde içgüdüsel olarak haklıydı. Ancak şimdi geleceğe bakarken sorulması gereken, bu durumun tarihsel anlamda devrimciliği kendi misyonu kılmış bir siyasi hareket için ne kadar sürdürülebilir olduğudur. 

Muhafazakâr kesimin kendisine şunu sorması lazım: Karşımızda ve birlikte yaşamak üzere ‘hastalanmış laikler’ mi görmek istiyoruz? Yönetimle kopuk, onunla ilişki kuramayan, içe kapanan, giderek karikatürleşen bir laik kimlik evreninin yaratılmasına destek vermek, buna sebep olmak mı istiyoruz? Eğer özgürlüğün ve demokratlığın hâkim olacağı bir gelecek tahayyülünüz varsa, ‘yönetimden’ kasıt size en uzak olanları ‘içine alan’ bir yaklaşım tarzı ve stratejisi olmalı. Bunun en temel özelliği ise sosyal alanı anlamak, değişimin psikolojik kimlikleşme eğilimi üzerindeki etkisini öngörmek ve ‘ötekilerin’ yenilgi/kayıp duygusunu hafifletmek üzere yeni bir dil geliştirmek olacaktır. 

Bugün muhafazakâr kesim kendi artan iç çeşitliliği ve hoşgörüsü sayesinde, AKP’nin yarattığı maddi gelişmeyi aşan bir yeni ideolojik perspektif geliştirmekte. Geçmişte muhafazakârlar sistemi öncelikle kullanan ve gerektiğinde ona direnen bir siyasi temsilci arıyorlardı. Bugün ise kendilerine benzemeyeni de yönetmeyi bilen ve kendileriyle ‘ötekileri’ buluşturan bir siyasi temsilin peşindeler.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fuat Uğur: Beyazlayan Demirtaş Kürtlere ne ifade eder?

Bir heyecan dalgası yaşattığı muhakkak Beyaz Türk ahalisinde.

Kimi, Kürtlerden Tayyip Erdoğan’a gidecek oyları böleceğine deli gibi inandıkları için sevinçli.

Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy vermeye eli gitmeyenler ise farklı bir seçenek bulmaktan dolayı mutlu.

Bir de Aydınlıkçılar var ona oy verecekler arasında -ki daha kısa bir süre öncesine dek “Kürt bakkaldan alışveriş etmeyin”ci cephede dans ediyorlardı.

İlk kez bir Kürt adayın Trakya, İstanbul, Ege ve İzmir’i kendine mesken tutup propaganda yapıyor olmasının şahane bir duygu olduğunu söylemeden geçemiyor Erdoğan takıntılı ve ‘sol’ tandanslı arkadaşlar.

Düşünün, adam PKK’nın legal uzantısı olan partinin adayı ve sadece bu solcularımız değil, İstanbul sermayesinin medyasında şakıyan kimi köşe yazarları bile etekleri zil çalarak anne ve babalarının Demirtaş’a ne kadar bayıldıklarını yazıyorlar. Tüm Türkiye’nin nabzını tutmuş oluyorlar kendilerince. Eski günlerle karşılaştırıldığında rüya gibi hakikaten.

Demirtaş’ın CNN Türk’ün anketinde yüzde 57 oy alması şaşırtıcı gelmiyor bu nedenle. Anket sonuçlarını heyecanla sosyal medyadan paylaşanların hâli üzücü de olsa hayallerini yıkmamak için yutkunuyoruz hep birlikte.

Neyse onlardan biri karşıma çıktı yurt dışı tatilimde karşıma. Keyifliydi konuşurken. Gülerek “Selahattin Demirtaş seçilse ne iyi olur da durum belli. Ama olsun, ilk kez Kürt olduğunu göğsünü gere gere söyleyip dolaşan bir aday var ve bu Türkiye için bir şans. Hem zeki, hem de esprili. Sizin Tayyip’e ne biçim çakıyor ama” dedi.

Lafı ağzıma vermişti bir kez. “Evet, dolaşıyor da Tayyip Erdoğan sayesinde dolaşıyor ve çakıyor. Çözüm süreci olmasaydı, misal geçen hafta üç şehit cenazesi gelseydi zor dolaşırdı o Trakyalarda, Ege’lerde. Siz de ‘Ay ne sevimli bu adam’ diye zor konuşurdunuz. Unutma, daha iki yıl önce sizin sarışın İzmirli kızlarınızın Kürtlere taş atarken fotoğrafları yayınlanıyordu boy boy” dedim.

Kızdı tabii.

“Yaa bir kere de yandaşlıktan vazgeç be adam.”

Klişeler zor zamanda imdada yetişir. Söyleyecek sözü bitmişti çünkü.

Erdoğan’ın büyük bir risk alarak, Türkiye’de akan kanı durdurmak için siyasi iradesiyle yönlendirdiği devletin Öcalan’la görüşerek tarihi bir adım atıp çözüm sürecini başlattığını, akan kanın durduğunu, demokratik kazanımların peş peşe geldiğini ve tüm bu gerçekler toplamını işitmek bile istemiyordu. Çünkü ona yakın gelen her iyi şeyin ardından nefret ettiği Erdoğan çıkıyordu.

Anlıyoruz, Selahattin Demirtaş Beyaz Türkleri heyecanlandırıyor, tamam.

Ancak, Demirtaş’ın o iradenin ortaya koyduğu siyasi hareketin bir unsuru olduğu, kendisinin ve kimi arkadaşlarının Hasan Cemallerin gazına gelerek çözüm sürecini sabote etmek için alesta beklediği de bir başka doğru. 

Yanlış anlaşılmasın, Demirtaş’ın başarılı olması Türkiye demokrasisine kaybettirmez, kazandırır. Her makama da yakışır Selahattin bey. Dediği gibi Kenan Evren’i bile cumhurbaşkanı olarak kabul eden bu ülkeye ziyadesiyle layıktır. Kendisinin ayrıca, zarif ve hoş bir eşi, Allah bağışlasın dağdaki kız çocuklarının yaşlarında iki de kızı var. Dağa gidip anne ve babasını mutsuz etmemiş en azından. Gitseydi, Demirtaş’ın eşi de dağdan çocuklarını bekleyen annelerin yanında yer alır mıydı acaba? O annelerle konuşmaya tenezzül etmeyen Demirtaş, eşiyle konuşur muydu?

Yazının devamını okumak için tıklayınız