AK Parti içinde siyaset ve Erdoğan’ın stratejisi

Olaylar
Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Süleyman Seyfiöğün, Akif Emre, Abdulkadir Selvi, Markar Esayan, Rasim Özdenören,  Ali Saydam; Star gazetesinden Ardan Zentürk, Orhan Miroğlu, Taha özhan; Saba...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Süleyman Seyfiöğün, Akif Emre, Abdulkadir Selvi, Markar Esayan, Rasim Özdenören,  Ali Saydam; Star gazetesinden Ardan Zentürk, Orhan Miroğlu, Taha özhan; Sabah Gazetesinden Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barlas, Okan Müderrisoğlu; Akşam’dan Etyen Mahçupyan, Fahrettin Altun bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması gereken yazılar…

Ali Bayramoğlu: AK Parti içinde siyaset ve Erdoğan’ın stratejisi

2003 Kasım’da yüzde 34’le başlayan AK Parti öyküsü 2012 Ağustos’unda 52’yle devam ediyor…

AK Parti 12 yıldır rakipsiz bir şekilde iktidarda. Dokuzuncu seçimi de açık ara kazandı ve küçük inişler dışında oy oranını arttırarak yol alıyor.

Bu tablonun çıplak bir gerçeğe, hakim parti gerçeğine işaret ettiği ortak bir kabul haline geldi.

Siyasi partiler bazında, ağır bir siyasi kutuplaşma ortamında yapılan 30 Mart seçimleri sadece oy oranları açısından değil, oyların yapısal dağılımı bakımından da bu gerçeği alabildiğine işaret ediyordu.

AK Parti, Türkiye’nin yüzde 70’ine yakın ilinde yüzde 40’tan fazla oy almıştı. Yüzde 10’nun altında oy aldığı il sayısı sadece 3’tü. Yüzde 27 civarında ilde aldığı oy yüzde 20 ile 40 arasındaydı. AK Parti’nin 1. ya da 2. olmadığı il sayısı ise 10’un altındaydı.

Bir hakimiyet tablosu…

CHP’nin, ana muhalefet partisinin durumu da bu hakimiyeti tersten teyit ediyordu.

CHP’nin oyları 51 ilin 28’inde yüzde 10’un altındaydı. 51 ilin 15’inde yüzde 10’la 20 arasındaydı. Yüzde 20’yi aştığı il sayısı sadece 8’di. 30 büyükşehir belediyesinin 9’unda yüzde 10’un, 30 büyükşehirin 3’ünde yüzde 20’nin altındaydı.

İktidar partisinin ‘sosyolojik yayılma’sı ile ana muhalefetin partisinin ‘sosyolojik daralma’sı 2014 seçim istatikleriyle sınırlı değil, tersine yıllara dağılan tedrici ve yapısal bir görünüm sunuyor. Yüksek katılım oranıyla gerçekleşseydi iki siyasi parti arasındaki fark yüzde 20’lik devasa bir orana ulaşacaktı.

Bu durum, kaybeden siyasi partilerin, seçmeni duyarsızlıkla suçlamaları yerine kendilerine ‘neden’ sorusunu farklı biçimde sormaları, kaybeden toplumsal kesimlerin ise ‘muhalefetsizlik ile siyasetsizlik’ arasındaki bağ hakkında düşünmelerini gerektirir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Süleyman Seyfi Öğün: Entellektüel Haller

Entelektüel hâllerden ikincisi ise ‘önünde’ olmaktır. Bu hâlin öncekinden farkı, daha yatay bir ilişkiyi ifâde etmesidir. Dolayısıyla, ilkine; yani ‘yukarıda’ olma hâline göre daha mâsum ve eşitlikçi görünebilir. Önde olmak, entelektüele ‘yaratıcı’ ilhamlar vermiştir. Her şeyden evvel, ‘önde’ olanlar, ‘yukarıda’ olanlara karşı bir iç hesaplaşmanın dayanaklarını elde eder. Seçkincilik reddedilmiş olur. Hâlbuki, yatay konumlanma seçkinciliği vesâyetçiliğe taşıyarak aşırılaştırır. Çünkü, câhil, yolsuz, yordamsız kitlelerin ‘önünde’ olmak, onlara ‘öncü’ olmanın da karinesini oluşturur.Literatürde seçkincilik ile hâlkçılık olarak tipleştirilen bu iki hâl, ilk nazarda çatışıyor gözükse de aslında kolayca birbirini ikâme eden, aralarındaki geçirgenliğin ve dönüşümün çok kolay olduğu hâllerdir. Öncülerin hâli aslında son derecede kırılgandır. Hayalkırıklığı, onları kolaylıkla seçkinci kılabilir. Nitekim entelektüel târih bunun sayısız örnekleriyle yüklüdür.

Okumanın erdemlerine dair güzellemeler bu durumu kolayca görmemize elveriyor. ‘Okuyan yücelir ve aydınlanır’ ifâdesi, entelektüel konumlanmaların da şifrelerini veriyor. Kitâbî kültürün hüküm sürdüğü zamanlarda bu ilişkileri kurmak görece mümkündü. Okuma-yazma sonradan ve entelektüel bir zorlamayla öğrenilen bir olgudur. Böyle olduğu için, okumayı-yazmayı öğrenme sürecini erken bitirerek kitâbî bir müktesebat elde etmiş olanları bunun dışında ya da gerisinde kalmış olanlar karşısında dâima imtiyazlı kılmaktaydı.

Varoluşsal olarak , ‘üzerinde ‘ ya da ‘önünde’ olmak arasındaki fark, ilkinin bu durumu dondurup mutlaklaştırması, ikincisinin ise sözümona bunu demokratize etmek farkıdır. Hâlbuki, elde edilmiş bir farklılığın, bizzat onu elde etmiş olanlar tarafından kolaylıkla elden çıkarılabilir görülmesi, inandırıcı ve ikna edici değildir. Zaten entelektüel söylemde ‘yücelme’ ile ‘derinleşme’ birlikte telâffuz edilir. İlki ulaşılmazlığı, ikincisi ise saklanmayı ve sırlanmayı imliyor. Bu imlemeler ise duygusal olarak istenen ile içerilen arasındaki farkı kesinliyor. Herkesin entelektüel olduğu; zihnî şûbelerini açığa çıkarıp en yüksek kapasiteyle çalıştırdığı bir toplum tasavvuru nasıl bir şeydir acaba? Herkesin yüceldiği yerde aslında herkes yerinde sayıyor değil midir? Herkesin ‘aydınlandığı’ yerde körleşmek ve karanlığa gömülmek mukadder olmaz mı?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Akif Emre: IŞİD’in Sosyolojisi

Baştan belirtmeliyim; bu yazı ilahiyat açısından bir Selefilik ya da başka bir itikadî, amelî mezhebin incelemesi değildir. Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ve kaydıyla bir Müslüman farklı yorumlara, içtihatlara uyabilir. Bu çerçevede İslami anlayışlar içinde tercih hakkının olduğu izahtan varestedir.

Dinin mensubiyet, mezhep anlayışının kültürel, sosyolojik boyutunun ise bundan bağımsız olarak sonuçları, tezahürleri tartışılabilir. Yeni Selefilik adı verilen, daha çok Vahhabiliğe yakın duran din anlayışının son dönemde neden belli çevrelerde/coğrafyalarda yaygınlık kazandığı, cazibe haline geldiği, nasıl bir dinamizmi tetiklediği soğukkanlılıkla incelenmeye değer. Özellikle Hanefi/Sünni/tasavvufi geleneğin baskın olduğu, bu geleneğin güçlü tezahürlerinin bu zamana kadar temsil edildiği bölgelerde bir tür retçi, dışlayıcı, uzlaşmaz tutumların, azınlık da olsa, gençler arasında revaç görmesinin dini boyutlarından çok siyasal, sosyolojik nedenleri üzerinde ciddiyetle durulması gerekiyor.

Şüphesiz kendiliğinden gelişen toplumsal bir süreçten bahsetmiyoruz. Birtakım siyasal manipülasyonların geleneksel dini yapı ve sosyal-kültürel dokuyla uyuşmayan bu anlayışın maya tutmasında önemli katkıları oldu. Bugün El-kaide, IŞİD gibi oluşumların din anlayışları kadar onları besleyen şartları, teşvik eden, yol açan faktörleri anlamak , çözümlemek yerine öfke ve kızgınlık olayı çözmeye yetmiyor.

Aslında biraz geriye gidildiğinde bu gelişmelerin adım adım nasıl örüldüğü kolaylıkla görülebilir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvi: Gül cephesinde ne oluyor?

Kritik bir süreçte, önemli bir fotoğraf verildi.

Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ne çıkmaya hazırlandığı, Gül’ün veda resepsiyonları düzenlediği bir sırada Çankaya’da bir fotoğraf verildi.

İki Cumhurbaşkanı’nın fotoğrafı bu.

Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül’ün, ‘Çankaya hatırası’

AK Parti Kurultayı’nın 27 Ağustos’ta yapılması kararının alındığı bir sırada, Abdullah Bey’in , ‘Partiye döneceğim’ açıklamasını yaptığı bir dönemde bu fotoğraf daha da anlamlı oldu.

Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün veda resepsiyonundaydık.

Bir dönemler Cumhurbaşkanı seçmemesi için muhtıra verilen, 367 dayatması yaşatılan AK Parti’nin iki Cumhurbaşkanı vardı, o salonda.

Siyaset mühendisliğinin iflasının resmiydi o.

Seçilmiş Cumhurbaşkanı ile mevcut Cumhurbaşkanı’nın Çankaya Köşkü’nde verdikleri fotoğrafın, rejim açısından çok büyük bir anlamı vardı. Partileri kapatılan, hapislere atılan, seçimlere girmeleri engellenen bir siyasi hareket 2014 Türkiye’sinde iki Cumhurbaşkanı ile Çankaya resepsiyonu yaparsa, bundan çıkarılacak çok büyük dersler var.

Ayrıca ne kadar şükretsek azdır.

Erdoğan ile Gül’ün fotoğrafında AK Parti açısından bundan sonraki sürece ışık tutacak ipuçları da vardı.

O salonda, Cumhurbaşkanı Gül’ün bir adım ilerisinde Başbakan Erdoğan’a, ‘Gül, partiye döneceğim dedi ne diyorsunuz’ diye sorduk.

‘Bundan daha doğal ne olabilir ki’ diye karşılık verdi.

Zaten eğer Abdullah Gül, partiye dönmeyeceğim dese asıl orada sorun var demektir. Mevcut partilerden biriyle ya da yeni bir siyasi hareket içinde olacağını ilan etse, asıl sorun orada başlıyor demektir. Abdullah Bey AK Parti ve muhafazakar kesimler açısından önemli bir değerdir.

Başbakan da bu hakkı teslim etti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Markar Eseyan: Aklı olan bu çağrıya uyar…

Büyük badirelerden sonra nihayet ülke sırat köprülerini aştı ve iradesine yönelik tüm saldırıları bertaraf etti. Halk, Erdoğan ve Demirtaş’ın oylarını topladığınızda yüzde 62 gibi rekor bir oranla Yeni Türkiye’nin önünü açtı, ‘Bu projeyi destekliyorum’ dedi.

Yeni Türkiye bir retorik veya içi boş siyasi bir slogan değil. Yeni Türkiye her şeyden önce ülkenin uzaktan veya yakından güdülmesine artık son vermek demek. Çankaya’nın doğrudan milletin korumasına alınmasıyla, geçiş için önemli bir manivela daha Erdoğan üzerinden halkın eline geçti. Erdoğan bu makamı hak etti. Çünkü milletten aldığı yetkiyi, yaralanmayı, berelenmeyi, hatta çok daha fazlasını göze alarak vesayet odakları ile paylaşmayı reddetti. Tarihin bu özel anında Çankaya özel bir liderin komutasına geçti.

Önümüzde, hem siyasal, hem sosyal, hem de ekonomik hayatıyla yeni bir paradigma açılıyor. Dolayısıyla hükümetin, müstakbel başbakanın, bir kurum olarak AK Parti’nin ve temenni edilir ki muhalefetin de buna göre bir zihin sıçraması yapması gerekiyor. Erdoğan bu zihin sıçramasını başlattığı için sadece partinin değil, ülkenin, hatta bölgenin lideri. AK Parti dahil tüm diğer parçaların buna uyum göstermesi gerekiyor.

Çünkü bu ortak aklın ve bin yıla uzanan ama son 90 yılda ağır hasar alan birlikte yaşama kültürünü diriltme arzusunun tezahürü. Çünkü hayat ve son 12 yıl bize göstermiştir ki, restorasyonlarla veya orta sınıfın zenginleşmesiyle süreç garanti altına alınamıyor. Sadece 17-25 Aralık darbesi bile, demokratik kurumsallaşmanın ve eski Türkiye ile hiç korku duymadan köprüleri atma gerekliliğinin kanıtıdır. İşte Erdoğan bunu yapmaya talip. Çünkü bu talep olması gerektiği şekliyle tabandan yukarı doğru iletiliyor.

Erdoğan seçim zaferinden sonra bence siyasi hayatının en güçlü balkon konuşmasını yaptı. 30 Mart’ta beklentilerin aksine daha tavizsiz konuşmuş ve eleştirilmişti. Oysa pespaye bir darbenin savuşturulmasının ilk yarısını tamamlamıştı ve darbecilerle uzlaşmayacağını göstermesi isabetliydi. Önünde kim bilir nice rezaletin sergileneceği çok önemli bir Çankaya seçimi vardı.

Ama ikinci yarıyı da zaferle tamamladı. Yeni Türkiye’nin manifestosu olan bu konuşmanın bir kısmını aşağıya alıyorum.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Rasim Öndenören: Kılıçdaroğlu seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyor?

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Cumhuriyet yazarı Utku Çakırözer’in (ucakirozer@cumhuriyet.com.tr, 11 Ağustos 2014 Pazartesi) seçim sonuçları konusunda yönelttiği soruları cevaplandırmış. Kısaltarak alıntıladığımız sorulara ve cevaplara ilişkin mülahazalarımızı aktarıyoruz.

1. Sonuçları nasıl değerlendiriyorsunuz, sorusuna verilen cevap: ‘Bu seçimin galibi Erdoğan değildir. Sayın İhsanoğlu ve Sayın Demirtaş’tır.’

*Yanlış. Seçimin galibi Tayyip Erdoğan’dır. Demirtaş’ın seçimden kazançlı çıktığını söylesek bile, İhsanoğlu’nun galibiyet bir yana, başarılı olduğunu bile söylemek imkân dışı duruyor. Aldığı oy sayısı CHP ile MHP’nin oy toplamının gerisinde duruyor.

2. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesinin hata olduğu yönündeki değerlendirmeleri nasıl karşılıyorsunuz, sorusuna verilen cevap: ‘Bugün seçim olsa yine CHP’nin adayı olarak Sayın İhsanoğlu’nu gösterirdim.’

*Anlaşılıyor ki, Kılıçdaroğlu yanlışında ısrar eden bir ıraya sahip. Özeleştiriye yanaşmak istemiyor. Artı, İhsanoğlu bir başına CHP’nin adayı da değildir; diğer 13 siyasal partinin ortak adayıdır.

3. Bu kaybı neye bağlıyorsunuz, sorusuna verilen cevap: ‘Rakamlar şunu gösteriyor. Tatilciler, boykotçular, diğer sandığa gitmeyen insanlar ve Demirtaş’a giden oylar bunun sebebi olabilir.’

*Kılıçdaroğlu, özeleştiri ve bir durum muhakemesi yapma yerine, sorumluluğu seçmenin üzerine atma eğilimi taşıyor. Elde ettiği hezimette bile bir özeleştiri yapma niyetini, hevesini taşıma istidadı göstermiyor.

4. Ortaya çıkan sonuç üzerinde hangi faktörler etkili oldu, sorusuna cevabı: ‘Birincisi, bu kampanya adil bir şekilde yürümedi. Bir tarafta medyası, mali gücü ve devlet bürokrasisini elinde tutan Başbakan, devletin tüm imkânlarını seferber eden bir isim. Diğer tarafta sınırlı imkânlarla kampanya yürüten İhsanoğlu ve Demirtaş.’

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Saydam: Yeni Türkiye’ konseptinin 3 ayağı

Fikre fikirle karşılık vermek yerine dalgasını geçmek ve önce bu yolla meseleyi gözden düşürmeye çalışmak müzmin muhalif gevezelerin harika bir vakit doldurma yöntemidir. Hiçbir işe de yaramaz.

Hem aykırılığın cazip ‘duruş’undan hem de tenis masasına bir çarpıp bir zıplayan pingpong topu misali ‘laf yetiştirme’nin görünürdeki ‘çalışkanlığı’ndan(!) sonuna kadar istifade etmeye yarar belki. Benzerleriyle biraraya geldiklerinde ‘Vasatların şiddetli muhalefeti’ni oluşturular (Einstein). Ziya Paşa’nın sözünü ettiği ‘Acezenin ittifakı’dır bu ve kısa vadede hakikaten korkulabilir. Uzun vadede ne olur peki?

Türkiye’de son on küsur yıldır gördüklerimiz olur.

‘Yeni Türkiye’ konsepti de, sırtında yumurta küfesi taşımadan konuşanlarla, bir iş, ilişki ve iletişim stratejisi dâhilinde kelâm edenler arasındaki farkı zamanla gösterecektir; ancak henüz ‘vaat’ olsa da, bu hedefin payandalarını anlatmakta gecikilmemelidir.

Malum, ‘Büyük Fikir’i oluşturan stratejiye dair konseptler ve bu konsept halkalarının birbirleriyle olan bağları çerçevesinde, oniki yıllık iktidar tarafından bugüne kadar ‘siyasi iletişim’in en çarpıcı örnekleri uygulanageldi. ‘Öncesi, sırası ve sonrası’ dikkatle gözetilerek stratejiye uygun aksiyonların iletişimi yapıldı ve bu süreçlendirme sayesindedir ki, aksayanlar net olarak zaman içinde kendini gösterebildi ve krize dönüşmeden önlemleri alınabildi.

Bugüne kadar hiçbir liderin söz vermek şöyle dursun, taziye mesajlarından öte ağzından tek laf çıkmadığı, ülkenin bir numaralı derdine, (ne derdi, kanayan yarasına) çözüm bulacağız diyenlerin Türkiye’si ‘Yeni’ değil de nedir? Tayyip Erdoğan’ın Kürtlerle Türkleri birbirine yakınlaştıran ‘Yumuşama Politikası’nın (Detant) Türkiye’ye sağladığı oksijen ve yenilenme görmezden gelinebilir mi?

Bu hedefe kilitlenen Erdoğan’ın, iktidarının, gücünün sürekliliğine karşı tehdit algısı oluşturanları etkisiz kılmak istemesi yadırganabilir mi? Kendisine muhalif olanların, ‘Diktatör’ ithamını özenle seçmelerinin bir nedeni de, ‘Çözüm Süreci’nin içselleştirilmesinin sonuçlarını şimdiden görmelerinden başka bir şey değildir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ardan Zentürk: Gül’ün yerinde olsam

Genel Yayın Yönetmenliği, mesleğin zirve makamıdır, ama, gazetecinin 40’lı yaşlarına denk gelmesinde yarar vardır. Dışarıdan bakıldığında gücü temsil eden renklere sahiptir, yalnız Türkiye’de değil, dünyanın bütün ülkelerinde zor bir görevdir. Patron katının hedef ve çıkarları ile gazeteci kadrosunun meslek ilkeleri arasında bir “güvenlik kuşağı”oluşturacaksın, yukardan gelen talepleri bir sünger gibi emip, meslektaşlarına “sızdırarak” aktaracaksın, bütün bunları yaparken Ankara’daki siyasi kadrolarla İstanbul’daki büyük sermaye çevrelerinin tahterevallisine dikkat edeceksin, “ben de varım” diyen yeni sosyal, ekonomik, kültürel, etnik gruplar ile geleneksel devlet yapısı arasında doğru bir yerde durmaya çalışacaksın… Liste uzatılabilir… Meslek kaderim, beni, 32 yaşında iddialı ulusal bir gazetenin yazı işleri müdürlüğüne 38 yaşımda da Türkiye’nin tek ve en etkin özel TV kanalının genel yayın yönetmenliğine taşıdı… 

Takvimlerin 2003’ü gösterdiği günlerde şunu gördüm: Medya yöneticiliğinde ısrar etmem, mesleğimin olgunluk çağında ciddi sorunlar çıkartacaktı… Giderek okuma ve araştırmadan uzaklaşıyordum, yaşadığım çağın dinamiklerini yalnız kağıt üstünde analiz etme şansım vardı, mesleğimin birinci kuralı olan yerinde, alanda, birinci kaynaktan bilgi edinme şansım giderek kayboluyordu… 48 yaşındaydım ve önümde uzanan bir dünya ile günlük koşturmaların dışında hiçbir şey vaat etmeyen büyük bir oda arasında sıkışıp kalmıştım…

Eşime, “süresini tam olarak tahmin edemiyorum, bir süre çok az para kazanabilirim, dışlanmış ve kaybetmiş gibi görünebilirim, hatta belki bir daha hiç dönemeyebilirim ama şimdi denemezsem, ileride çok pişman olacağım, bu belli,  yaşamımı yeniden kurmak istiyorum” dedim. Güçlü ve yaşama karşı meydan okumayı seven bir kadındır, birlikte, sanki evliliğimizin ilk yıllarında olduğu gibi kolları yeniden sıvadık…

“Hicrette hayır vardır…” Bu manevi değeri yüksek sözün 21’inci yüzyıldaki karşılığını günümüz insanları “Ferrarisi’ni Satan Adam” kitabında buldular, yazık… Yaşam, yüce Rabbimiz’in bize armağan ettiği içinde sürprizler yüklü tılsımlı bir yolculuktur…

Meslek kaderim beni, Türk Hava Yolları için hazırladığım 54 bölümlük “Uçuş Noktası” belgeseline sürükledi, dünyanın en ilginç noktalarında belgesel çekimi yaptığım harika bir 50’li yaşlar sürdürdüm… 

Çok para mı kazandım? Hayır!

Ama, THY için dünyanın dört bir yanında yaptığım çekimler, bakış açımda devrim yarattı, geleneksel milliyetçi yaklaşımlarımı törpüledi, tüm insanları yalnız insan oldukları için kucaklamayı, onları bir nedenden dışlama bir yana, sorunlarıyla hemhal olmayı bir daha öğrendim. Sınırların gereksizliğini, siyasi otoritelerin geçiciliğini, o otoriteler adına konuşmanın anlamsızlığını, dünyadaki bütün din adamlarını bir araya getirsen bir Hazreti Ömer etmeyecekleri bir çağda özellikle kutsal kavramların (hangi dinden olursa olsun) ne kadar korkunç bir silaha dönüşebileceğini yerinde gördüm… Geride bıraktığım 10 yıla baktığımda Allah’ın bana doğru bir yolu gösterdiğine inanıyorum… 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Orhan Miroğlu: CHP, Kürtleşmeyi göze alır mı?

Türkiye’nin bölüneceğine inandırılmaya çalışılan Türk Milliyetçiliğinin geleneksel partisi MHP’ye oy veren ve ‘çözüm sürecini’ bölünme projesi olarak gören 1.5 milyon kişi, bu ‘bölünme projesinin’ mimarı olan AK Parti’nin adayına oy verdi.

Öte yandan, en azından Kemalist inkar paradigmasını, verdiği mücadelelerle karşı çıkmış bir partinin adayına, Kemalizm’i savunan yaklaşık yarım milyon kişi oylarıyla evet dedi.

Siyaset bilimcileri kuşkusuz bu tezatın sebeplerini, daha derin araştıracaklardır.

Ama bu şaşırtıcı tercihin gösterdiği sonuçlardan biri şudur:

Siyaset dön gel Türkiye’de iki temel dinamiğin, değişimden yana muhafazakar demokrat dinamiğin ve Kürt siyasetinin temsil ettiği dinamiğin dönüştürücü gücüyle şekillenecek. 

MHP’yi yönetenler, AK Parti’ye, MHP’den neden 1.5 milyon oy gittiğini anlamadan yola devam edemezler.

Aynı şey seçim yenilgisinden sonra, kılıçların iyice çekildiği CHP için de geçerlidir. CHP, ortaya çıkan tablo ve HDP’nin aldığı oylara bakıldığında, Kürt siyasetini artık hesaba katmadan iktidar talebinde bulunamaz, yeni bir siyasi inşayı mümkün kılamaz.

AK Parti bu gerçeğin yıllardır farkında olduğu için, Kürt seçmenden oy alabilmekte ve cumhuriyetin en temel sorunu olan Kürt sorununda ayrıcalığını koruyabilmektedir.

Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan bu yüzden balkon konuşmasında bile çözüm sürecini hatırlamakta ve hatırlatmaktadır. 

Tarhan Erdem’in, mevcut CHP yıkılmalı ve yenisi inşa edilmelidir lafından anlaşılması gereken, herhalde CHP’nin tarihinde bolca rastladığımız türden ‘bir genel başkan ve adamlarının gitmesi’, ama pusuda bekleyen ‘bir başka genel başkan ve adamlarının gelmesi’ değildir. CHP’yi kurtaracak ve iktidar talebini güçlü kılacak olan şey, paradigma değişimi yapabilmektir. CHP, bir yandan Erdoğan’a kızıp, bir yandan da ‘Erdoğan’a benzediğini’ veya Erdoğan’a benzediği için, Erdoğan’a oy veren kitleleri etkileyebileceğini düşündüğü İhsanoğlu gibi a-politik isimlerle, bir siyasi hikayesi bile olmayan saf aydınlarla yola devam edemeyeceğini görmelidir.

Seçmeninin siyasi onurunu incitmek istemeyen hiçbir parti kendi seçmeninin karşısına böyle bir adayla çıkmazdı. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Taha Özhan: AK Parti ve değişim

Her cumhurbaşkanlığı seçiminde varoluşsal krizler yaşayan Türkiye, kararın millete bırakılmasıyla oldukça rahat bir şekilde, hem de birinci turda, cumhurbaşkanını seçti. Öncelikli ders, milletin doğrudan müdahil olduğu her kararın sağlıklı süreçlerin işlemesini sağladığını görmemiz olmalı. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, ortaya çıkan neticenin dinamikleri ve muhtemel trendleri üzerine özellikle kafa yorulması gerekiyordu. Muhalefetin seçimlerde nasıl bir netice elde ettiği, seçim sosyolojisinin bizlere neler söylediği ve 2014-2015’teki ‘seçim üçlemesinin’ nasıl hitama erebileceğinin konuşulması beklenirdi. Böyle olmadı. Kritik 30 Mart seçimleri sonrası yaşanan manzara tekrar etti. Yaşanan tartışmanın sebebi AK Parti’deki ‘makul akışın’ oluşturduğu baskı. Yani istisnai ve beklenen dışında bir formülü hayata geçirmeme geleneği. Benzer şekilde, kurulduğu günden bu yana kendi tabanını sadece genişletmekle kalmayan, aynı zamanda bir AK Parti kimliği de inşa edilmiş olması unutularak tartışmalar sürdürülüyor. Neredeyse liberallerin ‘Erdoğan oyları alsın, biz de yönetelim’ naifliğinde bir yaklaşım sergileniyor. Bu AK Parti sosyolojisini temelden ıskalayan yaklaşımın, kendisine güçlü bir alan bulması elbette mümkün değil. 

AK Parti’yi bugünlere getiren en önemli dinamiklerin başında kendi içerisinde yaşadığı elit değişimi ve dönüşümü oldu. Bu duruma, kabinede, AK Parti iktidara geldiğinden beri, bakanlık görevini sürdürenlerin oranının yüzde 10’un altında olması bile yeterli delildir. Benzer şekilde her seçimde milletvekillerini de ciddi şekilde yenileme yolunu tercih etmiş olması da. Bütün bu genel ve yapısal eğilimin dışında, bir de, üç dönem kuralını hayata geçiren bir parti var karşımızda. AK Parti’nin bütün hikayesini, uygulamalarını ve sosyolojisini unutup; kendi kehanetinin peşinden koşmaktan başka bir özelliği olmayan kulis müptelası analizlerin, boşa çıktığı yer tam da bu noktadır.   

Diğer önemli bir mesele ise AK Parti’nin başarısı, kendisiyle ilgili bütün kırılma anlarında, milletin iradesini ciddiye alacak şekilde makulü tercih etmesinde yatmaktadır. 2007’de Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olmayı tercih etmediğinde de, seçimlere müdahale eden askeri vesayet girişimine direnirken ya da 2008 kapatma davasıyla muhatap olduğunda da hep makul olan yol tercih edildi. Siyasal mühendislik ve kural dışı hareketlerden uzak duruldu. Şimdi de, Erdoğan, genel başkan ve başbakan ayrımına karşı çıkarken, millete söz verdiği üç dönem kuralını korurken de benzer bir çizgi devam ediyor. Aksi uygulamaların ‘makulden uzaklaşmak’ anlamına geleceğini, milletin de böylesi bir yaklaşıma kırık not vereceğinin farkındalar. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Sadece aynaya bakarak dünyayı anlayamazsınız

Kafası karışık kesim “Cumhurbaşkanı seçiminin galibi kim” sorusuna cevap arayadursun… Bu seçimin galibinin “Türkiye’nin istikrarı” olduğunu bilen kesimler, içte ve dışta sonucu değerlendirmeye başladılar bile.

Bir müteahhitle konuşuyordum dün… Şu anda Bodrum’da yapımını tamamladığı tatil konutlarının pazarlanması, gündeminin öncelikli maddesi. Bana çarpıcı bir gözlemini aktardı… 

– Pazar günkü Cumhurbaşkanı seçimine dayanan günlerde piyasada yaprak oynamıyordu… Sonuç belli olduktan sonra dün bir anda alıcı adayları adeta akın etmeye başladılar. Almanya’dan iki, İstanbul’dan ve buradan da dört kişi konutları satın almak istediklerini söyleyerek beni aradılar. 

İstikrar ve gelişme kazandı 

Aslında kimseyi şaşırtmaması gereken bir durumu yansıtıyor bu müteahhit dostun anlattıkları… Türk seçmeni Recep Tayyip Erdoğan’ı ilk turda Cumhurbaşkanı seçerek, 12 yıldır süren istikrar ve gelişme sürecinin devam etmesine karar verdi.

Ama eğer kendi toplumunuzun gerçeklerine yabancıysanız ve ayrıca Tayyip Erdoğan takıntılı bir insansanız, bu gerçeği görmek yerine spekülatif siyaset dalgaları üzerinde sörf yapmayı sürdürürsünüz. Şimdi bu kesimin bazı ileri gelenlerinin ve ileri gidenlerinin “Ne olacak bu CHP’nin hali” sorunsalına takılmaları da çok doğal… Her salataya maydanoz olmak siyasetini CHP’ye bir strateji şeklinde benimseten Kılıçdaroğlu’nun ve söylemleri ile eylemleri arasında tutarlılık bulunmayan Bahçeli’nin, kendilerine empoze edilen “Çatı” adayının seçimden birinci çıkması ihtimali var mıydı ki?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Leydi leydi ley

Farkında mısınız, en azgın muhalif bile “Çankaya’ya çıkacak hanımın” saçını başını tartışamadı. Tartışamıyor. 

Eski Türkiye’de çok ciddi bir sorun edilirdi bu. Kıyametler koparılırdı. Bazı sanatçılar uyuşturucuyu çekip “Çankaya’da başı örtülü kadın istemiyorum” diye demeçler verirlerdi, sonra da “ordu darbe yapsın” diye eklerlerdi, muhalif basın da sazan gibi üstüne atlardı. Bazıları bugün de seçmene “hanzo” diyorlar ama ona alıştık.

Çankaya’da başı örtülü bir hanım yedi yıl boyunca oturdu. Kıyamet kopmadı, Türkiye batmadı, şeriat da gelmedi.

Aslına bakarsanız paralel çete 17 Aralık darbesini başarıyla gerçekleştirip iktidara gelseydi de ortaya bir başörtüsü sorunu çıkmayacaktı, çünkü o cenahta kadın yok! Er kişi niyetine…

Şimdi bir başka başı örtülü hanım da Çankaya’da beş yıl, bendenizin tahminine göre on yıl oturacak. Kıyamet kopmayacak, Türkiye batmayacak, şeriat gelmeyecek. Şeriat asıl, “fahişelik eden” bazı üniversite profesörlerinin destekledikleri adam gelseydi gelecekti.

O hanım da on iki yıldır başbakanın eşi sıfatıyla oturuyor üstelik başka bir köşkte…

Demek ki oluyormuş… Bu Türkiye’nin “normalleşmesidir”…

Demek ki asıl mesele, Çankaya’da başı açık ya da kapalı bir hanımın yağlıboya resim yapması ya da elinde filesiyle kuyruğa girmesi değil, “kocasının” siyasi tutumuymuş.

Atatürk devrinde de hiç yapılmamıştı bu tartışma, çünkü First Lady hem cumhuriyetin hem de evliliğinin daha ikinci yılında First Gentleman’dan boşanmıştı. “Leydilik makamı” on üç yıl boş kaldı… O zamanlar niçin kimsenin aklına “Çankaya’da mutlaka bir hanım görmek istiyoruz, Büyük Önder yeniden evlensin” demek gelmemişti?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Bizim sömürgeciler!..

Baksanıza, hâlâ “tatilciler sandığa geldi mi, gelmedi mi” tartışmasındalar.

Katılım oranları başka bir gerçeğe işaret ediyormuş…

Doğu ve Güneydoğu’da katılım Türkiye ortalamalarının altında kalmasa, Erdoğan ve Demirtaş daha yüksek oy alırmış…

Bu noktalar umurlarında değil.

Onları şezlongcular ile tıpış tıpışçılar ilgilendiriyor. Çünkü aynı hamurdanlar.

Peki, onca seçim yenilgisinden sonra bile neden başlarına gelenin “arızi” bir şey olduğundan eminler? Bu kadar mı kör olunur diye düşünüyor ya insan… 

Yoksa bu hakikaten bir tür körlük mü? 

Tam bu noktada bakışımızı yüzeydeki patırtıdan derindeki “fay kırığı”na çevirmemizin zamanıdır.

Doğrudur! Yaşadığımız toprak; yani Anadolu sömürgeleştirilemedi.

Fakat bu tarihsel olguya sırtımızı dayayıp rahatlarsak, yanılırız.

Çünkü hem tarih hem de ruh olarak “bizim” dediğimiz geniş coğrafyanın bir bölümü sömürgeciliğin açık saldırısına maruz kaldı, hem de toplumsal zihnimizin sömürgeleştirilmesinde çok yol alındı.

Özellikle zihinsel sömürgeleştirilme meselesini tartışmaktan hep kaçınırız.

Aklımıza geldiğinde, kovarız.

İnanmak istemeyip lafı evirip çeviririz.

İttihat ve Terakki etkisi deriz; katı laiklik uygulaması, hayatın tepeden aşağı sekülerleştirilmesi deriz; Cumhuriyet devrimlerinin olumsuz sonuçları deriz…

Sivil- asker bürokratik oligarşi deriz; siyaset seçkinlerinin halkı dışarıda bırakıp “makbul vatandaş”la iş çevirmesi deriz…

Batı’dan habersiz batılaşmacılık deriz…

Hepsi tamam!

Tamam da…

Bütün bunlar hangi sürecin siyasal ve sosyal tezahürleridir? Neden ve nasıl gerçekleşti bütün bunlar?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Okan Müderrisoğlu: Yeni Türkiye’nin kodları… “Ankara’da neler oluyor?”

Bu sıralar Ankara’da her mahfilde aynı soru soruluyor: “Neler oluyor?”

Sade ama kapsamlı cevap gerektiren bir soru ile karşılaşıyoruz. Gözlemlerimiz ve kulis bilgilerimiz bize gösteriyor ki… 

 Seçilmiş Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Ağustos 2014- Haziran 2015 aralığını “başkanlık veya yarı başkanlık sistemine geçiş” için değerlendirmek istiyor. Ve bu noktada klasik parlamenter sistemden yana tavır koyan 11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den ayrışıyor. 

 Erdoğan, Haziran 2015 seçimlerinde AK Parti’nin anayasayı değiştirecek siyasal- sayısal çoğunluğu elde edip edemeyeceğine göre, karar ve hedeflerini güncellemeyi düşünüyor. 

 27 Ağustos’taki olağanüstü kongrede işi şansa bırakmak istemiyor. Kongreye ağırlığını koyarak partinin maceraya sürüklenmesine izin vermeyeceğini açıkça belli ediyor. 

 Yeni Genel Başkan’ın, kongre sürprizi ile karşılaşmasına, popüler ifadesiyle “çizik yemesine” asla tolerans gösterilmeyeceğini hissettiriyor. 

***

Eldeki veriler; 

 “Hükümet- AK Parti- Çankaya” arasında “yeni bir denge” kurulacağını gösteriyor. “Köprü adamlar, mutemet elemanlar” üzerinden yürüyecek bu dönem hem seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın günlük polemiklerin içinde yıpratılmasını önleyecek hem de süreçlere, uygun vasıtalarla müdahil olmasına imkân tanıyacak. 

 “Yeni kabinenin bileşimi, parti yönetiminin dağılımı ve Çankaya’daki danışman kadronun profili” bundan sonrası için belirleyici olacak. Mutlak işbirliği ve güvene dayalı yönetim tekniği siyasi sahada test edilecek. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Etyen Mahçupyan: Sonuçlar gelecek için ne söylüyor?

Seçim sonrasında herkesin ‘memnun’ gözükmesi ve kendisini ‘kazanmış’ olarak ilan etmesi alışmadığımız bir tablo değil. Başarının kendinize koyduğunuz hedefle ölçüldüğünü düşündüğümüzde gayet de anlaşılır. Erdoğan sonuçta zaten seçimi ilk turda kazanan taraf… Demirtaş oylarını artırmakla kalmadı, etnik kimlik üzerinden tanımlanan seçmen tabanının da dışına ulaştı. Bahçeli ve Kılıçdaroğlu ise zaten kazanamayacakları bir seçimde bütün yükü çatı adayın üzerine yıkarak maliyeti asgariye indirdiler. Bu alternatifi dizayn edenler muhtemelen CHP ve MHP’nin müşterek oyunun AKP’ninkine eşit olduğunu ve muhafazakar ve ‘sakin’ bir adayın AKP tabanından da oy koparabileceğini düşündüler. Ama MHP ile AKP arasında gidip gelen yaklaşık iki milyon oyun bu seçimde yine AKP’ye kayacağı açıktı. Buna karşılık on üç partilik geniş cephe ile bu açık kapatılmak istendi. Yine de Erdoğan’ın kazanmasının engellenmesi zordu, çünkü yurtdışındaki yüzde 5 oyun üçte ikisi AKP eğilimliydi. Burada da Yüksek Seçim Kurulu’nun ne kadar iradi olup olmadığı bilinmeyen garip kuralları imdada yetişti ve yurtdışında oy kullanımı yüzde 10 civarında kaldı. Kısacası CHP ve MHP ikinci turda zaten kaybedilecek bir seçimde ilk turda ellerinden geleni yapmış oldular. MHP’den AKP’ye doğal olarak kayan oyları hariç tutarsak koalisyonun alabileceği azami oy 19 milyondu. Yarım milyonu Demirtaş’a gitti, 3 milyon da sandığa gitmedi… 

AKP ise daha başarılı bir performans sergiledi. MHP’den geleceklerle yurtiçinde 22,5 milyon potansiyeli vardı ve bunların 21 milyonu sandığa gitti. Kritik olan konu şu ki bundan sonraki seçimlerde yurtdışından gelecek oyu engellemek mümkün olmayacak. Bu da AKP’nin herhangi bir genel seçimde sağlam 24 milyon oyu olacağını söylüyor. Toplam seçmen ise kabaca 56 milyon. Bu da AKP’nin alt sınırının bundan böyle yüzde 43 olduğunu gösteriyor. Ne var ki bu oran oy verebilecek herkesin sandığa gitmesi halinde geçerli. Eğer katılım yüzde 90 olursa, eksilecek oyun sadece yüzde yirmisinin AKP’ye ait olduğu varsayımıyla bu partinin oy alt sınırının 23/50 yani yüzde 46 olduğunu düşünebiliriz. Bu da tek parti ‘hegemonyasının’ devam edeceğinin habercisi… Üstelik bu hesaba toplumdaki sosyolojik değişimin AKP tabanını teşkil eden orta sınıfı büyütmeye devam ettiği gerçeğini katmadan…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fahrettin Altun: Siyaset mühendisleri sahnede

Ne diyordu Pseudo-Şakirt: “Ankara’da hava çok farklı. Çok yakın zamanda bu sonucun Türkiye için nasıl hayırlı kapılar açacağını göreceğiz inşallah.” Sonuç dediği, Erdoğan’ın 21 milyon kişinin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilmesi. Ve ekliyor arkadaşımız: “Hesaplar üzerinde bir hesap vardır… Bekleyin… Aceleci olmayın… Bakın neler olacak… Burası Ankara hiçbir yere benzemez…” 

Pseudo-Şakirtler Endüstrisi’nin gazete ve televizyonları seçimden bu yana aynı tonda konuşmayı sürdürüyorlar. Bir yandan tehditler savururken, diğer yandan ağıtlar yakıyor ama ne olursa olsun cümlelerinin sonuna “her şey çok güzel olacak” diye ekliyorlar.  

Sözlerindeki kin ve öfke onları o denli üretken hale getirmiş durumda ki her gün siyasetbilim literatürüne yeni kavramlar ekliyorlar. “Kazansan bile kaybedersin” diyor, “seçimle işbaşına gelen tiran”lardan bahsediyorlar. Erdoğan yönetiminin Türkiye’de ordunun otoriteryanizminden bile daha şedid olduğu, AK Parti’nin devlet partisine dönüştüğü tezini döne döne işliyorlar. 

Erdoğan’ın “tümüyle kara propaganda ve dezenformasyon”la başarı kazandığı, “devletin imkanlarını kullanmasa seçilmesinin mümkün olmadığı” yorumları gırla gidiyor. “Tatilciler”e, “boykotçular”a teessüf ediyor, ne kadar sorumsuz olduklarının altı çiziliyor. “Keşke”ler, “temenni”ler havalarda uçuşuyor. Öyle ki, bir muhteremin ağzından 21 milyonun oyunu almış bir Cumhurbaşkanı için, “çantasını alsa, ülkesini terk etse, ben yoruldum, torunlarımla ilgileneceğim dese” sözünü bile duydum. 

Sözün özü, partisiyle, cemaatiyle muhalefet cephesi bu seçim sonucunu hiçbir analize gerek duymadan şu söylemle göğüslemiş durumda: “Seçen ahmak, seçilen  Tiran”.  Ama “hâlâ yapılacak bir şeyler var.” 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fuat Uğur: Sizi kim tehdit etti Sayın Emine Ülker Tarhan?

CHP’nin ulusalcı kanadından Emine Ülker Tarhan ile arkadaşları seçim sonuçları açıklandıktan sonra bir basın toplantısıyla Kemal Kılıçdaroğlu’ndan işgal ettiği koltuğu boşaltmasını istediler. Tarhan, bunun erdemli bir davranış sayılacağını ve ortadaki sonucun hezimet olduğunu da sözlerine ekledi.

Ama söylediklerinin arasında öyle bir cümle vardı ki…

“Vay be” dedirtti…

Emine Ülker Tarhan “Ekmeleddin İhsanoğlu’na karşı çıktığımızda tehdit edildik” dedi.

Çok ilginç. Bir tehdit!

Kimler tarafından, neden ve nasıl?

Sayın Tarhan bu iddiasına açıklık getirmeli.

Sizi İhsanoğlu’na karşı çıktınız diye kim tehdit etti Sayın Tarhan?

Kılıçdaroğlu ve ekibi mi? Medya mı? Cemaat mi? Yoksa sizi de tapelerle mi korkuttular?

Bu soruların cevaplarını bekliyoruz?

Şunu da eklemeliyim.

İdeolojik olarak Emine Ülker Tarhan ve ekibiyle yan yana durabilmem mümkün değil ve herhangi bir ortak paydada buluşabilmem de zor. Ancak Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibinin ilkesizliklerini, seviyesizliğini, çarpıtma ya da yalan söyleme alışkanlığını, ahlaksızlıklardan medet umma çizgisini görünce düşünmeden edemiyorsunuz:

“Allah insana düşmanın bile ahlâklısını ve erdemlisini versin”

SURİYELİLERE YÖNELİK SALDIRILAR

Bunlar son birkaç yıl içinde vahşice işlenen cinayetlerden sadece birkaçı:

-İngiltere’de Ensar Göl adlı Türk genci, 28 yaşındaki eşi Mihaela ile kayınvalidesi Julie’yi vahşi biçimde öldürdü.

-Berlin’de altı Türk genci, Jonny adlı Alman genci döverek katletti.

-Almanya’da bir Türk, ayrı yaşadığı alman eşini baltayla öldürdü.

-Belçika’da Gökhan K. Adlı Türk genci Belçikalı eşini bıçaklayıp öldürdükten sonra nehre attı.

-İngiltere’de Bülent Sessaçar adlı Türk karısı Rebecca’yı 58 kez bıçaklayarak öldürdü.

-18 yaşındaki Türk genci Erdal Ö. 74 yaşındaki yürüme engelli Ursula Rudow ile 76 yaşındaki Heribat Rudow’u defalarca bıçaklayarak öldürdü.,

Yazının devamını okumak için tıklayınız